Kurban ne demektir, hükmü nedir?
Sözlükte yaklaşmak, Allah’a yakınlaşmaya vesile olan şey anlamlarına gelen kurban, dinî bir terim olarak, ibâdet maksadıyla, belirli şartları taşıyan hayvanı, kurban bayramı günlerinde usulüne uygun olarak kesmeyi ve bu amaçla kesilen hayvanı ifade eder.
Akıllı, hür, mukim ve dini ölçülere göre zengin sayılan mümin, ilâhî rızayı kazanmak gayesiyle kurbanını keser. Böylece hem maddi durumu yetersiz olup kurban kesemeyenlere bir şekilde yardımda bulunmuş, hem de Cenab-ı Hakk’a, yaklaşmış olur.
Kurban ibadeti, İslam toplumlarının şiarı sayılan ibadetlerden biri olarak asırlardan beri devam ede gelmektedir. Ayrıca kurban, bir Müslüman’ın gerektiğinde bütün varlığını Allah yolunda feda etmeye hazır olduğunun da bir nişanesidir.
Kurban Hanefi mezhebine göre vacip, diğer mezheplere göre ise, sünnet-i müekkededir. Dini kaynaklarda Peygamber Efendimizin kurbanını daima kestiği ifade edilmektedir.
Kurbanın dinî dayanağı nedir?
Genel anlamda kurbanın bir ibadet olduğuna dair Kur’an-ı Kerim’de birçok ayet yer almaktadır. Hz. İbrahim’in oğlu İsmail’in yerine, Allah tarafından bir kurbanın verildiği açıkça bildirilmektedir. (Saffat, 37/107)
Ayrıca aşağıdaki ayetler de genel anlamda kurban ibadeti ile ilgilidir :
- “Her ümmet için, Allah’ın kendilerine rızık olarak verdiği hayvanlar üzerine ismini ansınlar diye kurban kesmeyi meşru kıldık…” (Hac, 22/34)
- “... kendilerine rızık olarak verdiği kurbanlık hayvanlar üzerine belirli günlerde Allah’ın adını ansınlar. Artık onlardan siz de yiyin, yoksula fakire de yedirin”(Hac, 22/28)
“Kurbanlık büyükbaş hayvanları da sizin için Allah’ın dininin nişanelerinden kıldık. Sizin için onlarda hayır vardır. Onlar saf saf sıralanmış dururken kurban edeceğinizde üzerlerine Allah'ın adını anın. Yanları üzerlerine düşüp canları çıkınca onlardan siz de yeyin, istemeyen fakire de istemek zorunda kalan fakire de yedirin. Şükredesiniz diye onları böylece sizin hizmetinize verdik.” “Onların etleri ve kanları asla Allah'a ulaşmaz. Allah'a ulaşacak olan ancak, sizin O’nun için yaptığınız, gösterişten uzak amel ve ibadettir.” (Hac 22/36-37)
Bu ayetlerde zikredilen hayvan kesiminin, ibadet amaçlı birer uygulama oldukları açıktır. Bu amaçla kesilen hayvanların, et ve kanlarının Allah’a ulaşamayacağı asıl olanın ihlas ve takva olduğunun vurgulanması, kurban kesmenin ibadet olduğunun açık bir göstergesidir.
Kurban keserken nelere dikkat edilmelidir?
Kurban edilecek hayvana acı çektirilmemeli ve eziyet verilmemelidir. Hayvanlar ehil kişiler tarafından kesilmeli ve kesim işlemi süratli bir şekilde yerine getirilmelidir. Ayrıca, çevre temizliği için gerekli tedbirler alınmalıdır. Kesim esnasında hayvanların, birbirlerinin kesimini görecek şekilde yan yana bulundurulmamalarına özen gösterilmelidir.
Kurban bayıltılarak kesilebilir mi?
Ölmeden kesilmesi kaydıyla, ihtiyaç halinde veya hayvana eziyet vermemek amacıyla kurbanlık hayvanın uygun tekniklerle bayıltılmasında bir sakınca yoktur. Ancak hayvan henüz kesilmeden, şok etkisiyle ölürse, kurban olmayacağı gibi, eti de yenmez.
Kurban kesilirken besmele çekilmesinin hükmü nedir? Hangi dua okunmalıdır?
İster kurban niyetiyle olsun ister başka bir amaçla olsun hayvan kesilirken besmele çekilmesi gerekir. Hayvanın kesimi esnasında besmele kasten terk edilirse o hayvanın eti yenilmez. Ancak kasıtsız ve unutularak besmele çekilmezse bu hayvanın eti yenilir.
Kurban kesilirken üç defa “Bismillahi Allahü ekber” denilir ve şu ayetler okunur:
Kurban keserken abdestli olmak şartmı dır?
Kurban kesen kişinin abdestli olması şart olmamakla birlikte, kurban bir ibadet olduğu için kesenin abdestli olması daha faziletlidir.
Kadın kurban kesebilir mi?
Hayvan kesiminde, gerekli yeterlilik ve şartları taşıyan kişi kadın olsun, erkek olsun kurban kesebilir.
Kimler kurban kesmelidir?
Kurban kesmek, âkıl-baliğ (akıllı-ergen), dinen zengin sayılacak kadar mal varlığına sahip ve mukim olan bir Müslüman’ın yerine getirmesi gereken mali bir ibadettir. Temel ihtiyaçlarından ve borcundan başka 80.18 gr. altın veya bunun değerinde para veya eşyaya sahip olan kişi dinen zengindir. Dolayısıyla, Allah'ın kendisine bahşetmiş olduğu nimetlere şükran ifadesi ve Allah yolunda fedakarlığın nişanesi olmak üzere kurban kesmelidir.
Zengin olan karı-kocadan her birinin kurban kesmesi gerekir mi?
İbadetlerde sorumluluk bireyseldir. Bu nedenle, dinen zengin olan karı-kocadan her birinin ayrı ayrı kurban kesmesi gerekir. Ancak İmam Malik’e göre aile reisi tüm aile efradı adına bir adet büyükbaş veya küçükbaş hayvan keserse, bu aile bireylerinin hepsi için yeterli olur.
Yolcunun kurban kesmesi gerekir mi?
Yolcu kurban kesmekle mükellef değildir. Ancak kesmesi halinde, sevabını kazanır. Sefer halinde iken kurban kesenler; bayram günleri içinde memleketlerine dönerlerse, yeniden kurban kesmeleri gerekmez. Sefer halinde iken kurban kesmeyip de bayram günlerinde memleketlerine dönenler, kurbanlarını keserler.
Kurban ne zaman kesilir?
Kurban, kurban bayramının ilk üç gününde kesilir. Kurban kesim vakti, Bayram namazı kılınan yerlerde, bayram namazı kılındıktan sonra, bayram namazı kılınmayan yerlerde ise sabah namazı vakti girdikten sonra başlar. Bayramın üçüncü günü güneş batıncaya kadar devam eder. Bu süre içinde gece ve gündüz kurban kesilebilir. Ancak kurbanların gündüzleri kesilmesi uygundur. Şafii mezhebine göre ise, kurban bayramın dördüncü günü de kesilebilir.
Hangi hayvanlar kurban olarak kesilir?
Kurban; koyun, keçi, sığır, manda ve deveden olur. Bunların dışındaki hayvanlar kurban olarak kesilemezler. Söz konusu hayvanların kurban olarak kesilebilmesi için devenin 5; sığır ve mandanın 2; koyun ve keçinin 1 yaşını doldurmuş olması gerekir. Bu sayılan yaş sınırını geçtiği halde süt dişlerini değiştirmeyen hayvanlar da kurban edilir. Bunun yanında, 6 ayını tamamlayan koyun, bir yaşını doldurmuş gibi gösterişli olması halinde kurban edilebilir.
Kurban edilecek hayvanın, sağlıklı, azaları tam ve besili olması, hem ibadet açısından, hem de sağlık bakımından önem arz eder. Bu nedenle, kötürüm derecesinde hasta, zayıf ve düşkün, bir veya iki gözü kör, boynuzlarının biri veya ikisi kökünden kırık, dili, kuyruğu, kulakları ve memesi kesik, dişlerinin tamamı veya çoğu dökük hayvanlardan kurban olmaz. Ancak, hayvanın doğuştan boynuzsuz olması, şaşı, topal, hafif hasta, bir kulağı delik veya yırtılmış olması, kurban edilmesine mani teşkil etmez.
Kurbanlık hayvanlardan hangileri ortak olarak kesilebilir?
Koyun veya keçinin bir kişi tarafından; sığır, manda ve devenin ise, yedi kişiye kadar ortaklaşa kurban olarak kesilebileceği Hz. Peygamber'in hadisleri ve uygulamaları ile sabittir (Ebû Dâvûd, Dahâyâ, 7-8). Ortak olarak kurban edilebilen hayvanlar tek veya çift hisse olarak kesilebilirler.
Akika, adak, udhiyye ve nafile kurbanlar için aynı büyükbaş hayvana ortak olunabilir mi?
Ortak kesilen kurbanlarda, hissedarlardan her birinin kurbanlarını aynı maksat için kesmiş olmaları gerekmez. Ortakların herbirinin ibadet niyetiyle katılmış olması kaydıyla bir kısmı udhiyye, diğer bir kısmı ise adak, akîka, nafile kurbanı olarak niyet edebilirler.
Kurban eti nasıl değerlendirilmelidir?
Hz. Peygamber, kurban etinin üçe taksim edilip, bir bölümünün kurban kesmeyen yoksullara dağıtılmasını, bir bölümünün akraba, tanıdık ve komşularla paylaşılmasını, bir bölümünün de eve ayrılmasını tavsiye etmiştir (Ebû Dâvûd, Dahâyâ, 10). Ailenin ihtiyaç durumuna göre etin tamamı evde bırakılabileceği gibi, toplumda muhtaçların arttığı dönemde kurban etinin çoğunun hatta tamamının dağıtılması uygun olur.
Kurban derisi nasıl değerlendirilmelidir?
Kurbanın derisi, bir fakire veya hayır kurumuna verilmelidir. Hz. Peygamber, veda haccında Hz. Ali'ye, kurban olarak kesilen develerinin başında durmasını ve bunların derileri ile sırtlarındaki çullarını sadaka olarak vermesini, kasap ücreti olarak bunlardan bir şey vermemesini emretmiştir (Ebu Davud; Menasik, 20). Buna göre kurban derilerinin para karşılığında satılması, kurbanın kesimi veya bakımı için ücret olarak verilmesi caiz değildir. Derinin satılması halinde bedelinin yoksullara verilmesi gerekir.
Vekalet yoluyla kurban kesilebilir mi?
Kurbanı, kişi kendisi kesebileceği gibi, vekalet yoluyla başkasına da kestirebilir. Zira kurban mal ile yapılan bir ibadettir; mal ile yapılan ibadetlerde de vekalet caizdir.
Vekalet yoluyla kurban kestiren kişi, bulunduğu yerde ki birisine vekalet verebileceği gibi, başka bir yerdeki kişi veya kuruma da vekalet verebilir. Vekalet, sözlü veya yazılı olarak verilebileceği gibi telefon, internet, faks ve benzeri iletişim araçları ile de verilebilir.
Kuyruksuz koyunlar kurban edilebilir mi?
Doğuştan kuyruksuz olan veya besili olması için küçük yaşta kuyrukları boğulmak suretiyle düşürülen koyunların kurban edilmelerinde bir sakınca yoktur. Ancak bir kaza ile değerini azaltacak şekilde kuyruğunun tamamı veya yarısından çoğu kopan hayvanın kurban edilmesi caiz değildir.
Ölmüş kimseler için kurban kesilir mi?
Son zamanlarda halkımız arasında yaygınlaşma eğilimi gösteren; “ölü kurbanı” veya “kabir kurbanı” diye isimlendirilen bir kurban çeşidi yoktur. Ancak, ölmüş birisi adına veya sevabı ölüye bağışlanmak üzere kurban kesilebilir. Kurban borcu olup da hayatta iken vasiyet eden kişinin bıraktığı miras yeterli ise, mirasçıları tarafından vasiyetinin yerine getirilmesi gerekir. Vasiyeti yoksa, ölen kimseler için mirasçılarının kurban kesmeleri gerekmez. Ancak bir kimse, sevabını ölmüş bulunan anne veya babasına yahut diğer yakınlarına bağışlamak üzere, çeşitli hayır kurumlarına, fakir ve muhtaç kişilere bağışta bulunabileceği gibi, kurban da kesebilir.
Taksitle kurban alınabilir mi ?
Kişi, ister peşin ister taksitle olsun satın aldığı hayvanı kurban olarak kesebilir
Satın alınan kurbana, daha sonra başkaları ortak edilebilir mi ?
Kişi, mülkiyetinde olan veya kurban etmek amacıyla satın aldığı büyükbaş hayvana yedi kişiyi geçmemek şartıyla başkalarını da ortak edebilir.
Kurban yerine sadaka vermekle bu ibadet yerine getirilmiş olur mu?
Fıkhi hükmü ister vacip, ister sünnet olsun; kurban ibadeti belirli şartları taşıyan hayvanın usulüne uygun olarak kesilmesiyle yerine getirilir. Kurban bedelini yoksullara ya da yardım kuruluşlarına vermek suretiyle, kurban ibadeti ifa edilmiş olmaz. Şüphesiz Allâh Teâlâ’nın rızasını kazanmak niyetiyle, fakir ve muhtaçlara yardım etmek, iyilik ve ihsanda bulunmak da Müslüman’ın önemli vazifelerinden biridir. Ancak, bu iki ibadetten birinin diğerinin alternatifi olarak sunulması dini açıdan doğru değildir.
Nitekim Peygamber (a.s.) Efendimiz de, kurban meşru kılındıktan sonra her yıl kurban kesmiştir. (Buhârî, Hac 117, 119; Müslim, Edâhî 17).
Ayrıca hadisi şeriflerde kurban bayramında, Allah katında en sevimli ibadetin kurban kesmek olduğu, kurbanın kesilir kesilmez Allah katında makbul olacağı ve kurban edilen hayvanın her unsurunun kişinin hayır hanesine yazılacağı ifade edilmiştir. (Tirmizî, Edâhî 1; İbnu Mâce, Edâhî 3).
Akika Kurbanı nedir?
Yeni doğan çocuk için şükür amacıyla kesilen kurbana, “akika” adı verilir. Akika kurbanı kesmek müstehaptır. Akika kurbanı olarak kesilecek hayvanda, diğer kurbanlarda aranan şartlar aranır.
Akika kurbanı, çocuğun doğduğu günden bulûğ çağına kadar kesilebilirse de doğumun yedinci günü kesilmesi daha faziletlidir.
Akika kurbanının etinden ve derisinden, kurban sahibi dahil herkes istifade edebilir.
Şükür kurbanı ne demektir?
Temettu ve kıran haccı yapan kişilerin, aynı mevsimde hac ve umreyi birlikte ifa ettikleri için, kestikleri kurbanlara şükür kurbanı da denilmektedir. Aynı şekilde kişi, arzu ettiği bir amaca ulaşması veya bir nimete nail olması sebebiyle şükür kurbanı kesebilir. Bu kurbanların etinden sahipleri de yiyebilirler.
Adak Kurbanı Ne Demektir?
Kurban adayan kişinin kurban kesmesi vaciptir. Eğer kişi adağını bir şartın gerçekleşmesine bağlamışsa, bu şart gerçekleşince kesmesi gerekir. Adak kurbanının etinden adak sahibi, usul ve furûu (neslinden geldiği ana, baba, dede ve nineleri…ile kendi neslinden gelen çocukları ve torunları..) yiyemeyeceği gibi, zengine de yediremez. Eğer kendisi yemek ister veya bu sayılanlardan birisine yedirmek isterse, o eti tartıp rayiç bedelini yoksullara vermesi gerekir.
Wikipedia
Arama sonuçları
18 Kasım 2009 Çarşamba
15 Kasım 2009 Pazar
RASÛLULLÂH’A AŞK İLE TÂBÎ OLMAK
Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’e duyulan gerçek bir aşk ve muhabbetin netîcesi, O’nun yolunun tozunu baş tâcı eylemek, O’na cân u gönülden itaat edip teslîm olmaktır.
Zîrâ O öyle bir şahsiyettir ki, her yönüyle insanlık için serâpâ bir rahmetten ibarettir. Bu meyanda O’nun kalbinin mü’minlere karşı ne derecede şefkat ve merhametle dolu olduğunu şu âyet-i kerîme ne güzel sergiler:
“Andolsun ki size kendi içinizden öyle izzetli bir peygamber geldi ki, sıkıntıya düşmeniz O’na çok ağır gelir. Size çok düşkündür. Mü’minlere karşı Raûf (cidden şefkatli) ve Rahîm (son derece merhametli)dir.” (et-Tevbe, 128)
O’nun ümmetine olan şefkat ve merhametini gösteren hadîs-i şerîflerinden birisi şöyledir:
“Ey îmân edenler! Allâh sizi emniyet içinde tutsun! Sizi gözetsin! Sizi kötülüklerden korusun! Size yardım etsin! Sizi yüceltsin! Size yol göstersin! Sizi kendi emniyetine alsın! Sizleri her tür tâlihsizlikten sakındırsın ve dîninizi sizler için korusun!..”37
O, fiiliyle, kavliyle ve ahlâkî yaşayışıyla bütün insanlığı kuşatan bir rahmetti; yol göstericiydi. Hidâyet yolunda her türlü meşakkat ve çilenin en büyüğü O’nun sırtındaydı. Ümmetinin hidâyet ve rahmete nâil olabilmesi için öyle bir sabır ve gayretin içindeydi ki, bâzen kendisini harâb etmemesi için îkâz-ı ilâhî sâdır olurdu:
“Demek ki bu söze (Kitâb’a) inanmazlarsa (ve bu yüzden helâk olurlarsa diye) arkalarından üzülerek neredeyse kendini mahvedeceksin!” (el-Kehf, 6)
“(Rasûlüm!) Onlar îmân etmiyorlar diye neredeyse kendine kıyacaksın!” (eş- Şuarâ, 3)
Âyet-i kerîmeler, Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in dünyada yaşayan her insanın Allâh’a inanmasını ve kendisini cehennem azâbından kurtarmasını, şefkat ve merhamet muktezâsı olarak istediğinin bir delîlidir.
Rasûlullâh’ın ümmetine duyduğu bu engin şefkat, merhamet ve muhabbete mukâbil, ümmeti olarak biz bu sevgiye ne kadar karşılık verebildiğimizi tefekkür etmek zorundayız.
Hakîkaten, Allâh Rasûlü’ne olan muhabbetimizin ölçüsü, Kur’ân’ı ve Allâh Rasûlü’nü rehber edinerek, O’nun hâli ile ne kadar hâllendiğimizle belli olur. Onu seven ve O’nun uğruna her şeyini fedâ eden ashâb-ı kirâm, O’nu nasıl duydu ve hissetti? O’nun hâliyle nasıl hâllendi ve ahlâkını hayatına nasıl aksettirdi? Acaba bizler bu hâllerin neresinde bulunuyoruz? O’na olan muhabbetimizi bu ölçülerle mîzan edip gönüllerimizi O’nun ahlâkı ile tezyin etmeliyiz. Günahlarımız, hatâlarımız, kusurlarımız ve isyanlarımız O’nun zemzem misâli tertemiz ahlâkıyla yıkanmalı, O’nun mübârek hayatının mânâ ve hikmeti ile mânevî bir diriliş yaşamalıyız.
Vâsıl-ı ilâllâh olabilmenin sırrı, Allâh’ın kitâbına ve Varlık Nûru’nun Sünnet-i Seniyye’sine, yani yüksek ahlâk ve davranışlarına hulûs-i kalb ile yakınlaşabilmek, Allâh ve Rasûlü’nün sevdiklerine muhabbet, zıtlarına da nefrette gizlidir.
Zîrâ ilâhî muhabbetler, gönlü diri tutar, sıhhatli kılar, hayra istikâmetlendirir. Muhabbet ve onun zıddı olan nefret, ikisi birden aynı anda bir kalbde bulunamaz. Ne var ki, gönül boşluk kabûl etmediği için, birinin yokluğu, diğerinin varlık sebebidir. Bu iki zıdlık arasındaki fark, a’lâ-yı illiyyîn ile esfel-i sâfilîn arasındaki mesâfe kadar sonsuzdur.
Şâir Kemâl Edib Kürkçüoğlu, Allâh Rasûlü’nün Sünnet’inden ve muhabbetinden uzakta kalan gâfil mü’minleri şu beytiyle ne güzel irşâd ve îkâz ediyor:
İltifâtından uzak düşmesi eyvâh eyvâh;
İki dünyâda yeter gâfile hüsrân olarak!..
“Eyvâh, eyvâh! Hazret-i Peygamber’in iltifâtından uzak düşmesi, gâfil bir insana elbette hüsrân olarak yeter!..”
Rabbimiz bizleri, O’na muhabbetle bağlanan lâyık bir ümmet eylesin! Zîrâ O, kâ’bına erişilmez bir merhamet ve şefkat ufkuydu!..
Gerçekten, hidâyeti için var gücü ile çabaladığı insanların O’nu taşlamaları ve hakâret etmeleri karşısında yine de onlara hayır-duâ eden Hazret-i Peygamber’e, Zeyd bin Hârise’nin:
“–Yâ Rasûlallâh, onlar size şu ağır zulmü revâ görüyorlar… Siz hâlâ onlara duâ mı ediyorsunuz?” demesi üzerine O’nun:
“–Başka ne yapabilirim ki! Ben azâb için değil, rahmet için gönderildim…” diyerek onların hidâyetine duâ etmesi, yüksek bir fedâkârlık, vefâkârlık, iyi kalblilik, merhamet ve şefkatin erişilmez zirvesinde olduğuna şehâdet etmez mi?
Hakîkaten Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in peygamberliği ile beşeriyet, beklediği ulvî hidâyet rehberlerinin en mükemmeline kavuşmuştur. Bu yüzden bugün hâlâ hodgâm ve nefsânî bir hayat yaşamaya devâm edenler, böyle yüce bir örnek şahsiyet gelmeden önce câhilî bir hayat yaşayanlardan daha mes’ûl bir mevkîde bulunmaktadırlar.
Bu bakımdan, insanlığın ekseriyetle kuvvete râm olup nefis sultasında yaşadığı günümüzde, O Varlık Nûru örnek şahsiyetin, karakter ve şahsiyet inşâsına daha büyük bir ihtiyaç içindeyiz!.. Tarihimizin ihtişam devirlerindeki en büyük müessir de, O şânı yüce Peygamber’in hakîkî vârisleri olan amel-i sâlih sahibi mü’minlerin varlığı ve onların topluma örnek bir şahsiyet sunmaları idi. Hâlbuki günümüzdeki ahvâle nazar ettiğimizde en hazin gerçeklerden birinin, böyle örnek şahsiyetlerin azlığı sebebiyle mâneviyat sahasında yaşanan hüsran olduğunu müşâhede etmekteyiz.
Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in, O’nun izinden gidenlerin ve bilhassa kendi tarihimizdeki îmân ve vecd kahramanlarının heyecan dolu gönüllerinin seviyesine yeniden ulaşabilmek için tekrar o âbide ve örnek insanlara sahip olmamız gerekmektedir.
Bunun için de onları duymak, anlamak ve onların gönül âlemlerinden hisse alabilmek gerekir. Yani onların bu fânî âlemi nasıl telakkî ettiklerini, Allâh’ın kendilerine ihsân ettiği akıl, iz’an, idrâk, can ve malı nasıl kullanarak hem kendilerine hem de insanlığa saâdet yolunu açtıklarını iyi bilmek îcâb eder.
Zîrâ O öyle bir şahsiyettir ki, her yönüyle insanlık için serâpâ bir rahmetten ibarettir. Bu meyanda O’nun kalbinin mü’minlere karşı ne derecede şefkat ve merhametle dolu olduğunu şu âyet-i kerîme ne güzel sergiler:
“Andolsun ki size kendi içinizden öyle izzetli bir peygamber geldi ki, sıkıntıya düşmeniz O’na çok ağır gelir. Size çok düşkündür. Mü’minlere karşı Raûf (cidden şefkatli) ve Rahîm (son derece merhametli)dir.” (et-Tevbe, 128)
O’nun ümmetine olan şefkat ve merhametini gösteren hadîs-i şerîflerinden birisi şöyledir:
“Ey îmân edenler! Allâh sizi emniyet içinde tutsun! Sizi gözetsin! Sizi kötülüklerden korusun! Size yardım etsin! Sizi yüceltsin! Size yol göstersin! Sizi kendi emniyetine alsın! Sizleri her tür tâlihsizlikten sakındırsın ve dîninizi sizler için korusun!..”37
O, fiiliyle, kavliyle ve ahlâkî yaşayışıyla bütün insanlığı kuşatan bir rahmetti; yol göstericiydi. Hidâyet yolunda her türlü meşakkat ve çilenin en büyüğü O’nun sırtındaydı. Ümmetinin hidâyet ve rahmete nâil olabilmesi için öyle bir sabır ve gayretin içindeydi ki, bâzen kendisini harâb etmemesi için îkâz-ı ilâhî sâdır olurdu:
“Demek ki bu söze (Kitâb’a) inanmazlarsa (ve bu yüzden helâk olurlarsa diye) arkalarından üzülerek neredeyse kendini mahvedeceksin!” (el-Kehf, 6)
“(Rasûlüm!) Onlar îmân etmiyorlar diye neredeyse kendine kıyacaksın!” (eş- Şuarâ, 3)
Âyet-i kerîmeler, Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in dünyada yaşayan her insanın Allâh’a inanmasını ve kendisini cehennem azâbından kurtarmasını, şefkat ve merhamet muktezâsı olarak istediğinin bir delîlidir.
Rasûlullâh’ın ümmetine duyduğu bu engin şefkat, merhamet ve muhabbete mukâbil, ümmeti olarak biz bu sevgiye ne kadar karşılık verebildiğimizi tefekkür etmek zorundayız.
Hakîkaten, Allâh Rasûlü’ne olan muhabbetimizin ölçüsü, Kur’ân’ı ve Allâh Rasûlü’nü rehber edinerek, O’nun hâli ile ne kadar hâllendiğimizle belli olur. Onu seven ve O’nun uğruna her şeyini fedâ eden ashâb-ı kirâm, O’nu nasıl duydu ve hissetti? O’nun hâliyle nasıl hâllendi ve ahlâkını hayatına nasıl aksettirdi? Acaba bizler bu hâllerin neresinde bulunuyoruz? O’na olan muhabbetimizi bu ölçülerle mîzan edip gönüllerimizi O’nun ahlâkı ile tezyin etmeliyiz. Günahlarımız, hatâlarımız, kusurlarımız ve isyanlarımız O’nun zemzem misâli tertemiz ahlâkıyla yıkanmalı, O’nun mübârek hayatının mânâ ve hikmeti ile mânevî bir diriliş yaşamalıyız.
Vâsıl-ı ilâllâh olabilmenin sırrı, Allâh’ın kitâbına ve Varlık Nûru’nun Sünnet-i Seniyye’sine, yani yüksek ahlâk ve davranışlarına hulûs-i kalb ile yakınlaşabilmek, Allâh ve Rasûlü’nün sevdiklerine muhabbet, zıtlarına da nefrette gizlidir.
Zîrâ ilâhî muhabbetler, gönlü diri tutar, sıhhatli kılar, hayra istikâmetlendirir. Muhabbet ve onun zıddı olan nefret, ikisi birden aynı anda bir kalbde bulunamaz. Ne var ki, gönül boşluk kabûl etmediği için, birinin yokluğu, diğerinin varlık sebebidir. Bu iki zıdlık arasındaki fark, a’lâ-yı illiyyîn ile esfel-i sâfilîn arasındaki mesâfe kadar sonsuzdur.
Şâir Kemâl Edib Kürkçüoğlu, Allâh Rasûlü’nün Sünnet’inden ve muhabbetinden uzakta kalan gâfil mü’minleri şu beytiyle ne güzel irşâd ve îkâz ediyor:
İltifâtından uzak düşmesi eyvâh eyvâh;
İki dünyâda yeter gâfile hüsrân olarak!..
“Eyvâh, eyvâh! Hazret-i Peygamber’in iltifâtından uzak düşmesi, gâfil bir insana elbette hüsrân olarak yeter!..”
Rabbimiz bizleri, O’na muhabbetle bağlanan lâyık bir ümmet eylesin! Zîrâ O, kâ’bına erişilmez bir merhamet ve şefkat ufkuydu!..
Gerçekten, hidâyeti için var gücü ile çabaladığı insanların O’nu taşlamaları ve hakâret etmeleri karşısında yine de onlara hayır-duâ eden Hazret-i Peygamber’e, Zeyd bin Hârise’nin:
“–Yâ Rasûlallâh, onlar size şu ağır zulmü revâ görüyorlar… Siz hâlâ onlara duâ mı ediyorsunuz?” demesi üzerine O’nun:
“–Başka ne yapabilirim ki! Ben azâb için değil, rahmet için gönderildim…” diyerek onların hidâyetine duâ etmesi, yüksek bir fedâkârlık, vefâkârlık, iyi kalblilik, merhamet ve şefkatin erişilmez zirvesinde olduğuna şehâdet etmez mi?
Hakîkaten Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in peygamberliği ile beşeriyet, beklediği ulvî hidâyet rehberlerinin en mükemmeline kavuşmuştur. Bu yüzden bugün hâlâ hodgâm ve nefsânî bir hayat yaşamaya devâm edenler, böyle yüce bir örnek şahsiyet gelmeden önce câhilî bir hayat yaşayanlardan daha mes’ûl bir mevkîde bulunmaktadırlar.
Bu bakımdan, insanlığın ekseriyetle kuvvete râm olup nefis sultasında yaşadığı günümüzde, O Varlık Nûru örnek şahsiyetin, karakter ve şahsiyet inşâsına daha büyük bir ihtiyaç içindeyiz!.. Tarihimizin ihtişam devirlerindeki en büyük müessir de, O şânı yüce Peygamber’in hakîkî vârisleri olan amel-i sâlih sahibi mü’minlerin varlığı ve onların topluma örnek bir şahsiyet sunmaları idi. Hâlbuki günümüzdeki ahvâle nazar ettiğimizde en hazin gerçeklerden birinin, böyle örnek şahsiyetlerin azlığı sebebiyle mâneviyat sahasında yaşanan hüsran olduğunu müşâhede etmekteyiz.
Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in, O’nun izinden gidenlerin ve bilhassa kendi tarihimizdeki îmân ve vecd kahramanlarının heyecan dolu gönüllerinin seviyesine yeniden ulaşabilmek için tekrar o âbide ve örnek insanlara sahip olmamız gerekmektedir.
Bunun için de onları duymak, anlamak ve onların gönül âlemlerinden hisse alabilmek gerekir. Yani onların bu fânî âlemi nasıl telakkî ettiklerini, Allâh’ın kendilerine ihsân ettiği akıl, iz’an, idrâk, can ve malı nasıl kullanarak hem kendilerine hem de insanlığa saâdet yolunu açtıklarını iyi bilmek îcâb eder.
11 Kasım 2009 Çarşamba
Emsâlsiz Örnek Şahsiyet
HAZRET-İ MUHAMMED MUSTAFÂ
-sallâllâhu aleyhi ve sellem-
Peygamberler tarihi ve takvîmi, varlığın ilki olan “Nûr-i Muhammedî”nin ilk insana ikrâmı ile başlamış; “cismâniyet-i Muhammedî”nin dünya âleminde zuhûruyla da nihâyet bulmuştur. Yani bu yüce nûr, en temiz ve en asîl soylardan teselsül ede ede Hazret-i Abdullâh’a kadar gelmiş, Âmine Hâtun’un hâmileliğiyle birlikte Hazret-i Abdullâh’ın alnından, Varlık Nûru’nu taşıyan bu tâlihli anneye intikâl etmiş, nihâyet ondan da asıl sahibi olan Âlemlerin Efendisi’ne teslim edilmiştir.
Kâinât manzûmesi, Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in nûrundan husûle gelmiştir. Onun içindir ki kâinâttaki binbir türlü nakış ve ilâhî kudret akışları, O’nun nûrundan bir tedâî ve bir tebessümdür. Âdem -aleyhisselâm-’ın toprağına Rasûlullâh’ın toprağından bir nasîb konduğu için, Âdem -aleyhisselâm-’ın tevbesine icâbet olundu. Hadîs-i şerîfte buyrulduğu üzere:
“Âdem -aleyhisselâm- cennetten çıkarılmasına sebep olan zelleyi işlediğinde, hatâsını anlayıp:
«–Yâ Rabbî! Muhammed hakkı için Sen’den beni bağışlamanı istiyorum.» dedi. Allâh Teâlâ:
«–Ey Âdem! Henüz yaratmadığım hâlde Muhammed’i sen nereden bildin?» buyurdu.
Âdem -aleyhisselâm-:
«–Yâ Rabbî! Sen beni yaratıp bana rûhundan üflediğinde başımı kaldırdım, arşın sütunları üzerinde “Lâ ilâhe illâllâh, Muhammedü’r-Rasûlullâh” cümlesinin yazılı olduğunu gördüm. Bildim ki Sen, zâtının ismine ancak yaratılmışların en sevimlisini izâfe edersin!» dedi.
Bunun üzerine Allâh Teâlâ:
«–Doğru söyledin ey Âdem! Hakîkaten O, Bana göre mahlûkâtın en sevimlisidir. O’nun hakkı için bana duâ et. (Mâdem ki duâ ettin), Ben de seni bağışladım. Şâyet Muhammed olmasaydı seni yaratmazdım!» buyurdu.”2
İşte Hazret-i Âdem -aleyhisselâm-, Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’i, duâsına vesîle kıldı; ilâhî affa mazhar oldu. O yüce Rasûl, İbrâhim -aleyhisselâm-’ın sulbüne intikâl eyledi; ateş ona serin ve selâmet oldu. O yüce inci, İsmâil -aleyhisselâm-’ın sedefine girince, nâmına göklerden kurbanlık bir koç indirildi.
Görüldüğü üzere peygamberler dahî O’nun hakkı için ilâhî rahmetten istifâde etmişlerdir. Hattâ O’na tâbî olmanın bereketine erebilmek için kendisine ümmet olmak isteyen Hazret-i Mûsâ -aleyhisselâm- gibi peygamberler bile çıkmıştır:
Katâde bin Nûmân -radıyallâhu anh-’ın nakline göre Hazret-i Mûsâ -aleyhisselâm- şöyle dedi:
“–Yâ Rabbî! Bana verdiğin levhalarda insanlar arasından çıkarılmış, iyiliği emreden kötülükleri yasaklayan en hayırlı bir ümmetten bahsedildiğini görüyorum. Allâh’ım onları benim ümmetim kıl!”
Allâh Teâlâ:
“–Onlar, Ahmed’in ümmetidir.” buyurdu.
Mûsâ -aleyhisselâm-:
“–Rabbim! Levhalarda dünyaya gelişte son, cennete girişte ilk olan bir ümmetten bahsedildiğini görüyorum. Onları benim ümmetim kıl!” dedi.
Allâh Teâlâ:
“–Onlar, Ahmed’in ümmetidir.” buyurdu.
Mûsâ -aleyhisselâm-:
“–Yâ Rabbî! Yine levhalarda bir ümmetten bahsediliyor ki, onların İncil’leri (kitapları) sadırlarındadır, ezberden okurlar. Hâlbuki onlardan önceki ümmetler kitaplarını yüzünden okurlar, kitapları kaybolunca da ondan hiçbir şey hatırlamazlardı. Şüphesiz Sen bu ümmete daha önce hiçbir ümmete vermediğin bir ezberleme ve muhâfaza etme kuvveti vermişsindir. Allâh’ım onları benim ümmetim kıl!” dedi.
Allâh Teâlâ:
“Onlar, Ahmed’in ümmetidir.” buyurdu.
Hazret-i Mûsâ:
“–Rabbim! Orada hem önceki kitaplara hem de son kitaba îmân eden, her türlü sapıklıkla, tek gözlü ve yalancı deccal ile savaşan bir ümmet zikrediliyor. Onu benim ümmetim kıl!” dedi.
Allâh Teâlâ:
“O, Ahmed’in ümmetidir.” buyurdu…
Mûsâ -aleyhisselâm-:
“–Rabbim! Orada öyle bir ümmet zikredilmektedir ki, onlardan biri bir iyilik yapmaya niyet etse de onu yapamasa ona bir hasene yazılmakta, yaptığı takdirde ise 10’dan 700 katına kadar sevap verilmektedir. Onları benim ümmetim kıl!” dedi.
Allâh Teâlâ:
“Onlar, Ahmed’in ümmetidir.” buyurdu…
Bunun üzerine Hazret-i Mûsâ -aleyhisselâm-, elindeki levhaları bir kenara bırakıp:
“–Allâh’ım! Beni de Ahmed’in ümmetinden eyle!” diye yalvardı.3
Hâsılı bereketli bir hidâyet şerâresi hâlindeki nebîler silsilesinin her halkası, âlemlere rahmet olarak gönderilen Hazret-i Muhammed Mustafâ -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in zuhûrunun âdeta bir ikbâl müjdecisiydi…
Nihayet beklenen nûr, mîlâdî 571 yılı, 12 Rabîulevvel Pazartesi sabahı, güneş doğmadan az evvel zuhûr âlemine tenezzül ederek, Abdullâh ve Âmine’nin izdivaç kucağında bütün zaman ve mekânları şereflendirdi.
O’nun zuhûruyla Allâh’ın rahmeti bu âlemde coşup taştı. Sabahlar ve akşamlar renk değiştirdi. Duygular derinleşti. Sözler, sohbetler, lezzetler enginleşti; her şey ayrı bir mânâ, ayrı bir letâfet kazandı. Putlar sarsılarak yere devrildi. Kisrâlar beldesi Medâyin saraylarında sütunlar ve kuleler yıkıldı. Sâve Gölü, zulüm bataklığı hâlinde kurudu. Gönüller feyz ve bereketle doldu. Bu bereket, bütün kâinâtı yani bütün zaman ve mekânları kuşattı.
Şâyet bütün fazîletleri kendisinde cem eden Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- dünyayı teşrîf etmeseydi, insanlık, kıyâmete kadar zulüm ve vahşet içinde kalır, güçsüzler güçlülerin esîri olurdu. Muvâzene şer lehine bozulurdu. Dünya, zâlimlere ve güçlülere âid olurdu. Şâir bu hâli ne güzel ifâdelendirmiştir:
Yâ Rasûlallâh, eğer Sen gelmeseydin âleme,
Güller açmaz, bülbül ötmez, meçhûl esmâ Âdem’e
Varlığın mânâsı kalmaz garkolurdu mâteme!..
Büyük Hak dostu Mevlânâ -kuddise sirruh- da, bir ömür boyu akla hayâle gelmedik çileleri göğüsleyerek zulmü bertaraf eden ve putları kıran Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’e ne kadar minnet duymamız gerektiğini şöyle ifâde buyurur:
“Ey bugün müslüman olan kimse! Eğer Hazret-i Ahmed -aleyhissalâtü vesselâm-’ın sa’y ü gayreti ve putları kırdırmak husûsundaki himmeti olmasaydı, şimdi sen de ecdâdın gibi putlara tapardın.”
,
Medeniyetten uzak ve câhil bir toplum içinden çıkan bu ümmî insan, ortaya koyduğu ilim ve hikmet muhtevâsıyla devrin insanlarını âciz bıraktığı gibi, ulaşılmamış ve kıyâmete kadar da ulaşılamayacak bir mûcize deryâsıyla gelmiştir. Bu şununla da sâbittir ki, Kur’ân-ı Kerîm, geçmişteki târihî hâdiselerden gelecekte zuhûr edecek hâllere kadar birçok ilmî ve fennî mes’eleye temâs ettiği hâlde, 1400 yıldan beri hiçbir keşif O’nu tekzîb edememiştir. Hâlbuki, bugün bile dünyanın en meşhûr ansiklopedileri, her yıl bir ek cilt çıkararak, kendilerini tashih ve yenilemek mecbûriyetinde kalırlar.
O yetîm ve ümmî Peygamber, insanlardan ders görmedi; lâkin bütün beşeriyete kurtarıcı, gayb âleminin tercümânı ve Hak mektebinin hocası olarak geldi.
Hazret-i Mûsâ birtakım ahkâm getirmişti. Hazret-i Dâvûd, Allâh’a duâ ve münâcaatları ile mümtâz olmuştu. Hazret-i Îsâ, insanlara mekârim-i ahlâkı ve zühdü öğretmek için gönderilmişti. İslâm Peygamberi Hazret-i Muhammed Mustafâ -sallâllâhu aleyhi ve sellem- ise, bunların cümlesini getirdi: Ahkâm vaz’ etti. Nefsi tezkiye edip berrak bir kalb ile Allâh’a duâyı öğretti. En güzel ahlâkı bildirdi ve yaşayışı ile nümûne oldu. Dünyanın aldatıcı alâyişine aldanmamayı tavsiye buyurdu. Kısaca, bütün peygamberlerin salâhiyet ve vazîfelerinin cümlesini kendisinde cem etti. Neseb ve edeb asâleti, cemâl ve kemâl saâdeti, hep O’nda toplanmıştı.
Kırk yıl câhil bir toplum içinde yaşadı. Sonradan ortaya koyacağı mükemmelliklerin çoğu, halkının henüz meçhûlü idi. Bir devlet adamı, bir vâiz, bir hatîb olarak bilinmiyordu. Büyük bir kumandan olduğundan söz etmek şöyle dursun, sıradan bir asker olarak dahî mârûf değildi.
Fakat hiç şüphesiz O’nun kırkıncı yaşı, insanlık için en büyük dönüm noktası oldu.
O’nun daha önce, geçmiş milletlerin ve peygamberlerin tarihinden, kıyâmet gününden, cennet ve cehennemden bahsettiği duyulmamıştı. Yalnız kendi şahsına münhasır ulvî bir hayatın, yüksek bir ahlâkın içinde idi. Lâkin ilâhî bir vazife ile Hirâ Mağarası’ndan döndüğünde, tamâmen değişmişti.
Teblîğe başlayınca, bütün Arabistan korku ve şaşkınlık içinde kaldı. Hârika belâgati ve hitâbeti, onları teshîr etti (âdeta büyüledi). Şiir, edebiyat, belâgat ve fesâhat yarışmaları sıfırlandı. Bundan sonra artık hiçbir şâir, yarışma kazanan şiirini Kâbe’nin duvarına asamaz oldu. Böylece asırlardan beri gelen bir an’ane tarihe karıştı. O derecede ki meşhûr şâir İmriü’l-Kays’ın şiirden çok iyi anlayan kız kardeşi:
وَقِيلَ يَا أَرْضُ ابْلَعِي مَاءكِ وَيَا سَمَاء أَقْلِعِي وَغِيضَ الْمَاء وَقُضِيَ الأَمْرُ وَاسْتَوَتْ عَلَى الْجُودِيِّ وَقِيلَ بُعْداً لِّلْقَوْمِ الظَّالِمِينَ
“(Nihayet) «Ey yer suyunu yut! Ve ey gök (suyunu) tut!» denildi. Su çekildi; iş bitirildi; (gemi de) Cûdî (dağının) üzerine yerleşti. Ve: «O zalimler topluluğunun canı cehenneme!» denildi.” (Hûd, 44) âyet-i celîlesini işitince:
“–Artık kimsenin bir diyeceği kalmadı. Kardeşimin şiiri dahî meydân-ı iftiharda duramaz!..” diyerek vardı İmriü’l-Kays’ın en başta duran kasîdesini Kâbe duvarından indirdi. Seviye olarak onun altında bulunan diğer şiirlere (Muallakât’a) hiçbir diyecek kalmadığından onlar da birer birer indirildi.4
Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, bütün insanlığa, kendisinin yeryüzünde Hakk’ın Rasûlü olduğu gerçeğini fiilen tâlim etti.
En güzîde ilim adamlarının bile ancak ömür boyu süren araştırmalarından, insan ve eşyâ üzerindeki geniş tecrübelerinden sonra gerçek hikmetini idrâk edebilecekleri sosyal, kültürel, iktisâdî hayat, kitle idâresi, milletlerarası ilişkiler… gibi her alandaki en mükemmel kâideleri koydu. Muhakkak ki insanlık, teorik bilgi ve pratik tecrübe açısından geliştikçe, Hakîkat-i Muhammediye’yi daha iyi kavrayacaktır.
Daha önce eline kılıç almamış, askerî tâlim görmemiş, ancak bir defâ seyirci olarak savaşa katılmış olan bu yüce Peygamber, bütün insanlığı ihâta eden engin merhametine rağmen tevhîd mücâdelesi ve içtimâî sulh uğruna zarûreten en çetin savaşlardan bile geri kalmayan cesur ve şecaatli bir asker, dirâyetli bir kumandan oldu.
Kapı kapı dolaşıp Allâh’ın dînini insanlara teblîğ etti. Fakat nasîbi olmayanlar, kendilerine gelen hidâyet güneşine pervâsızca kapılarını kapatıp ilelebed karanlıklar içinde kalmayı tercih ettiler. Hatta bazen kalblerinde bulunan katılıktan dolayı kendisine kaba davrandılar. Ancak O, şahsına yapılan bu kaba hareketler sebebiyle değil de, onların gaflet ve cehâletinden dolayı müteessir oldu.
Bu gibi insanlara:
“Bu (tebliğime) mukâbil sizden bir ücret istemiyorum!” (Sâd, 86) buyurarak, sırf Allâh rızâsını hedef aldıklarını dâimâ ifâde ettiler.
Dokuz yıl içinde çoğu zaman düşmanın üçte biri kadarlık askerî gücü ile bütün Arabistan’ı fethetti. Hem de iki taraftan da yok denecek kadar az bir can kaybıyla… Devrinin başıbozuk, disiplinsiz insanlarına aşıladığı rûhânî güç ve verdiği askerî eğitim ile fütûhâtta mûcizevî bir başarı elde etti. O derecede ki, ardından gelenler, zamanın en heybetli ve güçlü iki devleti olan Rûm ve Pers imparatorluklarını hezîmete uğrattılar.
Böylece insanlık tarihinin -bütün menfî şartlara rağmen- en büyük inkılâbına vücûd vermiş olan Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, zâlimleri sindirdi, mazlûmların gözyaşlarını dindirdi. Yetimlerin saçlarına O’nun mübârek elleri tarak oldu. O’nun tesellî ışıkları ile gönüller gamdan kurtuldu.
Mehmed Âkif, bu manzarayı ne güzel ifâdelendirir:
Derken, büyümüş, kırkına gelmişti ki Öksüz,
Başlarda gezen kanlı ayaklar suya erdi!
Bir nefhada insanlığı kurtardı o Mâsûm,
Bir hamlede kayserleri, kisrâları serdi!
Aczin ki ezilmekti bütün hakkı, dirildi;
Zulmün ki, zevâl aklına gelmezdi, geberdi!
Âlemlere rahmetti, evet, şer’-i mübîni,
Şehbâlini adl isteyenin yurduna gerdi.
Dünyâ neye sahipse, O’nun vergisidir hep;
Medyûn O’na cem’iyyeti, medyûn O’na ferdi.
Medyûndur o Mâsûm’a bütün bir beşeriyyet…
Yâ Rab, bizi mahşerde bu ikrâr ile haşret!..
,
Peygamberlerin serveri Hazret-i Muhammed Mustafâ -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in sîreti âdeta engin bir deryâ; diğer peygamberlerin sîretleri ise oraya dökülen nehirler mesâbesindedir. O, kendisinden evvel gelen, -bir rivâyete göre- 124 bin küsur peygamberin bilinen ve bilinemeyen bütün fârik vasıflarının daha ötesine sahip olmuş, güzel ahlâk ve hasletlerin zirvesini teşkil etmiştir. O, kendi devrine kadar insanlığın tefekkür ve yaşayış îtibârıyla kaydettiği gelişmeye ilâveten, kıyâmete kadar vâkî olabilecek ihtiyaçlarını da karşılayacak nümûne-i imtisal bir şahsiyettir. Bu sebeple bütün insanlığa Âhirzaman Nebîsi olarak gönderilmiştir.
Nitekim Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- yüksek ahlâkî vasfını beyân sadedinde:
“Ben güzel ahlâkı tamamlamak üzere gönderildim.” buyurmuştur. (Muvatta’, Hüsnü’l-huluk,
-sallâllâhu aleyhi ve sellem-
Peygamberler tarihi ve takvîmi, varlığın ilki olan “Nûr-i Muhammedî”nin ilk insana ikrâmı ile başlamış; “cismâniyet-i Muhammedî”nin dünya âleminde zuhûruyla da nihâyet bulmuştur. Yani bu yüce nûr, en temiz ve en asîl soylardan teselsül ede ede Hazret-i Abdullâh’a kadar gelmiş, Âmine Hâtun’un hâmileliğiyle birlikte Hazret-i Abdullâh’ın alnından, Varlık Nûru’nu taşıyan bu tâlihli anneye intikâl etmiş, nihâyet ondan da asıl sahibi olan Âlemlerin Efendisi’ne teslim edilmiştir.
Kâinât manzûmesi, Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in nûrundan husûle gelmiştir. Onun içindir ki kâinâttaki binbir türlü nakış ve ilâhî kudret akışları, O’nun nûrundan bir tedâî ve bir tebessümdür. Âdem -aleyhisselâm-’ın toprağına Rasûlullâh’ın toprağından bir nasîb konduğu için, Âdem -aleyhisselâm-’ın tevbesine icâbet olundu. Hadîs-i şerîfte buyrulduğu üzere:
“Âdem -aleyhisselâm- cennetten çıkarılmasına sebep olan zelleyi işlediğinde, hatâsını anlayıp:
«–Yâ Rabbî! Muhammed hakkı için Sen’den beni bağışlamanı istiyorum.» dedi. Allâh Teâlâ:
«–Ey Âdem! Henüz yaratmadığım hâlde Muhammed’i sen nereden bildin?» buyurdu.
Âdem -aleyhisselâm-:
«–Yâ Rabbî! Sen beni yaratıp bana rûhundan üflediğinde başımı kaldırdım, arşın sütunları üzerinde “Lâ ilâhe illâllâh, Muhammedü’r-Rasûlullâh” cümlesinin yazılı olduğunu gördüm. Bildim ki Sen, zâtının ismine ancak yaratılmışların en sevimlisini izâfe edersin!» dedi.
Bunun üzerine Allâh Teâlâ:
«–Doğru söyledin ey Âdem! Hakîkaten O, Bana göre mahlûkâtın en sevimlisidir. O’nun hakkı için bana duâ et. (Mâdem ki duâ ettin), Ben de seni bağışladım. Şâyet Muhammed olmasaydı seni yaratmazdım!» buyurdu.”2
İşte Hazret-i Âdem -aleyhisselâm-, Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’i, duâsına vesîle kıldı; ilâhî affa mazhar oldu. O yüce Rasûl, İbrâhim -aleyhisselâm-’ın sulbüne intikâl eyledi; ateş ona serin ve selâmet oldu. O yüce inci, İsmâil -aleyhisselâm-’ın sedefine girince, nâmına göklerden kurbanlık bir koç indirildi.
Görüldüğü üzere peygamberler dahî O’nun hakkı için ilâhî rahmetten istifâde etmişlerdir. Hattâ O’na tâbî olmanın bereketine erebilmek için kendisine ümmet olmak isteyen Hazret-i Mûsâ -aleyhisselâm- gibi peygamberler bile çıkmıştır:
Katâde bin Nûmân -radıyallâhu anh-’ın nakline göre Hazret-i Mûsâ -aleyhisselâm- şöyle dedi:
“–Yâ Rabbî! Bana verdiğin levhalarda insanlar arasından çıkarılmış, iyiliği emreden kötülükleri yasaklayan en hayırlı bir ümmetten bahsedildiğini görüyorum. Allâh’ım onları benim ümmetim kıl!”
Allâh Teâlâ:
“–Onlar, Ahmed’in ümmetidir.” buyurdu.
Mûsâ -aleyhisselâm-:
“–Rabbim! Levhalarda dünyaya gelişte son, cennete girişte ilk olan bir ümmetten bahsedildiğini görüyorum. Onları benim ümmetim kıl!” dedi.
Allâh Teâlâ:
“–Onlar, Ahmed’in ümmetidir.” buyurdu.
Mûsâ -aleyhisselâm-:
“–Yâ Rabbî! Yine levhalarda bir ümmetten bahsediliyor ki, onların İncil’leri (kitapları) sadırlarındadır, ezberden okurlar. Hâlbuki onlardan önceki ümmetler kitaplarını yüzünden okurlar, kitapları kaybolunca da ondan hiçbir şey hatırlamazlardı. Şüphesiz Sen bu ümmete daha önce hiçbir ümmete vermediğin bir ezberleme ve muhâfaza etme kuvveti vermişsindir. Allâh’ım onları benim ümmetim kıl!” dedi.
Allâh Teâlâ:
“Onlar, Ahmed’in ümmetidir.” buyurdu.
Hazret-i Mûsâ:
“–Rabbim! Orada hem önceki kitaplara hem de son kitaba îmân eden, her türlü sapıklıkla, tek gözlü ve yalancı deccal ile savaşan bir ümmet zikrediliyor. Onu benim ümmetim kıl!” dedi.
Allâh Teâlâ:
“O, Ahmed’in ümmetidir.” buyurdu…
Mûsâ -aleyhisselâm-:
“–Rabbim! Orada öyle bir ümmet zikredilmektedir ki, onlardan biri bir iyilik yapmaya niyet etse de onu yapamasa ona bir hasene yazılmakta, yaptığı takdirde ise 10’dan 700 katına kadar sevap verilmektedir. Onları benim ümmetim kıl!” dedi.
Allâh Teâlâ:
“Onlar, Ahmed’in ümmetidir.” buyurdu…
Bunun üzerine Hazret-i Mûsâ -aleyhisselâm-, elindeki levhaları bir kenara bırakıp:
“–Allâh’ım! Beni de Ahmed’in ümmetinden eyle!” diye yalvardı.3
Hâsılı bereketli bir hidâyet şerâresi hâlindeki nebîler silsilesinin her halkası, âlemlere rahmet olarak gönderilen Hazret-i Muhammed Mustafâ -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in zuhûrunun âdeta bir ikbâl müjdecisiydi…
Nihayet beklenen nûr, mîlâdî 571 yılı, 12 Rabîulevvel Pazartesi sabahı, güneş doğmadan az evvel zuhûr âlemine tenezzül ederek, Abdullâh ve Âmine’nin izdivaç kucağında bütün zaman ve mekânları şereflendirdi.
O’nun zuhûruyla Allâh’ın rahmeti bu âlemde coşup taştı. Sabahlar ve akşamlar renk değiştirdi. Duygular derinleşti. Sözler, sohbetler, lezzetler enginleşti; her şey ayrı bir mânâ, ayrı bir letâfet kazandı. Putlar sarsılarak yere devrildi. Kisrâlar beldesi Medâyin saraylarında sütunlar ve kuleler yıkıldı. Sâve Gölü, zulüm bataklığı hâlinde kurudu. Gönüller feyz ve bereketle doldu. Bu bereket, bütün kâinâtı yani bütün zaman ve mekânları kuşattı.
Şâyet bütün fazîletleri kendisinde cem eden Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- dünyayı teşrîf etmeseydi, insanlık, kıyâmete kadar zulüm ve vahşet içinde kalır, güçsüzler güçlülerin esîri olurdu. Muvâzene şer lehine bozulurdu. Dünya, zâlimlere ve güçlülere âid olurdu. Şâir bu hâli ne güzel ifâdelendirmiştir:
Yâ Rasûlallâh, eğer Sen gelmeseydin âleme,
Güller açmaz, bülbül ötmez, meçhûl esmâ Âdem’e
Varlığın mânâsı kalmaz garkolurdu mâteme!..
Büyük Hak dostu Mevlânâ -kuddise sirruh- da, bir ömür boyu akla hayâle gelmedik çileleri göğüsleyerek zulmü bertaraf eden ve putları kıran Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’e ne kadar minnet duymamız gerektiğini şöyle ifâde buyurur:
“Ey bugün müslüman olan kimse! Eğer Hazret-i Ahmed -aleyhissalâtü vesselâm-’ın sa’y ü gayreti ve putları kırdırmak husûsundaki himmeti olmasaydı, şimdi sen de ecdâdın gibi putlara tapardın.”
,
Medeniyetten uzak ve câhil bir toplum içinden çıkan bu ümmî insan, ortaya koyduğu ilim ve hikmet muhtevâsıyla devrin insanlarını âciz bıraktığı gibi, ulaşılmamış ve kıyâmete kadar da ulaşılamayacak bir mûcize deryâsıyla gelmiştir. Bu şununla da sâbittir ki, Kur’ân-ı Kerîm, geçmişteki târihî hâdiselerden gelecekte zuhûr edecek hâllere kadar birçok ilmî ve fennî mes’eleye temâs ettiği hâlde, 1400 yıldan beri hiçbir keşif O’nu tekzîb edememiştir. Hâlbuki, bugün bile dünyanın en meşhûr ansiklopedileri, her yıl bir ek cilt çıkararak, kendilerini tashih ve yenilemek mecbûriyetinde kalırlar.
O yetîm ve ümmî Peygamber, insanlardan ders görmedi; lâkin bütün beşeriyete kurtarıcı, gayb âleminin tercümânı ve Hak mektebinin hocası olarak geldi.
Hazret-i Mûsâ birtakım ahkâm getirmişti. Hazret-i Dâvûd, Allâh’a duâ ve münâcaatları ile mümtâz olmuştu. Hazret-i Îsâ, insanlara mekârim-i ahlâkı ve zühdü öğretmek için gönderilmişti. İslâm Peygamberi Hazret-i Muhammed Mustafâ -sallâllâhu aleyhi ve sellem- ise, bunların cümlesini getirdi: Ahkâm vaz’ etti. Nefsi tezkiye edip berrak bir kalb ile Allâh’a duâyı öğretti. En güzel ahlâkı bildirdi ve yaşayışı ile nümûne oldu. Dünyanın aldatıcı alâyişine aldanmamayı tavsiye buyurdu. Kısaca, bütün peygamberlerin salâhiyet ve vazîfelerinin cümlesini kendisinde cem etti. Neseb ve edeb asâleti, cemâl ve kemâl saâdeti, hep O’nda toplanmıştı.
Kırk yıl câhil bir toplum içinde yaşadı. Sonradan ortaya koyacağı mükemmelliklerin çoğu, halkının henüz meçhûlü idi. Bir devlet adamı, bir vâiz, bir hatîb olarak bilinmiyordu. Büyük bir kumandan olduğundan söz etmek şöyle dursun, sıradan bir asker olarak dahî mârûf değildi.
Fakat hiç şüphesiz O’nun kırkıncı yaşı, insanlık için en büyük dönüm noktası oldu.
O’nun daha önce, geçmiş milletlerin ve peygamberlerin tarihinden, kıyâmet gününden, cennet ve cehennemden bahsettiği duyulmamıştı. Yalnız kendi şahsına münhasır ulvî bir hayatın, yüksek bir ahlâkın içinde idi. Lâkin ilâhî bir vazife ile Hirâ Mağarası’ndan döndüğünde, tamâmen değişmişti.
Teblîğe başlayınca, bütün Arabistan korku ve şaşkınlık içinde kaldı. Hârika belâgati ve hitâbeti, onları teshîr etti (âdeta büyüledi). Şiir, edebiyat, belâgat ve fesâhat yarışmaları sıfırlandı. Bundan sonra artık hiçbir şâir, yarışma kazanan şiirini Kâbe’nin duvarına asamaz oldu. Böylece asırlardan beri gelen bir an’ane tarihe karıştı. O derecede ki meşhûr şâir İmriü’l-Kays’ın şiirden çok iyi anlayan kız kardeşi:
وَقِيلَ يَا أَرْضُ ابْلَعِي مَاءكِ وَيَا سَمَاء أَقْلِعِي وَغِيضَ الْمَاء وَقُضِيَ الأَمْرُ وَاسْتَوَتْ عَلَى الْجُودِيِّ وَقِيلَ بُعْداً لِّلْقَوْمِ الظَّالِمِينَ
“(Nihayet) «Ey yer suyunu yut! Ve ey gök (suyunu) tut!» denildi. Su çekildi; iş bitirildi; (gemi de) Cûdî (dağının) üzerine yerleşti. Ve: «O zalimler topluluğunun canı cehenneme!» denildi.” (Hûd, 44) âyet-i celîlesini işitince:
“–Artık kimsenin bir diyeceği kalmadı. Kardeşimin şiiri dahî meydân-ı iftiharda duramaz!..” diyerek vardı İmriü’l-Kays’ın en başta duran kasîdesini Kâbe duvarından indirdi. Seviye olarak onun altında bulunan diğer şiirlere (Muallakât’a) hiçbir diyecek kalmadığından onlar da birer birer indirildi.4
Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, bütün insanlığa, kendisinin yeryüzünde Hakk’ın Rasûlü olduğu gerçeğini fiilen tâlim etti.
En güzîde ilim adamlarının bile ancak ömür boyu süren araştırmalarından, insan ve eşyâ üzerindeki geniş tecrübelerinden sonra gerçek hikmetini idrâk edebilecekleri sosyal, kültürel, iktisâdî hayat, kitle idâresi, milletlerarası ilişkiler… gibi her alandaki en mükemmel kâideleri koydu. Muhakkak ki insanlık, teorik bilgi ve pratik tecrübe açısından geliştikçe, Hakîkat-i Muhammediye’yi daha iyi kavrayacaktır.
Daha önce eline kılıç almamış, askerî tâlim görmemiş, ancak bir defâ seyirci olarak savaşa katılmış olan bu yüce Peygamber, bütün insanlığı ihâta eden engin merhametine rağmen tevhîd mücâdelesi ve içtimâî sulh uğruna zarûreten en çetin savaşlardan bile geri kalmayan cesur ve şecaatli bir asker, dirâyetli bir kumandan oldu.
Kapı kapı dolaşıp Allâh’ın dînini insanlara teblîğ etti. Fakat nasîbi olmayanlar, kendilerine gelen hidâyet güneşine pervâsızca kapılarını kapatıp ilelebed karanlıklar içinde kalmayı tercih ettiler. Hatta bazen kalblerinde bulunan katılıktan dolayı kendisine kaba davrandılar. Ancak O, şahsına yapılan bu kaba hareketler sebebiyle değil de, onların gaflet ve cehâletinden dolayı müteessir oldu.
Bu gibi insanlara:
“Bu (tebliğime) mukâbil sizden bir ücret istemiyorum!” (Sâd, 86) buyurarak, sırf Allâh rızâsını hedef aldıklarını dâimâ ifâde ettiler.
Dokuz yıl içinde çoğu zaman düşmanın üçte biri kadarlık askerî gücü ile bütün Arabistan’ı fethetti. Hem de iki taraftan da yok denecek kadar az bir can kaybıyla… Devrinin başıbozuk, disiplinsiz insanlarına aşıladığı rûhânî güç ve verdiği askerî eğitim ile fütûhâtta mûcizevî bir başarı elde etti. O derecede ki, ardından gelenler, zamanın en heybetli ve güçlü iki devleti olan Rûm ve Pers imparatorluklarını hezîmete uğrattılar.
Böylece insanlık tarihinin -bütün menfî şartlara rağmen- en büyük inkılâbına vücûd vermiş olan Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, zâlimleri sindirdi, mazlûmların gözyaşlarını dindirdi. Yetimlerin saçlarına O’nun mübârek elleri tarak oldu. O’nun tesellî ışıkları ile gönüller gamdan kurtuldu.
Mehmed Âkif, bu manzarayı ne güzel ifâdelendirir:
Derken, büyümüş, kırkına gelmişti ki Öksüz,
Başlarda gezen kanlı ayaklar suya erdi!
Bir nefhada insanlığı kurtardı o Mâsûm,
Bir hamlede kayserleri, kisrâları serdi!
Aczin ki ezilmekti bütün hakkı, dirildi;
Zulmün ki, zevâl aklına gelmezdi, geberdi!
Âlemlere rahmetti, evet, şer’-i mübîni,
Şehbâlini adl isteyenin yurduna gerdi.
Dünyâ neye sahipse, O’nun vergisidir hep;
Medyûn O’na cem’iyyeti, medyûn O’na ferdi.
Medyûndur o Mâsûm’a bütün bir beşeriyyet…
Yâ Rab, bizi mahşerde bu ikrâr ile haşret!..
,
Peygamberlerin serveri Hazret-i Muhammed Mustafâ -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in sîreti âdeta engin bir deryâ; diğer peygamberlerin sîretleri ise oraya dökülen nehirler mesâbesindedir. O, kendisinden evvel gelen, -bir rivâyete göre- 124 bin küsur peygamberin bilinen ve bilinemeyen bütün fârik vasıflarının daha ötesine sahip olmuş, güzel ahlâk ve hasletlerin zirvesini teşkil etmiştir. O, kendi devrine kadar insanlığın tefekkür ve yaşayış îtibârıyla kaydettiği gelişmeye ilâveten, kıyâmete kadar vâkî olabilecek ihtiyaçlarını da karşılayacak nümûne-i imtisal bir şahsiyettir. Bu sebeple bütün insanlığa Âhirzaman Nebîsi olarak gönderilmiştir.
Nitekim Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- yüksek ahlâkî vasfını beyân sadedinde:
“Ben güzel ahlâkı tamamlamak üzere gönderildim.” buyurmuştur. (Muvatta’, Hüsnü’l-huluk,
1 Ekim 2009 Perşembe
İhlas Allahın Sırlarından Gizli Bir Sırdır
Peygamber Efendimiz (sav) Cebrail (as)'a “İhlas nedir? diye sordu. Cebrail (as)’da Allah-u Zülcelal’e sorduğu zaman; Allah-u Zülcelal ona şöyle buyurmuştur: "İhlas, benim sırlarımdan gizli bir sırdır. Onu halis kullarımın kalbine emanet olarak koydum." (Kuşeyri, risalesinde zayıf bir senedle rivayet etmiştir.) Cüneyd-i Bağdadi (ks); "İhlas, Allah'la kul arasında olan bir şeydir. Melek bilmiyor ki yazsın, şeytan da bilmiyor ki fesatlık yapsın." buyurmuştur.
Sehl bin Abdullah'a, "İnsanın nefsine en çok ağır gelen nedir?" diye sorduklarında, "İhlastır. Zira ihlasda nefsin nasibi yoktur." dedi.
Zünnun-i Mısri'ye: “Kul ne zaman halislerden olur?” diye sordular. Dedi ki; “Kendini son derece ibadete verip ve insanların yanında değerinin olmadığını bilirse o kişi muhlislerdendir.”
Yahya b. Muaz'a: “Kişi ne zaman muhlislerden olur?” diye sorulmuş, o da şöyle cevap vermiştir; “Ahlakı ne zaman süt emziren çocuklar gibi olur, başkalarının methetmesi ve kötülemesi onun nazarında aynı olursa o zaman muhlislerden olur.”
Abdullah b. Ömer (Radıyallahu Anh), Resulullah (Sallallahu Aleyhi Ve Sellem) 'in şöyle söylediğini işittim dedi: “Sizden önceki ümmetlerden üç kişi yolculuğa çıktılar. Geceyi geçirmek üzere bir mağaraya girince dağdan bir kaya parçası yuvarlanarak mağaranın ağzını kapattı. Bunun üzerine (birbirlerine) şöyle dediler:
"Bizi bu kayadan ancak iyi amellerimizi dile getirerek Allah'a yapacağımız dua kurtarabilir."
Birincisi şöyle dua etti:
"Allah'ım! Benim çok ihtiyar anne ve babam vardı. Onları doyurmadan çoluk çocuğumu ve hayvanlarımı doyurmazdım. Bir gün, odun toplamak için uzaklara gitmiştim. Geç vakte kadar da dönemedim. Akşam içecekleri sütü, sağıp getirdiğimde anne ve babam uyuyorlardı. Onlara sütlerini içirmeden önce çoluk çocuğumun ve hayvanlarımın karınlarını doyurmayı hoş görme- dim. Elimde tas, tanyeri ağarıncaya kadar anne ve babamın uyanmalarını bekledim. Çocuklar açlıktan ayaklarımın dibinde ağlıyorlardı. Uyandılar ve akşam sütlerini içtiler. Allah'ım! Bunu senin rızan için yapmışsam bu kayadan bizi kurtar" dedi. Bunun üzerine kaya biraz açıldı. Ancak açılan yerden çıkmak mümkün değildi.
İkincisi şöyle dua etti:
"Allah'ım! Amcamın bir kızı vardı. Onu çok seviyordum. Kendisini bana teslim etmesini istedim, kabul etmedi. Kıtlığın hüküm sürdüğü bir yılda bana başvurdu. Kendisini teslim etmesi şartıyla ona yüz yirmi dinar verdim. Teklifimi kabul etti. Ona yaklaşmaya imkan bulduğum bir sırada bana; "Dini nikah olmadan bana yaklaşman helal olmaz" deyince yaklaşmaktan vazgeçtim ve yanından ayrıldım. Halbuki onu herkesten çok seviyordum. Verdiğim altınları da geri almadım. Allah'ım! Bunu senin rızan için yapmışsam bizi buradan kurtar." Bunun üzerine kaya biraz daha açıldı. Ancak açılan yer çıkabilecekleri kadar değildi.
Üçüncüsü şöyle dua etti:
"Allah'ım! Ücretli işçiler tutmuştum, hepsinin ücretini öde-dim. Ancak biri ücretini almadan gitti. Ben de onun parasını çalıştırdım. Öyle ki, bundan birçok mal meydana geldi. Bir müddet sonra bana gelerek: "Ey Allah'ın kulu! Ücretimi ver" deyince ona; "Şu gördüğün develer, sığırlar, koyunlar ve kölelerin hepsi senin ücretinden üremiştir, al götür" dedim. O da; "Ey Allah'ın kulu! Benimle alay etmiyorsun ya?" dedi. Ben de: "Hayır, alay etmiyorum" deyince, malların hepsini alarak götürdü. Bana hiçbir şey bırakmadı." "Allah'ım! Bunu senin rızan için yapmışsam, içinde bulunduğumuz şu beladan bizi kurtar." Bunun üzerine kaya tamamen açıldı. Onlar da mağaradan çıkarak yollarına devam ettiler. (Buhari, Müslim, Nesai)
Burada Peygamber Efendimiz (Sallallahu Aleyhi Ve Sellem) bu üç kişinin niyetlerinin sadece Allah-u Zülcelal'in rızası olduğu için Allah'ın onlara yardım ettiğini ve kurtardığını bize anlattı. Bu bütün insanlar için bir işarettir.
Ebu'd-Derda (Radıyallahu Anh)'dan Resulullah (Sallallahu Aleyhi Ve Sellem)'in şöyle buyurduğu rivayet edildi: "Bir kimse; 'gece kalkar namaz kılarım' deyip yatağına yatsa, şayet kalkamayıp sabaha kadar uyusa amel defterine niyet ettiği namazın sevabı yazılır. Uykusu da kendisine Rabbi tarafından bir sadaka olur." (Nesai, İbn Mace, İbn Hıbban)
Bu ayet ve hadislerden anlaşılan şudur ki, halis niyet ve salih amel Allah'ın yanında çok değerlidir. Hakikaten de ameller niyetlere göredir. Salih niyet olmaz ise o amelin bir değeri kalmaz. Çünkü Allah-u Zülcelal buyurdu ki; "İhlas benim sırlarımdan gizli bir sırdır. Onu halis kullarımın kalbine emanet olarak koydum." (Kuşeyri risalesinde zayıf bir senedle rivayet etmiştir.)
Niyet ve ihlas Allah ile kul arasında bir sırdır. Niyet halis olmazsa, zahir olan amel de değersiz olur. Bunun için niyet halis olmalıdır ki amel de yerini bulsun.
Kul, bütün davranışlarını Allah için yapmalıdır. Yemek yediği, arkadaşını ziyarete gittiği veya işine gittiği zaman hep niyeti Allah rızası olmalıdır. Yemek önüne geldiği zaman hoşuna gittiği için değil, Allah'ın ibadetini yapmak için, kuvvet bulmak niyeti ile yemelidir. İşine gittiği zaman, “Ya Rabbi, benim çocuklarımın nafakası bana vaciptir.” diye niyet etmelidir.
Böyle yaparsa bütün bu yaptıkları da ibadettir. Bu şekilde yeryüzündeki bütün davranışlarını Allah niyeti ile yaparsa, onlardan dolayı Allah'tan gelen feyz, nisbet ve rahmeti hissedecek, menfaatini de görecektir. Onun için bazı Evliyalar buyurdular ki; "Ne iş yaptım ise ondan önce niyetimi Allah için yapmadan o işe teşebbüs etmemişimdir." Kendi nefsimize ve kuvvetimize güvenmeyelim.
Peygamber ve evliyaları rehber edinerek ihlası Allah-u Zülcelal'den isteyelim. Allah merttir, cavittir (cömerttir), her şeye kadirdir, onun hazineleri doludur. Eğer istersek bize verecektir.
Allah-u Zülcelal hepimize kendi fazlıyla, keremiyle halis bir niyeti nasip etsin. Amin...
Seyda Muhammed Konyevi Hz. (K.S.)
Sehl bin Abdullah'a, "İnsanın nefsine en çok ağır gelen nedir?" diye sorduklarında, "İhlastır. Zira ihlasda nefsin nasibi yoktur." dedi.
Zünnun-i Mısri'ye: “Kul ne zaman halislerden olur?” diye sordular. Dedi ki; “Kendini son derece ibadete verip ve insanların yanında değerinin olmadığını bilirse o kişi muhlislerdendir.”
Yahya b. Muaz'a: “Kişi ne zaman muhlislerden olur?” diye sorulmuş, o da şöyle cevap vermiştir; “Ahlakı ne zaman süt emziren çocuklar gibi olur, başkalarının methetmesi ve kötülemesi onun nazarında aynı olursa o zaman muhlislerden olur.”
Abdullah b. Ömer (Radıyallahu Anh), Resulullah (Sallallahu Aleyhi Ve Sellem) 'in şöyle söylediğini işittim dedi: “Sizden önceki ümmetlerden üç kişi yolculuğa çıktılar. Geceyi geçirmek üzere bir mağaraya girince dağdan bir kaya parçası yuvarlanarak mağaranın ağzını kapattı. Bunun üzerine (birbirlerine) şöyle dediler:
"Bizi bu kayadan ancak iyi amellerimizi dile getirerek Allah'a yapacağımız dua kurtarabilir."
Birincisi şöyle dua etti:
"Allah'ım! Benim çok ihtiyar anne ve babam vardı. Onları doyurmadan çoluk çocuğumu ve hayvanlarımı doyurmazdım. Bir gün, odun toplamak için uzaklara gitmiştim. Geç vakte kadar da dönemedim. Akşam içecekleri sütü, sağıp getirdiğimde anne ve babam uyuyorlardı. Onlara sütlerini içirmeden önce çoluk çocuğumun ve hayvanlarımın karınlarını doyurmayı hoş görme- dim. Elimde tas, tanyeri ağarıncaya kadar anne ve babamın uyanmalarını bekledim. Çocuklar açlıktan ayaklarımın dibinde ağlıyorlardı. Uyandılar ve akşam sütlerini içtiler. Allah'ım! Bunu senin rızan için yapmışsam bu kayadan bizi kurtar" dedi. Bunun üzerine kaya biraz açıldı. Ancak açılan yerden çıkmak mümkün değildi.
İkincisi şöyle dua etti:
"Allah'ım! Amcamın bir kızı vardı. Onu çok seviyordum. Kendisini bana teslim etmesini istedim, kabul etmedi. Kıtlığın hüküm sürdüğü bir yılda bana başvurdu. Kendisini teslim etmesi şartıyla ona yüz yirmi dinar verdim. Teklifimi kabul etti. Ona yaklaşmaya imkan bulduğum bir sırada bana; "Dini nikah olmadan bana yaklaşman helal olmaz" deyince yaklaşmaktan vazgeçtim ve yanından ayrıldım. Halbuki onu herkesten çok seviyordum. Verdiğim altınları da geri almadım. Allah'ım! Bunu senin rızan için yapmışsam bizi buradan kurtar." Bunun üzerine kaya biraz daha açıldı. Ancak açılan yer çıkabilecekleri kadar değildi.
Üçüncüsü şöyle dua etti:
"Allah'ım! Ücretli işçiler tutmuştum, hepsinin ücretini öde-dim. Ancak biri ücretini almadan gitti. Ben de onun parasını çalıştırdım. Öyle ki, bundan birçok mal meydana geldi. Bir müddet sonra bana gelerek: "Ey Allah'ın kulu! Ücretimi ver" deyince ona; "Şu gördüğün develer, sığırlar, koyunlar ve kölelerin hepsi senin ücretinden üremiştir, al götür" dedim. O da; "Ey Allah'ın kulu! Benimle alay etmiyorsun ya?" dedi. Ben de: "Hayır, alay etmiyorum" deyince, malların hepsini alarak götürdü. Bana hiçbir şey bırakmadı." "Allah'ım! Bunu senin rızan için yapmışsam, içinde bulunduğumuz şu beladan bizi kurtar." Bunun üzerine kaya tamamen açıldı. Onlar da mağaradan çıkarak yollarına devam ettiler. (Buhari, Müslim, Nesai)
Burada Peygamber Efendimiz (Sallallahu Aleyhi Ve Sellem) bu üç kişinin niyetlerinin sadece Allah-u Zülcelal'in rızası olduğu için Allah'ın onlara yardım ettiğini ve kurtardığını bize anlattı. Bu bütün insanlar için bir işarettir.
Ebu'd-Derda (Radıyallahu Anh)'dan Resulullah (Sallallahu Aleyhi Ve Sellem)'in şöyle buyurduğu rivayet edildi: "Bir kimse; 'gece kalkar namaz kılarım' deyip yatağına yatsa, şayet kalkamayıp sabaha kadar uyusa amel defterine niyet ettiği namazın sevabı yazılır. Uykusu da kendisine Rabbi tarafından bir sadaka olur." (Nesai, İbn Mace, İbn Hıbban)
Bu ayet ve hadislerden anlaşılan şudur ki, halis niyet ve salih amel Allah'ın yanında çok değerlidir. Hakikaten de ameller niyetlere göredir. Salih niyet olmaz ise o amelin bir değeri kalmaz. Çünkü Allah-u Zülcelal buyurdu ki; "İhlas benim sırlarımdan gizli bir sırdır. Onu halis kullarımın kalbine emanet olarak koydum." (Kuşeyri risalesinde zayıf bir senedle rivayet etmiştir.)
Niyet ve ihlas Allah ile kul arasında bir sırdır. Niyet halis olmazsa, zahir olan amel de değersiz olur. Bunun için niyet halis olmalıdır ki amel de yerini bulsun.
Kul, bütün davranışlarını Allah için yapmalıdır. Yemek yediği, arkadaşını ziyarete gittiği veya işine gittiği zaman hep niyeti Allah rızası olmalıdır. Yemek önüne geldiği zaman hoşuna gittiği için değil, Allah'ın ibadetini yapmak için, kuvvet bulmak niyeti ile yemelidir. İşine gittiği zaman, “Ya Rabbi, benim çocuklarımın nafakası bana vaciptir.” diye niyet etmelidir.
Böyle yaparsa bütün bu yaptıkları da ibadettir. Bu şekilde yeryüzündeki bütün davranışlarını Allah niyeti ile yaparsa, onlardan dolayı Allah'tan gelen feyz, nisbet ve rahmeti hissedecek, menfaatini de görecektir. Onun için bazı Evliyalar buyurdular ki; "Ne iş yaptım ise ondan önce niyetimi Allah için yapmadan o işe teşebbüs etmemişimdir." Kendi nefsimize ve kuvvetimize güvenmeyelim.
Peygamber ve evliyaları rehber edinerek ihlası Allah-u Zülcelal'den isteyelim. Allah merttir, cavittir (cömerttir), her şeye kadirdir, onun hazineleri doludur. Eğer istersek bize verecektir.
Allah-u Zülcelal hepimize kendi fazlıyla, keremiyle halis bir niyeti nasip etsin. Amin...
Seyda Muhammed Konyevi Hz. (K.S.)
24 Eylül 2009 Perşembe
NAMAZSIZLIK UÇURUMU VE NAMAZIN DERİNLİĞİ
Ancak namaz kılanların yaptıkları kıymetlidir
Bize çok değerli bir sermaye verilmiştir. Bu sermaye ömürdür. Ömrün de kendine göre bir hesabı vardır. Mü'min her an yaşadığı hayatın hesabını verme şuuruyla yaşar. Bu şuuru her zaman canlı tutan da günde beş defa davet edildiğimiz namazdır.
Namazın ‘dinimizin direği’ olduğunu Müslümanlar olarak hepimiz biliyoruz. Ancak, hepimiz namazımızı kılıyor muyuz? Zira, o olmadan diğer ibadetlerin bir kıymeti olmayacaktır. Namazsız bir adam, direksiz, sütunsuz bir binaya benzer ve yıkılıp gitmesi, an meselesidir. Hadislerde geçen bazı müjdeli haberler; mesela, cömertlerin cennete gideceği haberi, her ne kadar bir müjde olsa da bu, namaz kılan cömert için geçerlidir. Namazsız bir cömertlik işe yarasa da, insana cenneti garanti edemez. “Benim kalbim temiz” deyip, o kalbi veren Allah'ın en çok istediği ibadeti yapmayan insan, sadece kendini aldatır. Çünkü, kalb ancak Allah'ı anmakla tatmin olur.
Bir kalpte Allah yoksa, o kalb dünya sevgisiyle dolu demektir. Bir insan namaz kılmıyorsa, kalbinde Allah'a karşı derin bir boşluk var demektir ve her an, bu insanın inançsızlık (küfür) sathına geçmesi söz konusudur . Efendimiz buyuruyor ki; "Namaz kılmayanla küfür arasında sadece bir perde kalmıştır." Belki de bunun için Sahabi, namaz kılmayana neredeyse Müslüman değil nazarıyla bakıyordu. Allah Resulü, "Namazı terk eden, Allah'ın huzuruna, Allah ona çok kızmış bir halde çıkar." buyurmuştu.
Namazsızlar şeytanı sevindiriyorlar
Hazreti Ali (kv) bir gün sabah namazına kalkamaz. O gün akşama kadar ibadetle meşgul olur. Ertesi gün kendisini, tanımadığı biri namaza kaldırır. Hazreti Ali ona: "Sen kimsin?" der. Şeytan olduğunu söyler. Niçin bunu yaptığını sorunca da, "Yine bütün gün Allah'a ibadet etmen, beni memnun etmezdi" diye cevap verir. Evet, şeytan vazifesini yerine getiriyor, Hazreti Ali de kendine düşeni yapıyordu. Namaz kılmayanlar, her gün şeytanı ne kadar sevindiriyorlar, oturup iyiden iyiye düşünmelidirler!
Namaz, imandan sonra gelen en büyük hakikattir. Allah (cc) Kur’an’ı Kerim’in pek çok yerinde, imandan hemen sonra namazdan bahseder. Mü'minleri tarif ederken hep, "iman eden ve salih amel işleyen" şeklinde tarif eder. Salih amelin başı ise namazdır. Pek çok yerde de, imandan sonra direk namazı getirir. Daha Bakara Suresi'sinin başında 'gayba iman edenler ve namazı dosdoğru kılanlar' şeklinde, Allah mü'minleri tarif eder.
Miraca engel ne varsa kurtulmak
Ensardan bir zat hurma bahçesinde namaz kılarken, gözü hurma salkımlarının gölgesine ilişir ve kendisine geldiğinde kaç rekat namaz kıldığını unutur. Sonra da Hazreti Osman'a gelerek, "Beni namazda oyalayan bu bahçeyi Allah yolunda feda etmek istiyorum" der. Hazreti Osman da bahçeyi elli bin dirheme satarak hazineye aktarır. O bahçe o tarihten sonra 'elli binlik bahçe' diye anılır. Evet, kuvvetli bir Allah inancına sahip olan sahabi, kendisini Allah'tan alıkoyan bahçesini, yine Allah yolunda feda etmeyi hiç zor görmüyordu. Namaz onların nazarında buydu.
Namaz, mü'minin miracıdır. Namazın muhtevası, insanların çok engin düşünmelerine vesile olacak kadar geniştir. Namaz kılarken, derinlemesine bir aşk u şevk içinde Allah'ın huzurunda bulunmanın şuurunda olmaktan, onu Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem)in arkasındaki cemaatten bir fert olarak kıldığını hissetmeye kadar; doğrudan doğruya kendisini meleklerin safları arasında görmekten, bir hamlede bizim ufkumuzu açan, Arş'ın örtüsüne alnını koyuyor gibi onu eda etmeye kadar, geniş bir yelpazede namazı duyma, hissetme şekilleri vardır.
İnsanın buna muvaffak olmasının ilk şartı, namazı tıpkı bir Mirac veya Mirac'ın gölgesi gibi bilmesidir. Zira o, sadece yatıp kalkmaktan ibaret bir hareketler topluluğu değildir. Mü'min için her namaz bir Mirac vesilesidir. Ve mü'mine düşen de, her namazda farklı farklı buudlarda bile olsa, Miracını tamamlamaktır.
Namaz, tesbih, ta'zim ve şükürdür
Namaza duran kimse, kendi kusurunu, günahını, küçüklüğünü, Allah'ın kusurdan, aczden uzak olduğunu ve O'nun büyüklüğünü hatırlayarak 'subhanellah' ve 'Allahuekber' der. Allah'ın sonsuz nimetine karşı sonsuz şükür gerekir, ‘elhamdulillah’ der. Fakat bu şükür sadece sözle mümkün değildir. Ancak, insan niyetiyle ve niyetini mümkün olduğunca amele dökerek bu şükrü yerine getirebilir. Bu da sağlam bir kulluk ve devamlı ibadetle olur.
Kulluğun en bariz özelliği ve ibadetlerin özü ise namazdır. Namazda 'elhamdülillah' kelimesi bu şükrün dil ile ifadesidir. Allah, Rab'dır. Rab; besleyen, terbiye eden, büyüten demektir. Allah'ın sonsuz bir Rububiyeti (Rablığı) vardır. Bu durum, Allah'ın, sonsuza kadar mahlukatı beslediği, terbiye ettiği manasına gelir.
Bu kadar sonsuz ve büyük bir saltanat, elbette kusurdan, noksandan uzak olmalıdır. İşte bu manayı ifade eden, namazın içindeki 'subhanallah' kelimesidir. Yine bu saltanat, acizlikten, küçüklükten, başkasına muhtaç olmaktan da uzaktır. Öyle olmasaydı nasıl her şeyi çok mükemmel bir şekilde idare edecek, her şeyin ihtiyacına koşacak, her şeye cevap verecekti!..
İşte bu manayı ifade eden, yine namazın içindeki, el pençe divan durarak, bel kırarak, boyun bükerek; rükûlarda, secdelerde, kıyamlarda söylenen 'Allahuekber' kelimesidir. Yine bu saltanat, yani bu kadar doyuran, besleyen, terbiye eden, idare eden bir saltanat, elbette karşılığında bir şükür ister. İşte namazda, her rekatta Fatiha'nın başında söylenen 'elhamdulillah' kelimesi, iki namaz arasındaki nimetlere bir nevi şükürdür. Ayrıca, bu manaları teyid eden, destekleyip kuvvetlendiren bir de namaz sonrası tesbihler vardır. Yani, Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem) tarafından büyük sevabı olduğu ifade edilen, terk edilmesi ise çok büyük bir boşluk ve kayıp olarak görülen, 33'er defa söylenen 'subhanallah', 'elhamdulillah' ve 'Allahuekber'lerdir.
Namaz hem çok kolay hem de çok kârlı bir ticarettir
Bediüzzaman Hazretleri'nin “Sözler” adlı kitabında (Dördüncü Söz) işaret ettiği gibi beş vakit namaz, yirmi dört altın seviyesinde olan günlük yirmi dört saatin sadece bir saatini alır, fakat ebedi bir cennet hayatını insana müjdeler. Tüccar, elbette sermayesinin hepsini harcamaz, bir kısmını yanında tutar, ta ki, ilerde işe yarasın, işini devam ettirebilsin. Hepsini birden, hem de lüzumsuz bir iş için harcarsa, neticede ne olacağı belli olur. Lüzumlu bir iş için harcasa bile dünya hayatı ebedi değilken, ne kadar lüzumlu olabilir! Şimdi, günlük sermayesinin yirmi üç saatini bu kısa dünya hayatı için harcayıp da onun bir saatini ebedi hayatı için vermeyen insanın ne kadar zarar ettiği malumdur.
Evet, namazdaki secde, kulun Allah'a en yakın olduğu andır. Efendimiz (sav)in ifadesidir bu. Namaz, günde beş defa Allah'a hesap vermenin adıdır.
Bize çok değerli bir sermaye verilmiştir. Bu sermaye ömürdür. Ömrün de kendine göre bir hesabı vardır. Mü'min her an yaşadığı hayatın hesabını verme şuuruyla yaşar. Bu şuuru her zaman canlı tutan da günde beş defa davet edildiğimiz namazdır.
SABAH VE AKŞAM NAMAZINDAN SONRA…
Allah Resûlü (sallallahu aleyhi ve sellem) buyurdu:
"Kim, sabah ve akşam namazından sonra, henüz yerinden kalkmadan, on defa: ‘Lâ ilâhe illallahu vahdehu lâ şerike leh. Lehul mulku ve lehul hamdu, yuhyî ve yûmitu ve huve âlâ kulli şeyîn kadîr’ derse, Allah ona on sevap yazar, on günahını siler, on da derecesini yükseltir. Bütün gün, istenmeyen her şeyden korunur, şeytan da ona bir şey yapamaz. Allah’a ortak koşmaktan başka, hiçbir günahı ona tesir edemez." (Tirmizî)
Bize çok değerli bir sermaye verilmiştir. Bu sermaye ömürdür. Ömrün de kendine göre bir hesabı vardır. Mü'min her an yaşadığı hayatın hesabını verme şuuruyla yaşar. Bu şuuru her zaman canlı tutan da günde beş defa davet edildiğimiz namazdır.
Namazın ‘dinimizin direği’ olduğunu Müslümanlar olarak hepimiz biliyoruz. Ancak, hepimiz namazımızı kılıyor muyuz? Zira, o olmadan diğer ibadetlerin bir kıymeti olmayacaktır. Namazsız bir adam, direksiz, sütunsuz bir binaya benzer ve yıkılıp gitmesi, an meselesidir. Hadislerde geçen bazı müjdeli haberler; mesela, cömertlerin cennete gideceği haberi, her ne kadar bir müjde olsa da bu, namaz kılan cömert için geçerlidir. Namazsız bir cömertlik işe yarasa da, insana cenneti garanti edemez. “Benim kalbim temiz” deyip, o kalbi veren Allah'ın en çok istediği ibadeti yapmayan insan, sadece kendini aldatır. Çünkü, kalb ancak Allah'ı anmakla tatmin olur.
Bir kalpte Allah yoksa, o kalb dünya sevgisiyle dolu demektir. Bir insan namaz kılmıyorsa, kalbinde Allah'a karşı derin bir boşluk var demektir ve her an, bu insanın inançsızlık (küfür) sathına geçmesi söz konusudur . Efendimiz buyuruyor ki; "Namaz kılmayanla küfür arasında sadece bir perde kalmıştır." Belki de bunun için Sahabi, namaz kılmayana neredeyse Müslüman değil nazarıyla bakıyordu. Allah Resulü, "Namazı terk eden, Allah'ın huzuruna, Allah ona çok kızmış bir halde çıkar." buyurmuştu.
Namazsızlar şeytanı sevindiriyorlar
Hazreti Ali (kv) bir gün sabah namazına kalkamaz. O gün akşama kadar ibadetle meşgul olur. Ertesi gün kendisini, tanımadığı biri namaza kaldırır. Hazreti Ali ona: "Sen kimsin?" der. Şeytan olduğunu söyler. Niçin bunu yaptığını sorunca da, "Yine bütün gün Allah'a ibadet etmen, beni memnun etmezdi" diye cevap verir. Evet, şeytan vazifesini yerine getiriyor, Hazreti Ali de kendine düşeni yapıyordu. Namaz kılmayanlar, her gün şeytanı ne kadar sevindiriyorlar, oturup iyiden iyiye düşünmelidirler!
Namaz, imandan sonra gelen en büyük hakikattir. Allah (cc) Kur’an’ı Kerim’in pek çok yerinde, imandan hemen sonra namazdan bahseder. Mü'minleri tarif ederken hep, "iman eden ve salih amel işleyen" şeklinde tarif eder. Salih amelin başı ise namazdır. Pek çok yerde de, imandan sonra direk namazı getirir. Daha Bakara Suresi'sinin başında 'gayba iman edenler ve namazı dosdoğru kılanlar' şeklinde, Allah mü'minleri tarif eder.
Miraca engel ne varsa kurtulmak
Ensardan bir zat hurma bahçesinde namaz kılarken, gözü hurma salkımlarının gölgesine ilişir ve kendisine geldiğinde kaç rekat namaz kıldığını unutur. Sonra da Hazreti Osman'a gelerek, "Beni namazda oyalayan bu bahçeyi Allah yolunda feda etmek istiyorum" der. Hazreti Osman da bahçeyi elli bin dirheme satarak hazineye aktarır. O bahçe o tarihten sonra 'elli binlik bahçe' diye anılır. Evet, kuvvetli bir Allah inancına sahip olan sahabi, kendisini Allah'tan alıkoyan bahçesini, yine Allah yolunda feda etmeyi hiç zor görmüyordu. Namaz onların nazarında buydu.
Namaz, mü'minin miracıdır. Namazın muhtevası, insanların çok engin düşünmelerine vesile olacak kadar geniştir. Namaz kılarken, derinlemesine bir aşk u şevk içinde Allah'ın huzurunda bulunmanın şuurunda olmaktan, onu Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem)in arkasındaki cemaatten bir fert olarak kıldığını hissetmeye kadar; doğrudan doğruya kendisini meleklerin safları arasında görmekten, bir hamlede bizim ufkumuzu açan, Arş'ın örtüsüne alnını koyuyor gibi onu eda etmeye kadar, geniş bir yelpazede namazı duyma, hissetme şekilleri vardır.
İnsanın buna muvaffak olmasının ilk şartı, namazı tıpkı bir Mirac veya Mirac'ın gölgesi gibi bilmesidir. Zira o, sadece yatıp kalkmaktan ibaret bir hareketler topluluğu değildir. Mü'min için her namaz bir Mirac vesilesidir. Ve mü'mine düşen de, her namazda farklı farklı buudlarda bile olsa, Miracını tamamlamaktır.
Namaz, tesbih, ta'zim ve şükürdür
Namaza duran kimse, kendi kusurunu, günahını, küçüklüğünü, Allah'ın kusurdan, aczden uzak olduğunu ve O'nun büyüklüğünü hatırlayarak 'subhanellah' ve 'Allahuekber' der. Allah'ın sonsuz nimetine karşı sonsuz şükür gerekir, ‘elhamdulillah’ der. Fakat bu şükür sadece sözle mümkün değildir. Ancak, insan niyetiyle ve niyetini mümkün olduğunca amele dökerek bu şükrü yerine getirebilir. Bu da sağlam bir kulluk ve devamlı ibadetle olur.
Kulluğun en bariz özelliği ve ibadetlerin özü ise namazdır. Namazda 'elhamdülillah' kelimesi bu şükrün dil ile ifadesidir. Allah, Rab'dır. Rab; besleyen, terbiye eden, büyüten demektir. Allah'ın sonsuz bir Rububiyeti (Rablığı) vardır. Bu durum, Allah'ın, sonsuza kadar mahlukatı beslediği, terbiye ettiği manasına gelir.
Bu kadar sonsuz ve büyük bir saltanat, elbette kusurdan, noksandan uzak olmalıdır. İşte bu manayı ifade eden, namazın içindeki 'subhanallah' kelimesidir. Yine bu saltanat, acizlikten, küçüklükten, başkasına muhtaç olmaktan da uzaktır. Öyle olmasaydı nasıl her şeyi çok mükemmel bir şekilde idare edecek, her şeyin ihtiyacına koşacak, her şeye cevap verecekti!..
İşte bu manayı ifade eden, yine namazın içindeki, el pençe divan durarak, bel kırarak, boyun bükerek; rükûlarda, secdelerde, kıyamlarda söylenen 'Allahuekber' kelimesidir. Yine bu saltanat, yani bu kadar doyuran, besleyen, terbiye eden, idare eden bir saltanat, elbette karşılığında bir şükür ister. İşte namazda, her rekatta Fatiha'nın başında söylenen 'elhamdulillah' kelimesi, iki namaz arasındaki nimetlere bir nevi şükürdür. Ayrıca, bu manaları teyid eden, destekleyip kuvvetlendiren bir de namaz sonrası tesbihler vardır. Yani, Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem) tarafından büyük sevabı olduğu ifade edilen, terk edilmesi ise çok büyük bir boşluk ve kayıp olarak görülen, 33'er defa söylenen 'subhanallah', 'elhamdulillah' ve 'Allahuekber'lerdir.
Namaz hem çok kolay hem de çok kârlı bir ticarettir
Bediüzzaman Hazretleri'nin “Sözler” adlı kitabında (Dördüncü Söz) işaret ettiği gibi beş vakit namaz, yirmi dört altın seviyesinde olan günlük yirmi dört saatin sadece bir saatini alır, fakat ebedi bir cennet hayatını insana müjdeler. Tüccar, elbette sermayesinin hepsini harcamaz, bir kısmını yanında tutar, ta ki, ilerde işe yarasın, işini devam ettirebilsin. Hepsini birden, hem de lüzumsuz bir iş için harcarsa, neticede ne olacağı belli olur. Lüzumlu bir iş için harcasa bile dünya hayatı ebedi değilken, ne kadar lüzumlu olabilir! Şimdi, günlük sermayesinin yirmi üç saatini bu kısa dünya hayatı için harcayıp da onun bir saatini ebedi hayatı için vermeyen insanın ne kadar zarar ettiği malumdur.
Evet, namazdaki secde, kulun Allah'a en yakın olduğu andır. Efendimiz (sav)in ifadesidir bu. Namaz, günde beş defa Allah'a hesap vermenin adıdır.
Bize çok değerli bir sermaye verilmiştir. Bu sermaye ömürdür. Ömrün de kendine göre bir hesabı vardır. Mü'min her an yaşadığı hayatın hesabını verme şuuruyla yaşar. Bu şuuru her zaman canlı tutan da günde beş defa davet edildiğimiz namazdır.
SABAH VE AKŞAM NAMAZINDAN SONRA…
Allah Resûlü (sallallahu aleyhi ve sellem) buyurdu:
"Kim, sabah ve akşam namazından sonra, henüz yerinden kalkmadan, on defa: ‘Lâ ilâhe illallahu vahdehu lâ şerike leh. Lehul mulku ve lehul hamdu, yuhyî ve yûmitu ve huve âlâ kulli şeyîn kadîr’ derse, Allah ona on sevap yazar, on günahını siler, on da derecesini yükseltir. Bütün gün, istenmeyen her şeyden korunur, şeytan da ona bir şey yapamaz. Allah’a ortak koşmaktan başka, hiçbir günahı ona tesir edemez." (Tirmizî)
23 Temmuz 2009 Perşembe
Kim demiş İslam'da kadın sözünü dinletemez diye?
Sahabenin ileri gelenlerinden Sabit bin Kays'ın aile içi bir sıkıntısı vardı. Sabit'in hanımı Cemile, kendisini bir türlü sevememiş, içindeki ilgisizliği yenip de bir gün olsun sevgiyle muhatap olamamıştı. Cemile, bir kadın olarak iç dünyasındaki bu fırtınayı kime anlatabilirdi? Kendisini kim dinlerdi? İslam'da kadın dinlenir miydi?
Önceki devirde kadının söz hakkı yoktu çünkü. Bunu bilen Cemile, tereddütler içerisinde Efendimiz (sas) Hazretleri'nin huzuruna girdi, olanca cesaretini toplayarak kimselere açamadığı iç dünyasını açtı:
"Ya Resulallah", dedi, "Beyimin İslamî yaşayışına diyeceğim yoktur. Ahlâkından da şikâyetçi değilim. Lakin ben onu, bir türlü sevemedim. Bu halimle ona isyan etmekten, acı bir karşılık verip kötü bir sonuca düşmekten korkuyorum. Söyleseniz de beni boşasa, kendisini sevmeyen bir hanımı zorla tutan adam durumuna girmese, ben de dinime zarar verecek bir itaatsizliğe doğru kaymasam!"
Efendimiz, duygu dünyasını anlatan Cemile'yi tepkiyle değil, ilgiyle dinledi. Bir hanımı sevemediği erkekle bir arada kalmaya mecbur etmeyi zaten münasip de bulmuyordu. Ancak beyi ne diyecekti? Boşamak istemezse zorla boşayacaksın da denemezdi. Bir de onu dinlemek gerekirdi. Nitekim öyle de yaptı. Cemile'nin duygularını aynen Sabit'e aktararak onu da dinledi.
Ne var ki, Sabit, Cemile'yi seviyordu. Ama Cemile'nin kendisini aynı sıcaklıkta sevmediğini, tek taraflı sevginin mutluluk getirmeyeceğini de biliyordu. Nasıl bir çare bulunabilirdi?
Düşünmeye başladı. Sonunda başını kaldırıp dedi ki:
- Ya Resulallah, Cemile'ye nikâhta en değerli mülküm olan bahçemi mehir olarak verdim. Bunca değerli serveti verdiğim kadını bir anda nasıl boşayabilirim? Üstelik benim öyle başka bahçem de yoktur!
Efendimiz (sas), Sabit'in yaklaşımını öğrenmiş oldu. Cemile'ye bu defa sorusunu şöyle sordu:
- Sabit seni boşayacak olsa nikâh sırasında aldığın mehri iade eder misin? Böylece sen mehrini verip nikâhını almış olursun, Sabit de nikâhını verip bahçesini almış olur. İki taraf da bir şey verirken bir şeyler almış sayılarak mağduriyetlerinizi gidermiş sayılırsınız. Teselli tarafınız olur.
Cemile, buna hemen razı oldu. Kocasının nikâh sırasında kendisine mehir olarak verdiği bahçeyi "Memnuniyetle iade ediyorum." dedi. Sabit de, "Öyle ise ben de nikâhını aynı memnuniyetle iade ediyor, bu andan itibaren boşamış bulunuyorum, özgürdür." dedi.
Taraflar böylece bir şey verirken bir şey de aldıklarından helalleşerek ayrılmış oldular.
Bu olay üzerine Bakara Sûresi'nin 229. ayeti nazil oldu. Ayet�i kerime, anlaşmayı iptal etmiyor, hatta ortak aile hayatını sürdürme sevgisi yok olunca, hanımın aldığı mehri verip de nikâhını almasını meşru görüyor; ancak erkeğin fırsatçılık edip de kadından veremeyeceği miktarda mal istememesini de ayrıca tavsiye ediyordu. Bu hadise üzerine fıkıhta hüküm şöyle tespit edildi:
Kadın ayrılmak istediği beyine bir şeyler vererek kendini boşatabilir! Yeter ki beyi fırsatçılık edip de kadından veremeyeceği miktarda haksız mal isteğinde bulunmasın.
Şimdi siz söyleyin. İslam'da kadın dinleniyor mu, dinlenmiyor mu? Bu olaya bakılırsa o kadar dinleniyor ki, kendisini seven kocasını dahi kendisi sevmediği için boşatabiliyor, istediği ayrılığı sağlayıp özgürlüğüne kavuşabiliyor.
Zannederim bize sorulan bazı soruların cevabı bu olayla verilmiştir. Başka soru ve cevaba gerek kalmamıştır.
Önceki devirde kadının söz hakkı yoktu çünkü. Bunu bilen Cemile, tereddütler içerisinde Efendimiz (sas) Hazretleri'nin huzuruna girdi, olanca cesaretini toplayarak kimselere açamadığı iç dünyasını açtı:
"Ya Resulallah", dedi, "Beyimin İslamî yaşayışına diyeceğim yoktur. Ahlâkından da şikâyetçi değilim. Lakin ben onu, bir türlü sevemedim. Bu halimle ona isyan etmekten, acı bir karşılık verip kötü bir sonuca düşmekten korkuyorum. Söyleseniz de beni boşasa, kendisini sevmeyen bir hanımı zorla tutan adam durumuna girmese, ben de dinime zarar verecek bir itaatsizliğe doğru kaymasam!"
Efendimiz, duygu dünyasını anlatan Cemile'yi tepkiyle değil, ilgiyle dinledi. Bir hanımı sevemediği erkekle bir arada kalmaya mecbur etmeyi zaten münasip de bulmuyordu. Ancak beyi ne diyecekti? Boşamak istemezse zorla boşayacaksın da denemezdi. Bir de onu dinlemek gerekirdi. Nitekim öyle de yaptı. Cemile'nin duygularını aynen Sabit'e aktararak onu da dinledi.
Ne var ki, Sabit, Cemile'yi seviyordu. Ama Cemile'nin kendisini aynı sıcaklıkta sevmediğini, tek taraflı sevginin mutluluk getirmeyeceğini de biliyordu. Nasıl bir çare bulunabilirdi?
Düşünmeye başladı. Sonunda başını kaldırıp dedi ki:
- Ya Resulallah, Cemile'ye nikâhta en değerli mülküm olan bahçemi mehir olarak verdim. Bunca değerli serveti verdiğim kadını bir anda nasıl boşayabilirim? Üstelik benim öyle başka bahçem de yoktur!
Efendimiz (sas), Sabit'in yaklaşımını öğrenmiş oldu. Cemile'ye bu defa sorusunu şöyle sordu:
- Sabit seni boşayacak olsa nikâh sırasında aldığın mehri iade eder misin? Böylece sen mehrini verip nikâhını almış olursun, Sabit de nikâhını verip bahçesini almış olur. İki taraf da bir şey verirken bir şeyler almış sayılarak mağduriyetlerinizi gidermiş sayılırsınız. Teselli tarafınız olur.
Cemile, buna hemen razı oldu. Kocasının nikâh sırasında kendisine mehir olarak verdiği bahçeyi "Memnuniyetle iade ediyorum." dedi. Sabit de, "Öyle ise ben de nikâhını aynı memnuniyetle iade ediyor, bu andan itibaren boşamış bulunuyorum, özgürdür." dedi.
Taraflar böylece bir şey verirken bir şey de aldıklarından helalleşerek ayrılmış oldular.
Bu olay üzerine Bakara Sûresi'nin 229. ayeti nazil oldu. Ayet�i kerime, anlaşmayı iptal etmiyor, hatta ortak aile hayatını sürdürme sevgisi yok olunca, hanımın aldığı mehri verip de nikâhını almasını meşru görüyor; ancak erkeğin fırsatçılık edip de kadından veremeyeceği miktarda mal istememesini de ayrıca tavsiye ediyordu. Bu hadise üzerine fıkıhta hüküm şöyle tespit edildi:
Kadın ayrılmak istediği beyine bir şeyler vererek kendini boşatabilir! Yeter ki beyi fırsatçılık edip de kadından veremeyeceği miktarda haksız mal isteğinde bulunmasın.
Şimdi siz söyleyin. İslam'da kadın dinleniyor mu, dinlenmiyor mu? Bu olaya bakılırsa o kadar dinleniyor ki, kendisini seven kocasını dahi kendisi sevmediği için boşatabiliyor, istediği ayrılığı sağlayıp özgürlüğüne kavuşabiliyor.
Zannederim bize sorulan bazı soruların cevabı bu olayla verilmiştir. Başka soru ve cevaba gerek kalmamıştır.
11 Temmuz 2009 Cumartesi
HİCRETİN İSLÂM TARİHİNDEKİ ÖNEMİ
Hicret, Müslümanları müşriklerin zulüm ve baskılarından kurtarmış, İslâm'a yayılma imkânı sağlamış, böylece İslâm inkılâbının başlangıcı olmuştur. Bu itibârla olaydan 17 yıl sonra, Hz. Ömer'in hilâfeti esnâsında Hz. Peygamber (s.a.s.)'in hicret ettiği yılın 1 Muharrem'i olan 16 Temmuz 622 tarihi, Hicrî-Kamerî Takvim için "takvim başı" olarak kabûl edilmiştir.
Rasûlullah (s.a.s.)'in hicreti Peygamberliğin 13'üncü yılında, 12 Rebiulevvel / 23 Eylül 622'de olmuştur. Bu tarih aynı zamanda Peygamber Efendimizin 53'üncü doğum yıldönümüdür.
Hicretle, 23 yıl süren Peygamberlik devrinin 13 yıllık Mekke Devri sona ermiş, 10 yıllık Medine devri başlamıştır.
Rasûlullah (s.a.s.)'in hicreti Peygamberliğin 13'üncü yılında, 12 Rebiulevvel / 23 Eylül 622'de olmuştur. Bu tarih aynı zamanda Peygamber Efendimizin 53'üncü doğum yıldönümüdür.
Hicretle, 23 yıl süren Peygamberlik devrinin 13 yıllık Mekke Devri sona ermiş, 10 yıllık Medine devri başlamıştır.
FİL VAK'ASI
Habeşistan Kırallığı'nın Yemen Vâlisi Ebrehe, Hristiyanlığı Arabistan'da yaymak ve Arapları Kâbe ziyâretinden vazgeçirmek için, San'a'da muhteşem bir kilise yaptırmıştı. Fakat, Araplardan bu kiliseye ilgi gösteren olmadı. Üstelik, Kinâne Kabîlesi'nden bir Arap, bir gece gizlice kilise içine pisledi. Ebrehe bunu bahâne ederek büyük bir ordu ile Kâbe'yi yıkmak üzere Mekke üzerine yürüdü. Arapların bu orduya karşı koyabilecek güçleri yoktu. Mekkeliler şehri boşaltarak etraftaki dağlara çekildiler.
Ebrehe, Mekke yakınlarında karargâhını kurdu. Kureyş Kabîlesinin reisi olan Abdülmuttalib'e elçi göndererek, kan dökmek üzere değil, sâdece Kâbe'yi yıkmak için geldiğini bildirdi. Bu esnâda Ebrehe'nin öncü kuvvetleri Mekkelilerin sürülerini yağmalayıp ordugâha götürmüşlerdi. Bunlar arasında Abdülmuttalib'in de yüz devesi vardı. Abdülmuttalib, Ebrehe'ye giderek yağmalanan sürülerin geri verilmesini istedi. Ebrehe:
-"Ben, Kâbe'yi yıkmamam için ricâya geldiğini sanmıştım. Görüyorum ki sen, develerinin derdindesin, bunu sana yakıştıramadım..." deyince, Abdülmuttalib büyük bir vakarla:
-" Ben, develerin sâhibiyim, onları istiyorum. Kâbe'nin de sâhibi var. O'nu sâhibi koruyacaktır" diye cevap vermişti. Bu cevap karşısında Ebrehe, Abdülmuttalib'in develerini ve Mekkelilerin yağmalanan bütün mallarını geri verdi.
Kur'an-ı Kerîm'de de açıklandığı üzere, Ebrehe amacına ulaşamadı. Kâbe'yi yıkmak üzere hücûma geçileceği sırada, Ebrehe'nin her seferinde berâberinde bulundurduğu Mamut adlı büyük fil ile diğer filler her türlü çabaya rağmen, diz çöküp oldukları yerde kaldılar; Kâbe cihetine yürümediler. Bu esnâda gök yüzünde beliren sürü sürü kuşlar, ağızlarında ve pençelerinde taşıdıkları küçük taşları Kâbe'ye hücûma hazırlanan askerlerin üzerine bıraktılar. Ebrehe'nin büyük ordusu bir anda perişan oldu.(17) Büyük bir kısmı orada telef oldu. Kaçıp kurtulabilen askerlerin bir kısmı ile Ebrehe San'a'ya döndü ise de, yakalandığı hastalıktan kurtulamayarak çok geçmeden öldü.
Ordu'nun önünde yürüyen filler sebebiyle, tarihte bu hâdiseye "Fil Vak'ası", bu olayın meydana geldiği seneye de "Fil Yılı" denilmiştir.
(17) "Kâbe'yi yıkmağa gelen fil sâhiplerine, Rabbinin ne ettiğini görmedin mi? Onların kötü plânlarını (hile ve düzenlerini) boşa çıkarmadı mı? Onların üzerine sert taşlar atan sürü sürü kuşlar gönderdi. Sonunda onları yenilmiş ekin yaprağı gibi yapıverdi". (Fil Sûresi, 1-5)
Rasûlllah (s.a.s.) Efendimiz, Fil Vak'ası'ndan 52 gün kadar sonra dünyaya geldiği için bu olayı görmemişti. Fakat bu Sûre indiği esnâda bu olay o kadar iyi biliniyordu ki, hayatta olanlardan, olayı görmemiş olanlar da sanki görenler kadar olaydan haberdardı. Bu sebeple Hz. Muhammed (s.a.s.) olay sırasında henüz dünyaya gelmemiş olduğu halde "görmedin mi?" buyrulmaktadır. Burada görmek , "bilmek ve duymak" anlamında kullanılmıştır.
Ebrehe, Mekke yakınlarında karargâhını kurdu. Kureyş Kabîlesinin reisi olan Abdülmuttalib'e elçi göndererek, kan dökmek üzere değil, sâdece Kâbe'yi yıkmak için geldiğini bildirdi. Bu esnâda Ebrehe'nin öncü kuvvetleri Mekkelilerin sürülerini yağmalayıp ordugâha götürmüşlerdi. Bunlar arasında Abdülmuttalib'in de yüz devesi vardı. Abdülmuttalib, Ebrehe'ye giderek yağmalanan sürülerin geri verilmesini istedi. Ebrehe:
-"Ben, Kâbe'yi yıkmamam için ricâya geldiğini sanmıştım. Görüyorum ki sen, develerinin derdindesin, bunu sana yakıştıramadım..." deyince, Abdülmuttalib büyük bir vakarla:
-" Ben, develerin sâhibiyim, onları istiyorum. Kâbe'nin de sâhibi var. O'nu sâhibi koruyacaktır" diye cevap vermişti. Bu cevap karşısında Ebrehe, Abdülmuttalib'in develerini ve Mekkelilerin yağmalanan bütün mallarını geri verdi.
Kur'an-ı Kerîm'de de açıklandığı üzere, Ebrehe amacına ulaşamadı. Kâbe'yi yıkmak üzere hücûma geçileceği sırada, Ebrehe'nin her seferinde berâberinde bulundurduğu Mamut adlı büyük fil ile diğer filler her türlü çabaya rağmen, diz çöküp oldukları yerde kaldılar; Kâbe cihetine yürümediler. Bu esnâda gök yüzünde beliren sürü sürü kuşlar, ağızlarında ve pençelerinde taşıdıkları küçük taşları Kâbe'ye hücûma hazırlanan askerlerin üzerine bıraktılar. Ebrehe'nin büyük ordusu bir anda perişan oldu.(17) Büyük bir kısmı orada telef oldu. Kaçıp kurtulabilen askerlerin bir kısmı ile Ebrehe San'a'ya döndü ise de, yakalandığı hastalıktan kurtulamayarak çok geçmeden öldü.
Ordu'nun önünde yürüyen filler sebebiyle, tarihte bu hâdiseye "Fil Vak'ası", bu olayın meydana geldiği seneye de "Fil Yılı" denilmiştir.
(17) "Kâbe'yi yıkmağa gelen fil sâhiplerine, Rabbinin ne ettiğini görmedin mi? Onların kötü plânlarını (hile ve düzenlerini) boşa çıkarmadı mı? Onların üzerine sert taşlar atan sürü sürü kuşlar gönderdi. Sonunda onları yenilmiş ekin yaprağı gibi yapıverdi". (Fil Sûresi, 1-5)
Rasûlllah (s.a.s.) Efendimiz, Fil Vak'ası'ndan 52 gün kadar sonra dünyaya geldiği için bu olayı görmemişti. Fakat bu Sûre indiği esnâda bu olay o kadar iyi biliniyordu ki, hayatta olanlardan, olayı görmemiş olanlar da sanki görenler kadar olaydan haberdardı. Bu sebeple Hz. Muhammed (s.a.s.) olay sırasında henüz dünyaya gelmemiş olduğu halde "görmedin mi?" buyrulmaktadır. Burada görmek , "bilmek ve duymak" anlamında kullanılmıştır.
2 Temmuz 2009 Perşembe
Kur'an gurbet yaşıyor
Peygamber Efendimiz (aleyhi ekmelü't-tehâyâ) bir hadis-i şeriflerinde altı garipten bahseder: "Mescid, namaz kılmayanlar arasında; Kur'an-ı Kerim, fâsıkın kalbinde ya da onu okumayan birinin evinde; sâliha bir kadın kötü huylu bir adamın nikâhı altında; sâlih bir erkek arsız bir kadının yanında ve âlim, onun ilminden istifade etmeyen bir topluluk arasında gariptir."
Bir başka defa da şöyle buyururlar: "İnsanlar, öyle bir zamanı idrak edeceklerdir ki, o dönemde Kur'an bir vadide, onlar da başka bir vadide olacaklardır." Yani, o devrin insanları Kur'an'la aynı vadiyi paylaşamayacak, yeni ifadesiyle, aynı düzlemde buluşamayacak, farklı farklı kulvarlarda bulunacaklardır. Dolayısıyla Kur'an, onu okumayan, onda ne olduğunu bile merak etmeyen ve ondan istifade etmeyi hiç düşünmeyen insanların evlerinde, gönüllerinde garip kalacaktır. Zaten, asıl garip, yurdundan yuvasından uzak kalan, dostundan, ahbabından ayrı düşen değil, yaşadığı dünya içinde, bulunduğu toplum itibariyle hâlinden anlaşılmayan, kıymeti bilinmeyendir.
Kur'an-ı Kerim'e karşı ortaya konan şeklî saygının da kendine göre mutlaka bir değeri vardır, o da boşa gitmez. Fakat asıl olan, zarfla beraber mazrufa, lafızla beraber manaya ve Kur'an'ın mushafıyla beraber onun Rabbimizin kelamı oluşuna da saygı, hürmet ve muhabbet göstermektir. Mesela, insanlar onu atlastan bohçalara sarsalar, gül kokulu altın yaldızlı mahfazalar içinde evlerinin en yüksek yerine assalar.. sonra evlerini yükselttikçe onu daha da yükseğe çıkarsalar.. Her sabah kalktıklarında ve akşam yatağa yöneldiklerinde beş-on defa öpüp yüzlerine gözlerine sürseler de, eğer Kur'an-ı Kerim'in ortaya koyduğu davaya sahip çıkmıyorlarsa ona gereken değeri vermiş olamaz, hak ettiği hürmet ve muhabbeti ortaya koymuş sayılmazlar. Çünkü saygı ve sevgi adına yapılan şeylerin hepsi, ancak Kur'an'a karşı gerçek saygı ortaya konduğu zaman bir kıymet ifade eder.
Eğer bir insan, hazreti İkrime gibi her yerde Kur'an hakikatlerini anlatmaya ve onun hakiki bir hâdimi olmaya çalışıyor, sonra da onu sabah akşam hürmetle okuyup yüzüne-gözüne sürüyor ve gönlünde coşan Kur'an sevgisiyle mushafı bağrına basıp "Kelâm-u Rabbî - Benim Rabbimin sözleri" diyerek öpüyor, öpüyorsa, diğer saygı tavırları da bir mana ifade eder. Fakat, bir insan, Kur'an'ı okuyup anlama heyecanı taşımıyorsa, onu başkalarına da duyurma gayretinden mahrumsa, her bir ayet-i kerimeyi hayat veren bir nefes gibi muhtaçlara üfleme aşk u şevkinden uzaksa, onu sadece evinin en yüksek yerine asmak, bazı hususi gün ve gecelerde tozunu silerek öpüp alnına koymakla iktifa ediyorsa.. bu zahirî ve sûrî hürmet tavırları çok fazla şey ifade etmez.
Bir başka defa da şöyle buyururlar: "İnsanlar, öyle bir zamanı idrak edeceklerdir ki, o dönemde Kur'an bir vadide, onlar da başka bir vadide olacaklardır." Yani, o devrin insanları Kur'an'la aynı vadiyi paylaşamayacak, yeni ifadesiyle, aynı düzlemde buluşamayacak, farklı farklı kulvarlarda bulunacaklardır. Dolayısıyla Kur'an, onu okumayan, onda ne olduğunu bile merak etmeyen ve ondan istifade etmeyi hiç düşünmeyen insanların evlerinde, gönüllerinde garip kalacaktır. Zaten, asıl garip, yurdundan yuvasından uzak kalan, dostundan, ahbabından ayrı düşen değil, yaşadığı dünya içinde, bulunduğu toplum itibariyle hâlinden anlaşılmayan, kıymeti bilinmeyendir.
Kur'an-ı Kerim'e karşı ortaya konan şeklî saygının da kendine göre mutlaka bir değeri vardır, o da boşa gitmez. Fakat asıl olan, zarfla beraber mazrufa, lafızla beraber manaya ve Kur'an'ın mushafıyla beraber onun Rabbimizin kelamı oluşuna da saygı, hürmet ve muhabbet göstermektir. Mesela, insanlar onu atlastan bohçalara sarsalar, gül kokulu altın yaldızlı mahfazalar içinde evlerinin en yüksek yerine assalar.. sonra evlerini yükselttikçe onu daha da yükseğe çıkarsalar.. Her sabah kalktıklarında ve akşam yatağa yöneldiklerinde beş-on defa öpüp yüzlerine gözlerine sürseler de, eğer Kur'an-ı Kerim'in ortaya koyduğu davaya sahip çıkmıyorlarsa ona gereken değeri vermiş olamaz, hak ettiği hürmet ve muhabbeti ortaya koymuş sayılmazlar. Çünkü saygı ve sevgi adına yapılan şeylerin hepsi, ancak Kur'an'a karşı gerçek saygı ortaya konduğu zaman bir kıymet ifade eder.
Eğer bir insan, hazreti İkrime gibi her yerde Kur'an hakikatlerini anlatmaya ve onun hakiki bir hâdimi olmaya çalışıyor, sonra da onu sabah akşam hürmetle okuyup yüzüne-gözüne sürüyor ve gönlünde coşan Kur'an sevgisiyle mushafı bağrına basıp "Kelâm-u Rabbî - Benim Rabbimin sözleri" diyerek öpüyor, öpüyorsa, diğer saygı tavırları da bir mana ifade eder. Fakat, bir insan, Kur'an'ı okuyup anlama heyecanı taşımıyorsa, onu başkalarına da duyurma gayretinden mahrumsa, her bir ayet-i kerimeyi hayat veren bir nefes gibi muhtaçlara üfleme aşk u şevkinden uzaksa, onu sadece evinin en yüksek yerine asmak, bazı hususi gün ve gecelerde tozunu silerek öpüp alnına koymakla iktifa ediyorsa.. bu zahirî ve sûrî hürmet tavırları çok fazla şey ifade etmez.
29 Haziran 2009 Pazartesi
Kadınların namazı
Şunlardır:
1- Kadın, namaza dururken, ellerini omuzlarına kadar kaldırır. Ellerini de kapatır. Sağ el parmaklarını sol bilek üzerine halka yapmaz. Sağ eli, sol el üzerinde olarak göğüs üstüne koyar.
Rükuya eğilirken ayaklarını birleştirmez. Rükuda az eğilir, belini başı ile düz tutmaz, dizlerini büker. Ellerini dizleri üstüne koyar, dizlerini kavramaz ve parmaklarını açmaz.
3- Secdede kollarını, karnına yakın olarak yere serer. Karnını uyluklarına bitiştirir.
4- Teşehhüdde, ayaklarını sağa çıkararak yere oturur. Parmakları birbirine yapışık olur.
5- Dua ederken ellerini ileri uzatmaz, yüzüne karşı eğik tutar.
6- Sabah namazını geç kılması müstehap değildir. Vakit girer girmez kılmaları iyi olur.
7- Namazda yüksek sesle okumaz. Kurban bayramında farz namazlardan sonra teşrik tekbirini sessiz okur. (Redd-ül-muhtar, Tahtavi)
Halebi’de ve Redd-ül-muhtar’da, rükuya eğilirken ayakları birleştirmenin sünnet olduğu yazılıdır. Kadınlar da ayak birleştirir mi?
Hayır, kadınlar birleştirmez. Bu erkeklere mahsustur.
Namaz kılarken bazen saçım açılıyor. Bir müddet sonra kapatıyorum. Namazım bozuluyor mu?
Kadınlarda saç avrettir. Üç kere Sübhanallah diyecek kadar avret yeri açılırsa namazı bozulur. Açıldıktan sonra bir eli ile hemen kapatırsa, namazı bozulmaz. İki eli ile kapatırsa namazının bozulacağını bildiren kitaplar da vardır. Onun için bir el ile kapatmaya çalışmalıdır.
Kadınlar beklemez
Erkeklerin cuma namazından çıkmalarını beklemeden, kadınlar öğle namazını kılabilirler mi?
Evet, kılabilirler.
Bir rükün miktarı saçımız açılırsa namaz bozulur mu? Rükün miktarı ne kadardır?
Namazın bozulmasında ve secde-i sehvlerde rükün miktarı önemlidir. Bunu iyi bilmek gerekir.
Namazın içindeki farzlara rükün denir. Hepsi beştir: Kıyam, kıraat, rüku, sücud ve son teşehhüdde oturmak.
Bu rükünlerin birinde, saçı açılan kadın, bir âyet okuyacak kadar zaman içinde saçını kapatamazsa, namazı bozulur. Yahut üç kere sübhanallah diyecek kadar avret yeri açılırsa namazı bozulur. Normal şekilde üç kere sübhanallah demek bir rükün için ölçüdür.
Kaç rekat kıldığını şaşırıp, namaz içinde düşünen kimse, sonraki rüknün veya vacibin üç kere sübhanallah diyecek kadar bir zaman gecikmesine sebep olursa, bu arada, âyet ve tesbih okusa bile, secde-i sehv yapması gerekir.
Kadın secde ederken başörtüsü alnına gelse mekruh olur mu?
Evet. Secdeye alnın çıplak olarak değmesi gerekir.
Sağlam kadınlar, gerek tarlada ve gerekse camide yabancı erkeklerin göreceği yerde oturarak namaz kılıyorlar. Kıyam, yani ayakta durmak farz değil mi? Yabancı erkek görecek diye oturarak namaz kılmak caiz midir?
Caiz değildir. Farzı ayakta kılmak farzdır. Ancak hasta olup ayağa kalkamayan oturup kılar. Erkek görecek diye oturarak kılmak caiz olmaz. (Redd-ül-muhtar, Hindiyye)
Kadın, çıplak ayakla namaz kılabilir mi?
Namaz etekliği uzun ise, ayaklar görülmüyorsa, bir mahzuru olmaz.
Namaz borçları olan kadın, yıllar içindeki hayzlı zamanlarını düşerek mi kaza hesabı yapar?
Evet.
Namaz kılarken, kadının altınları görünse, caiz mi?
Görünmemesi iyi olur.
Kadının namazını, evde kocasıyla veya mahrem erkek akrabasıyla cemaatle kılması, yalnız kılmasından evla mıdır?
Evet.
Dizle ayak arasının ¼ ü açılan kadının namazı bozulur mu?
Evet.
Kadının, namazda yüzünü tülbentle kapatması caiz mi?
Hayır.
İstavrozlu, yani haç şekli bulunan namaz eteğim vardır. Resimli etek gibi bununla namaz kılmak mekruh olur mu?
Evet mekruh olur.
Ruj ve ojede plasenta kullanıldığını, imalinde çalışan birkaç yetkili ağızdan işittim. Rujlu ve ojeli iken namaz kılmak uygun olur mu?
Oje plasentadan imal edilmese de, altına su geçmez. Ojeli iken alınan abdest de sahih olmaz.
Örtünün altından peruk görünürse namaz bozulur mu?
Bozulmaz.
Maliki’yi taklit eden kadın, abdestte ve gusülde, örülü saçını çözmesi gerekir mi?
Maliki’de, kadının, abdestte örülü saçını açması gerekmez. Örgünün üstünden hepsini mesh eder.
Gusülde de saçların dibine, yani başındaki deriye su ulaşabiliyorsa, örgüyü çözmek yine gerekmez. Hanefi’de de böyledir. Yani kadınlar, örülü saçın diplerini ıslatınca, çözmeden örgünün üstünü ıslatmak yeterlidir. Saç dipleri ıslanmazsa, örgüyü açmak gerekir. Örülmemiş saçların her tarafını da yıkamak farzdır. Maliki’de guslederken saçları hilallemek de gerekir.
(Kadın, kürsüf kullanmazsa, namazı kabul olmaz) deniyor. Doğru mu?
Böyle bir şeyin aslı yoktur. Hiç kürsüf kullanılmasa da, yine de namazlar sahih olur. Kürsüf kullanılmazsa, iç çamaşırı kirlenebilir. Kirli çamaşır çıkarılıp temiz çamaşırla namaz kılınır. Kürsüf, yani bez veya pamuk, namazdan sonra konursa, çamaşır kirlenmiş olmaz. Maliki mezhebini taklit ederse, namazda bile akıntı gelse, abdesti de, namazı da bozmaz.
Hayzlı, nifaslı kadın, namaz kılabilir mi?
Kılamaz. Hadis-i şeriflerde buyuruldu ki:
(Hayzlı kadın namaz kılamaz.) [Buhari, Müslim]
(İstihazalı [özürlü], hayzı bitince yıkanır, namazını kılar, orucunu tutar.) [Darimi]
Komşumuz, Cilbabsız, yani çarşafsız namaz kılan kadının namazı kabul olmaz dedi. Böyle bir şey var mıdır?
Böyle bir şeyin aslı yoktur. Cilbab, erkeğin de, kadının da giydiği bir elbise, bir gömlektir. Çünkü hadis-i şeriflerde buyuruluyor ki:
(Haramdan cilbab [gömlek] giyen erkeğin namazları kabul olmaz.) [Bezzar]
(Hayâ cilbabını [örtüsünü] çıkarandan [aleyhinde] söz etmek gıybet olmaz.) [Beyheki]
Cilbab, baş örtüsünden daha geniş ve gömlekten kısa olan örtüdür. Bedeni örten her örtüye denir. (Ebüssüud tefsiri, Ruh-ul-beyan tefsiri)
Resulullah efendimizin hanımı Ümmi Seleme validemiz anlatır: (Resulullaha, kadın yalnız atkısı ve gömleği ile izarsız namaz kılabilir mi?) diye sordum. (Giydiği dır’ [uzun gömlek], ayaklarının üstü ile birlikte bütün vücudunu örterse, kılabilir) buyurdu.) [Ebu Davud]
Yine hadis-i şeriflerde buyuruluyor ki:
(Kadın, ancak başını ve bütün vücudunu örten elbise ile namaz kılarsa, tesettüre uymuş olur ve namazı kabul olur.) [Ebu Davud, Tirmizi]
(Namazı, izar ve rida ile kılın!) [İbni Adiy]
İzar, belden altını örten; rida ise, belden yukarısını örten giysidir. İhramın da alt kısmına izar, üst kısmına rida denir. İzar, bir cins peştamal, rida ise bir cins gömlektir.
(Bahr-ür-râık)da diyor ki:
(Erkek, hanımına şunları alması gerekir: Kisve, senede iki dır’, iki himâr ve iki milhafedir. Milhafe, kadının sokağa çıkarken giydiği elbisedir. [Buna ferâce, saya, manto da denir. Himâr, baş örtüsüdür.] Dır’ göğsü açılabilen uzun gömlektir. Kamîs, omuzu açılabilen uzun gömlek [entâri]dir.)
Nur suresinin 31. âyet-i kerimesinde, (Kadınlar, himarlarını [baş örtülerini] yakalarının üzerine örtsünler) buyuruluyor. Eğer kadınlar, çarşaf giyselerdi, himar yani baş örtüsünü yakanın üzerine örtmekten bahsedilmezdi.
Kadınlara vücut hatları [kaba avret yerlerinin şekli ve rengi] belli olmayacak herhangi bir elbise ile örtünmek farzdır. Dinimiz, kapanmayı emretti, ama belli bir örtü şekli bildirmedi. (Dürer-ül-mültekıte)
Bu vesikaların hepsi gösteriyor ki, kadınların çarşaf giymesi gerekmez. Ne Resulullah efendimizin hanımlarının, ne de Eshab-ı kiramın hanımlarının çarşaf giydiklerine dair bir vesika yoktur. Din kitaplarında da kadına nafaka olarak verilmesi gereken elbiseler bildirilmiş, hiç birisinde çarşaftan bahsedilmemiştir.
Çarşaf Türkiye’ye Tanzimat döneminde hacca gidenler tarafından, İranlılardan alınmak suretiyle getirilmiştir. Önceleri pek tutulmayan, hatta bid'at denilen çarşaf, 1870’te yaygınlaşmıştır. Daha sonra II. Abdülhamid han, 4 Ramazan 1309 (2 Nisan 1892) tarihli bir emirname ile çarşaf giyilmesini yasaklamıştır. (İslam Ansiklopedisi Diyanet Vakfı)
1913’de Balkan muhacirleri, Rumeli’nde Yahudi ve Ortodoks kadınlarının giydikleri siyah çarşaf ile gelmişlerdi. Zamanla bu İstanbul’a yayıldı. (Osmanlı Tarih Deyimleri Sözlüğü)
Kadın için Bayram ve Cuma namazı farz olan bir mezhep var mıdır?
Bayram namazı Şafii ve Maliki'de sünnet, Hanefi'de vaciptir.
Cuma namazının yalnız erkeklere farz olduğu çeşitli hadis-i şeriflerle bildirilmiştir. Bunlardan ikisi şöyle:
(Cuma namazı, köle, kadın, çocuk, hasta olan kimse hariç, her müslümana farzdır.) [Ebu Davud, Hakim]
(Namaz kıldırması için bir erkeğe emredip, sonra da Cuma namazına gelmeyen erkeklerin evlerini başlarına yıksam diye düşündüm.) [Buhari]
Bayram namazının şartları da Cuma namazının şartları gibidir. Bu bakımdan Cuma namazına gitmeyen kadın, bayram namazına da gitmez.
Erkeklerin camide cemaatle namaz kılmalarının, evde kıldıkları namazdan 27 derece daha fazla sevap olduğu, kadınların ise, evde namaz kılmalarının, camide namaz kılmalarından daha çok sevap olduğu hadis-i şeriflerle bildirilmiştir.
Kadınlar, bir zaruret olmadan camiye gidemez. Çünkü İbni Âbidin hazretleri buyuruyor ki:
(Kızların, genç ve yaşlı kadınların beş vakit namaza, Cuma ve Bayram namazları için, vaaz dinlemek için camiye gitmeleri caiz değildir. Eskiden, yalnız çok yaşlı kadınların, akşam ve yatsı namazına gitmesine izin verilmiş idi ise de, şimdi bunların da gitmesi caiz değildir.) [Redd-ül-muhtar]
[Bu hüküm, kitabın Türkçe tercümesinin c.2. s.420'dedir.]
Kadın, erkeklere imam olabilir mi?
Bütün fıkıh kitaplarında imam olmak için bildirilen şartlardan biri, (Erkek olmaktır. Kadın, erkeklere imam olamaz) buyuruluyor. (Halebi) Dürer’deki bir hadis-i şerif meali şöyledir:
(Kadınların, [namazda imam olarak] öne geçirilmesi caiz değildir.) [Rezin]
Kadın, erkeklerle birlikte cemaatle namaz kılsa, kadının sağındaki, solundaki ve arkasındaki erkeğin namazı bozulur. (Redd-ül-muhtar)
Neden kadınlar erkeklerin arasında namaz kılamıyor? Din kardeşi değil miyiz, omuz omuza kılsak ne mahzuru olur?
Öyle ya namazda kadına bir kötülük edecek erkek çıkmaz. Gerçekten niye kadın erkeklerin arasına girmiyor ki? Her kadın birimizin anasıdır veya bacısıdır veya hanımıdır veya kızıdır, halamız, teyzemiz de olabilir.
Evet annemizle de yan yana namaz kılamayız, onun değil, bizim namazımız bozulur. Bir başka hanım da, (O erkeklerin bana ne zararı dokunabilir) demişti. Evet erkeklerin ona da sana da bize de zararı dokunmaz. Ama kadınla erkek yan yana namaz kılınca erkeğin namazı bozulur. Niye bozulur? Namaz kılmayı bize emreden öyle emretmiştir de ondan, yani Allah öyle emrettiği için öyledir. İnsan teyze kızı ile evlenebiliyor da neden kız kardeşi ile evlenemiyor? Allah öyle emrettiği için, kız kardeşinizle evlenin deseydi evlenirdik. Bir kadın niye iki erkekle evlenemiyor, yine aynı cevap, öyle emrettiği için. Yani şu sebepten dolayı değil. Mesela erkeklere ipek giymek haramdır, niye haram? Cevap aynı, öyle emredildiği için.
Amerika’da kadın imamın, Kilise’de Cuma namazı kıldırmasının amacı nedir? Feminizm için mi, yoksa başka maksatlar da var mıdır?
Maksatsız değil elbette. Ama asıl maksadı nedir bilmiyoruz. Görünenler var. Hutbede ve demeçlerinde şu hususları vurguluyor:
(Kadın da erkeğin yaptığı işleri yapmalıdır. Mesela kadın, yaptığı zinadan dolayı cezalandırılamaz. Yaptığı zinaları gizleme ve zina yapma hakkına sahiptir. Bu, feminizmden çok, bir reform hareketidir, İslam’ın kuralları artık değişmelidir. Sultanahmet camiinde de Cuma namazı kıldırmak istiyorum.)
İranlı kadın bir profesör ile ilahiyatçı erkek bir profesör de, (İmamlık için kadın erkek fark etmez, kim daha liyakatli ise o imam olmalıdır) diyerek, Amerikalı kadının imamlığını onaylamışlardır. Bu arada daha başkalarından da çatlak sesler çıkmıştır. Bunların maksadı, ne feminizmdir, ne de dinde reformdur. Dinde reform adı altında dini içten yıkmaktır. Önce kadın Cuma namazına gitmeli dendi, sonra, âdetli ve lohusa iken namaz kılabilir, tesettür şart değildir denerek âdetli bazı kadınlara cenaze namazı kıldırıldı. Kadın kadına imamlık yapabilir dendi. Şimdi de kadın erkeklere imam olabilir dendi. Adım adım dinin emirleri yıkılmaya başlanıyor. Bunlar kıyamet alametlerindendir.
Böyle bir zamanda Ehl-i sünnet âlimlerinin kitaplarına sarılmanın önemi daha da artmaktadır.
Büyük İslam İlmihali’nde (Kadının kadına imamlığı caizdir) denirken, siz niye mekruhtur diyorsunuz?
Hiç bir ilmihalde böyle demiyor. Bahsettiğiniz ilmihale de baktık. Orada, (Kadının kadına imamlığı kerahetle caizdir) deniyor. Kerahatle kelimesini niçin yazmadığınızı anlayamadık.
Yani kadının kadına imam olması mekruhtur. Mekruh denilince tahrimen mekruh anlaşılır. Tahrimen mekruh harama yakın mekruh demektir, namazın sevabını yok eder. Sadece namaz borcundan kurtulmuş olunur ise de sevap alınmaz.
Din yeni mi geldi? Dinimizin hükümleri bilinmiyor mu? Her gün dinin bir meselesini bozmaya çalışmanın âlemi nedir?
Kadınların cenazelere iştirak etmeleri, cenaze namazı kılmaları, cenaze taşımaları ve cenazeyi defnetmeleri farz mıdır?
Hayır kadınlara farz değildir. Bir hadis-i şerif meali şöyledir:
(Kadınlar, cenazelere iştirak etmezler.) [Buhari, Müslim, Ebu Davud]
Hayzlıya yasak olanlar
Mezhepsiz biri, “Yaygın kanaate göre kadınlar hayzlı iken namaz kılamaz, oruç tutamaz, Mushaf’a el süremez, camiye giremez deniyorsa da, bunu yasaklayan ne bir hadis, ne de başka bir delil yoktur” diyor. Peki din kitaplarının hepsi yanlış mı yazıyor?
Hepsi doğru yazıyor. Hepsinin delili vardır. Mezhepsiz, hak olan dört mezhep demiyor, Ehl-i sünnet âlimleri demiyor, yaygın kanaate göre diyerek, Allah ve Resulünün emirlerine, Resulullahın vârisleri olan âlimlerin naklettiklerine yanlış bir kanaat diyor. Halbuki aksini söyleyen bir tek Ehl-i sünnet âlimi yoktur.
Hayzlı kadın şunları yapamaz:
1) Namaz kılamaz. Bir hadis-i şerif meali:
(Hayzlı kadın namaz kılamaz.) [Ebu Davud]
Ümmü Büsse radıyallahü anha anlatır:
Hac esnasında Ümmü Seleme radıyallahü anhaya sordum:
- Ey müminlerin annesi, hayz sırasında kılınmayan namazların kazası gerekir mi?
- Hayır, kaza edilmez. Hanımlarından biri, nifas sebebiyle kırk gün namaz kılmadı, Resulullah nifas zamanı kılınmayan namazları kaza etmesini emretmedi. (Ebu Davud)
Nifas da hayz gibi olduğu için böyle bildirilmiştir.
2) Kur’an okuyamaz. Bir hadis-i şerif meali:
(Hayzlı ve cünüp, Kur'an okuyamaz.) [Tirmizi]
3) Oruç tutamaz. Bir kadın Hazret-i Âişe validemize sordu:
- Niye hayzlı kadın orucunu kaza ediyor da, namazını kaza etmiyor?
Âişe validemiz buyurdu ki:
- Sen Haruriye [harici] misin?
- Haruriye değilim, fakat öğrenmek için soruyorum.
- Hayzımız Ramazana rastlardı da, oruç tutmayıp, kazası ile emrolunur; fakat hayzlı iken kılmadığımız namazları kaza etmekle emrolunmazdık. (Buhari, Müslim, Ebu Davud, Tirmizi, Nesai)
Bir hadis-i şerif meali de şöyle:
Resulullah zamanında hayız veya nifas sebebiyle Ramazanda hanımlarından biri orucunu yerdi de, Resulullah ile birlikte Şaban ayına kadar kaza etmediği olurdu. (Buhari, Müslim, Ebu Davud, Tirmizi, Nesai)
4) Mushaf’a el süremez. Bir hadis-i şerif meali:
(Kur'ana ancak temiz olan dokunabilir.) [Nesai]
5) Camiye giremez. Bir hadis-i şerif meali:
(Cünübe ve hayzlıya mescide girmek helal olmaz.) [İbni Mace]
6) Kâbe’yi tavaf edemez. Bir hadis-i şerif meali:
(Beytullaha tavaf etmek, namaz kılmak gibidir, yani abdestli olmak lazımdır.) [Tirmizi]
7) Kocası ile cima edemez. (Bekara 222) Bir hadis-i şerif meali de şöyledir:
(Hayzın başladığını ve bittiğini kocasından saklayan kadın melundur.) [Cevhere]
Hayzlı iken kadına yaklaşmak haram olduğu için bunu saklayan kadın günaha girer.
Kadınların namazda ellerinin üstlerini ve ayaklarını örtmeleri gerekir mi?
S. Ebediyye’de diyor ki:
Kadınların el ve yüzlerinden başka her yerleri, bilekleri, sarkan saçları ve ayaklarının altı, namaz için Hanefi’de avrettir. Ellerin üstü avret değildir diyen âlimler de çoktur. Bunlara göre, kadınların bileklerine kadar ellerinin üstü açık kılmaları caiz olur. Ama, kitapların hepsine uymuş olmak için, kadınların elleri örtecek kadar uzun kollu namazlık veya geniş baş örtüsü ile elleri örtülü olarak kılmaları, daha iyi olur. Kadınların ayakları namazda avret değildir diyen âlimler de varsa da, bu âlimler de, namazda örtmesi sünnet, açması mekruhtur dedi.
Sarkan saçlar da, ayak gibidir. (Kadıhan)
Evde kılınan namaz
Kadınların camide mi, yoksa evde mi kıldıkları namaz daha sevaptır?
Erkeklerin camide, kadınların ise evde kıldıkları namaz daha sevaptır. İki hadis-i şerif meali şöyledir:
(Kadınların en hayırlı namazı, evlerinin en dip köşesinde kıldıkları namazdır.) [Taberani]
(Kadınların, evinin en mahrem yerinde kıldığı namaz, salonda kıldığı namazdan efdaldir. Salonda kıldığı namaz ise, camide kıldığından efdaldir.) [Ebu Davud, İ. Ahmed]
1- Kadın, namaza dururken, ellerini omuzlarına kadar kaldırır. Ellerini de kapatır. Sağ el parmaklarını sol bilek üzerine halka yapmaz. Sağ eli, sol el üzerinde olarak göğüs üstüne koyar.
Rükuya eğilirken ayaklarını birleştirmez. Rükuda az eğilir, belini başı ile düz tutmaz, dizlerini büker. Ellerini dizleri üstüne koyar, dizlerini kavramaz ve parmaklarını açmaz.
3- Secdede kollarını, karnına yakın olarak yere serer. Karnını uyluklarına bitiştirir.
4- Teşehhüdde, ayaklarını sağa çıkararak yere oturur. Parmakları birbirine yapışık olur.
5- Dua ederken ellerini ileri uzatmaz, yüzüne karşı eğik tutar.
6- Sabah namazını geç kılması müstehap değildir. Vakit girer girmez kılmaları iyi olur.
7- Namazda yüksek sesle okumaz. Kurban bayramında farz namazlardan sonra teşrik tekbirini sessiz okur. (Redd-ül-muhtar, Tahtavi)
Halebi’de ve Redd-ül-muhtar’da, rükuya eğilirken ayakları birleştirmenin sünnet olduğu yazılıdır. Kadınlar da ayak birleştirir mi?
Hayır, kadınlar birleştirmez. Bu erkeklere mahsustur.
Namaz kılarken bazen saçım açılıyor. Bir müddet sonra kapatıyorum. Namazım bozuluyor mu?
Kadınlarda saç avrettir. Üç kere Sübhanallah diyecek kadar avret yeri açılırsa namazı bozulur. Açıldıktan sonra bir eli ile hemen kapatırsa, namazı bozulmaz. İki eli ile kapatırsa namazının bozulacağını bildiren kitaplar da vardır. Onun için bir el ile kapatmaya çalışmalıdır.
Kadınlar beklemez
Erkeklerin cuma namazından çıkmalarını beklemeden, kadınlar öğle namazını kılabilirler mi?
Evet, kılabilirler.
Bir rükün miktarı saçımız açılırsa namaz bozulur mu? Rükün miktarı ne kadardır?
Namazın bozulmasında ve secde-i sehvlerde rükün miktarı önemlidir. Bunu iyi bilmek gerekir.
Namazın içindeki farzlara rükün denir. Hepsi beştir: Kıyam, kıraat, rüku, sücud ve son teşehhüdde oturmak.
Bu rükünlerin birinde, saçı açılan kadın, bir âyet okuyacak kadar zaman içinde saçını kapatamazsa, namazı bozulur. Yahut üç kere sübhanallah diyecek kadar avret yeri açılırsa namazı bozulur. Normal şekilde üç kere sübhanallah demek bir rükün için ölçüdür.
Kaç rekat kıldığını şaşırıp, namaz içinde düşünen kimse, sonraki rüknün veya vacibin üç kere sübhanallah diyecek kadar bir zaman gecikmesine sebep olursa, bu arada, âyet ve tesbih okusa bile, secde-i sehv yapması gerekir.
Kadın secde ederken başörtüsü alnına gelse mekruh olur mu?
Evet. Secdeye alnın çıplak olarak değmesi gerekir.
Sağlam kadınlar, gerek tarlada ve gerekse camide yabancı erkeklerin göreceği yerde oturarak namaz kılıyorlar. Kıyam, yani ayakta durmak farz değil mi? Yabancı erkek görecek diye oturarak namaz kılmak caiz midir?
Caiz değildir. Farzı ayakta kılmak farzdır. Ancak hasta olup ayağa kalkamayan oturup kılar. Erkek görecek diye oturarak kılmak caiz olmaz. (Redd-ül-muhtar, Hindiyye)
Kadın, çıplak ayakla namaz kılabilir mi?
Namaz etekliği uzun ise, ayaklar görülmüyorsa, bir mahzuru olmaz.
Namaz borçları olan kadın, yıllar içindeki hayzlı zamanlarını düşerek mi kaza hesabı yapar?
Evet.
Namaz kılarken, kadının altınları görünse, caiz mi?
Görünmemesi iyi olur.
Kadının namazını, evde kocasıyla veya mahrem erkek akrabasıyla cemaatle kılması, yalnız kılmasından evla mıdır?
Evet.
Dizle ayak arasının ¼ ü açılan kadının namazı bozulur mu?
Evet.
Kadının, namazda yüzünü tülbentle kapatması caiz mi?
Hayır.
İstavrozlu, yani haç şekli bulunan namaz eteğim vardır. Resimli etek gibi bununla namaz kılmak mekruh olur mu?
Evet mekruh olur.
Ruj ve ojede plasenta kullanıldığını, imalinde çalışan birkaç yetkili ağızdan işittim. Rujlu ve ojeli iken namaz kılmak uygun olur mu?
Oje plasentadan imal edilmese de, altına su geçmez. Ojeli iken alınan abdest de sahih olmaz.
Örtünün altından peruk görünürse namaz bozulur mu?
Bozulmaz.
Maliki’yi taklit eden kadın, abdestte ve gusülde, örülü saçını çözmesi gerekir mi?
Maliki’de, kadının, abdestte örülü saçını açması gerekmez. Örgünün üstünden hepsini mesh eder.
Gusülde de saçların dibine, yani başındaki deriye su ulaşabiliyorsa, örgüyü çözmek yine gerekmez. Hanefi’de de böyledir. Yani kadınlar, örülü saçın diplerini ıslatınca, çözmeden örgünün üstünü ıslatmak yeterlidir. Saç dipleri ıslanmazsa, örgüyü açmak gerekir. Örülmemiş saçların her tarafını da yıkamak farzdır. Maliki’de guslederken saçları hilallemek de gerekir.
(Kadın, kürsüf kullanmazsa, namazı kabul olmaz) deniyor. Doğru mu?
Böyle bir şeyin aslı yoktur. Hiç kürsüf kullanılmasa da, yine de namazlar sahih olur. Kürsüf kullanılmazsa, iç çamaşırı kirlenebilir. Kirli çamaşır çıkarılıp temiz çamaşırla namaz kılınır. Kürsüf, yani bez veya pamuk, namazdan sonra konursa, çamaşır kirlenmiş olmaz. Maliki mezhebini taklit ederse, namazda bile akıntı gelse, abdesti de, namazı da bozmaz.
Hayzlı, nifaslı kadın, namaz kılabilir mi?
Kılamaz. Hadis-i şeriflerde buyuruldu ki:
(Hayzlı kadın namaz kılamaz.) [Buhari, Müslim]
(İstihazalı [özürlü], hayzı bitince yıkanır, namazını kılar, orucunu tutar.) [Darimi]
Komşumuz, Cilbabsız, yani çarşafsız namaz kılan kadının namazı kabul olmaz dedi. Böyle bir şey var mıdır?
Böyle bir şeyin aslı yoktur. Cilbab, erkeğin de, kadının da giydiği bir elbise, bir gömlektir. Çünkü hadis-i şeriflerde buyuruluyor ki:
(Haramdan cilbab [gömlek] giyen erkeğin namazları kabul olmaz.) [Bezzar]
(Hayâ cilbabını [örtüsünü] çıkarandan [aleyhinde] söz etmek gıybet olmaz.) [Beyheki]
Cilbab, baş örtüsünden daha geniş ve gömlekten kısa olan örtüdür. Bedeni örten her örtüye denir. (Ebüssüud tefsiri, Ruh-ul-beyan tefsiri)
Resulullah efendimizin hanımı Ümmi Seleme validemiz anlatır: (Resulullaha, kadın yalnız atkısı ve gömleği ile izarsız namaz kılabilir mi?) diye sordum. (Giydiği dır’ [uzun gömlek], ayaklarının üstü ile birlikte bütün vücudunu örterse, kılabilir) buyurdu.) [Ebu Davud]
Yine hadis-i şeriflerde buyuruluyor ki:
(Kadın, ancak başını ve bütün vücudunu örten elbise ile namaz kılarsa, tesettüre uymuş olur ve namazı kabul olur.) [Ebu Davud, Tirmizi]
(Namazı, izar ve rida ile kılın!) [İbni Adiy]
İzar, belden altını örten; rida ise, belden yukarısını örten giysidir. İhramın da alt kısmına izar, üst kısmına rida denir. İzar, bir cins peştamal, rida ise bir cins gömlektir.
(Bahr-ür-râık)da diyor ki:
(Erkek, hanımına şunları alması gerekir: Kisve, senede iki dır’, iki himâr ve iki milhafedir. Milhafe, kadının sokağa çıkarken giydiği elbisedir. [Buna ferâce, saya, manto da denir. Himâr, baş örtüsüdür.] Dır’ göğsü açılabilen uzun gömlektir. Kamîs, omuzu açılabilen uzun gömlek [entâri]dir.)
Nur suresinin 31. âyet-i kerimesinde, (Kadınlar, himarlarını [baş örtülerini] yakalarının üzerine örtsünler) buyuruluyor. Eğer kadınlar, çarşaf giyselerdi, himar yani baş örtüsünü yakanın üzerine örtmekten bahsedilmezdi.
Kadınlara vücut hatları [kaba avret yerlerinin şekli ve rengi] belli olmayacak herhangi bir elbise ile örtünmek farzdır. Dinimiz, kapanmayı emretti, ama belli bir örtü şekli bildirmedi. (Dürer-ül-mültekıte)
Bu vesikaların hepsi gösteriyor ki, kadınların çarşaf giymesi gerekmez. Ne Resulullah efendimizin hanımlarının, ne de Eshab-ı kiramın hanımlarının çarşaf giydiklerine dair bir vesika yoktur. Din kitaplarında da kadına nafaka olarak verilmesi gereken elbiseler bildirilmiş, hiç birisinde çarşaftan bahsedilmemiştir.
Çarşaf Türkiye’ye Tanzimat döneminde hacca gidenler tarafından, İranlılardan alınmak suretiyle getirilmiştir. Önceleri pek tutulmayan, hatta bid'at denilen çarşaf, 1870’te yaygınlaşmıştır. Daha sonra II. Abdülhamid han, 4 Ramazan 1309 (2 Nisan 1892) tarihli bir emirname ile çarşaf giyilmesini yasaklamıştır. (İslam Ansiklopedisi Diyanet Vakfı)
1913’de Balkan muhacirleri, Rumeli’nde Yahudi ve Ortodoks kadınlarının giydikleri siyah çarşaf ile gelmişlerdi. Zamanla bu İstanbul’a yayıldı. (Osmanlı Tarih Deyimleri Sözlüğü)
Kadın için Bayram ve Cuma namazı farz olan bir mezhep var mıdır?
Bayram namazı Şafii ve Maliki'de sünnet, Hanefi'de vaciptir.
Cuma namazının yalnız erkeklere farz olduğu çeşitli hadis-i şeriflerle bildirilmiştir. Bunlardan ikisi şöyle:
(Cuma namazı, köle, kadın, çocuk, hasta olan kimse hariç, her müslümana farzdır.) [Ebu Davud, Hakim]
(Namaz kıldırması için bir erkeğe emredip, sonra da Cuma namazına gelmeyen erkeklerin evlerini başlarına yıksam diye düşündüm.) [Buhari]
Bayram namazının şartları da Cuma namazının şartları gibidir. Bu bakımdan Cuma namazına gitmeyen kadın, bayram namazına da gitmez.
Erkeklerin camide cemaatle namaz kılmalarının, evde kıldıkları namazdan 27 derece daha fazla sevap olduğu, kadınların ise, evde namaz kılmalarının, camide namaz kılmalarından daha çok sevap olduğu hadis-i şeriflerle bildirilmiştir.
Kadınlar, bir zaruret olmadan camiye gidemez. Çünkü İbni Âbidin hazretleri buyuruyor ki:
(Kızların, genç ve yaşlı kadınların beş vakit namaza, Cuma ve Bayram namazları için, vaaz dinlemek için camiye gitmeleri caiz değildir. Eskiden, yalnız çok yaşlı kadınların, akşam ve yatsı namazına gitmesine izin verilmiş idi ise de, şimdi bunların da gitmesi caiz değildir.) [Redd-ül-muhtar]
[Bu hüküm, kitabın Türkçe tercümesinin c.2. s.420'dedir.]
Kadın, erkeklere imam olabilir mi?
Bütün fıkıh kitaplarında imam olmak için bildirilen şartlardan biri, (Erkek olmaktır. Kadın, erkeklere imam olamaz) buyuruluyor. (Halebi) Dürer’deki bir hadis-i şerif meali şöyledir:
(Kadınların, [namazda imam olarak] öne geçirilmesi caiz değildir.) [Rezin]
Kadın, erkeklerle birlikte cemaatle namaz kılsa, kadının sağındaki, solundaki ve arkasındaki erkeğin namazı bozulur. (Redd-ül-muhtar)
Neden kadınlar erkeklerin arasında namaz kılamıyor? Din kardeşi değil miyiz, omuz omuza kılsak ne mahzuru olur?
Öyle ya namazda kadına bir kötülük edecek erkek çıkmaz. Gerçekten niye kadın erkeklerin arasına girmiyor ki? Her kadın birimizin anasıdır veya bacısıdır veya hanımıdır veya kızıdır, halamız, teyzemiz de olabilir.
Evet annemizle de yan yana namaz kılamayız, onun değil, bizim namazımız bozulur. Bir başka hanım da, (O erkeklerin bana ne zararı dokunabilir) demişti. Evet erkeklerin ona da sana da bize de zararı dokunmaz. Ama kadınla erkek yan yana namaz kılınca erkeğin namazı bozulur. Niye bozulur? Namaz kılmayı bize emreden öyle emretmiştir de ondan, yani Allah öyle emrettiği için öyledir. İnsan teyze kızı ile evlenebiliyor da neden kız kardeşi ile evlenemiyor? Allah öyle emrettiği için, kız kardeşinizle evlenin deseydi evlenirdik. Bir kadın niye iki erkekle evlenemiyor, yine aynı cevap, öyle emrettiği için. Yani şu sebepten dolayı değil. Mesela erkeklere ipek giymek haramdır, niye haram? Cevap aynı, öyle emredildiği için.
Amerika’da kadın imamın, Kilise’de Cuma namazı kıldırmasının amacı nedir? Feminizm için mi, yoksa başka maksatlar da var mıdır?
Maksatsız değil elbette. Ama asıl maksadı nedir bilmiyoruz. Görünenler var. Hutbede ve demeçlerinde şu hususları vurguluyor:
(Kadın da erkeğin yaptığı işleri yapmalıdır. Mesela kadın, yaptığı zinadan dolayı cezalandırılamaz. Yaptığı zinaları gizleme ve zina yapma hakkına sahiptir. Bu, feminizmden çok, bir reform hareketidir, İslam’ın kuralları artık değişmelidir. Sultanahmet camiinde de Cuma namazı kıldırmak istiyorum.)
İranlı kadın bir profesör ile ilahiyatçı erkek bir profesör de, (İmamlık için kadın erkek fark etmez, kim daha liyakatli ise o imam olmalıdır) diyerek, Amerikalı kadının imamlığını onaylamışlardır. Bu arada daha başkalarından da çatlak sesler çıkmıştır. Bunların maksadı, ne feminizmdir, ne de dinde reformdur. Dinde reform adı altında dini içten yıkmaktır. Önce kadın Cuma namazına gitmeli dendi, sonra, âdetli ve lohusa iken namaz kılabilir, tesettür şart değildir denerek âdetli bazı kadınlara cenaze namazı kıldırıldı. Kadın kadına imamlık yapabilir dendi. Şimdi de kadın erkeklere imam olabilir dendi. Adım adım dinin emirleri yıkılmaya başlanıyor. Bunlar kıyamet alametlerindendir.
Böyle bir zamanda Ehl-i sünnet âlimlerinin kitaplarına sarılmanın önemi daha da artmaktadır.
Büyük İslam İlmihali’nde (Kadının kadına imamlığı caizdir) denirken, siz niye mekruhtur diyorsunuz?
Hiç bir ilmihalde böyle demiyor. Bahsettiğiniz ilmihale de baktık. Orada, (Kadının kadına imamlığı kerahetle caizdir) deniyor. Kerahatle kelimesini niçin yazmadığınızı anlayamadık.
Yani kadının kadına imam olması mekruhtur. Mekruh denilince tahrimen mekruh anlaşılır. Tahrimen mekruh harama yakın mekruh demektir, namazın sevabını yok eder. Sadece namaz borcundan kurtulmuş olunur ise de sevap alınmaz.
Din yeni mi geldi? Dinimizin hükümleri bilinmiyor mu? Her gün dinin bir meselesini bozmaya çalışmanın âlemi nedir?
Kadınların cenazelere iştirak etmeleri, cenaze namazı kılmaları, cenaze taşımaları ve cenazeyi defnetmeleri farz mıdır?
Hayır kadınlara farz değildir. Bir hadis-i şerif meali şöyledir:
(Kadınlar, cenazelere iştirak etmezler.) [Buhari, Müslim, Ebu Davud]
Hayzlıya yasak olanlar
Mezhepsiz biri, “Yaygın kanaate göre kadınlar hayzlı iken namaz kılamaz, oruç tutamaz, Mushaf’a el süremez, camiye giremez deniyorsa da, bunu yasaklayan ne bir hadis, ne de başka bir delil yoktur” diyor. Peki din kitaplarının hepsi yanlış mı yazıyor?
Hepsi doğru yazıyor. Hepsinin delili vardır. Mezhepsiz, hak olan dört mezhep demiyor, Ehl-i sünnet âlimleri demiyor, yaygın kanaate göre diyerek, Allah ve Resulünün emirlerine, Resulullahın vârisleri olan âlimlerin naklettiklerine yanlış bir kanaat diyor. Halbuki aksini söyleyen bir tek Ehl-i sünnet âlimi yoktur.
Hayzlı kadın şunları yapamaz:
1) Namaz kılamaz. Bir hadis-i şerif meali:
(Hayzlı kadın namaz kılamaz.) [Ebu Davud]
Ümmü Büsse radıyallahü anha anlatır:
Hac esnasında Ümmü Seleme radıyallahü anhaya sordum:
- Ey müminlerin annesi, hayz sırasında kılınmayan namazların kazası gerekir mi?
- Hayır, kaza edilmez. Hanımlarından biri, nifas sebebiyle kırk gün namaz kılmadı, Resulullah nifas zamanı kılınmayan namazları kaza etmesini emretmedi. (Ebu Davud)
Nifas da hayz gibi olduğu için böyle bildirilmiştir.
2) Kur’an okuyamaz. Bir hadis-i şerif meali:
(Hayzlı ve cünüp, Kur'an okuyamaz.) [Tirmizi]
3) Oruç tutamaz. Bir kadın Hazret-i Âişe validemize sordu:
- Niye hayzlı kadın orucunu kaza ediyor da, namazını kaza etmiyor?
Âişe validemiz buyurdu ki:
- Sen Haruriye [harici] misin?
- Haruriye değilim, fakat öğrenmek için soruyorum.
- Hayzımız Ramazana rastlardı da, oruç tutmayıp, kazası ile emrolunur; fakat hayzlı iken kılmadığımız namazları kaza etmekle emrolunmazdık. (Buhari, Müslim, Ebu Davud, Tirmizi, Nesai)
Bir hadis-i şerif meali de şöyle:
Resulullah zamanında hayız veya nifas sebebiyle Ramazanda hanımlarından biri orucunu yerdi de, Resulullah ile birlikte Şaban ayına kadar kaza etmediği olurdu. (Buhari, Müslim, Ebu Davud, Tirmizi, Nesai)
4) Mushaf’a el süremez. Bir hadis-i şerif meali:
(Kur'ana ancak temiz olan dokunabilir.) [Nesai]
5) Camiye giremez. Bir hadis-i şerif meali:
(Cünübe ve hayzlıya mescide girmek helal olmaz.) [İbni Mace]
6) Kâbe’yi tavaf edemez. Bir hadis-i şerif meali:
(Beytullaha tavaf etmek, namaz kılmak gibidir, yani abdestli olmak lazımdır.) [Tirmizi]
7) Kocası ile cima edemez. (Bekara 222) Bir hadis-i şerif meali de şöyledir:
(Hayzın başladığını ve bittiğini kocasından saklayan kadın melundur.) [Cevhere]
Hayzlı iken kadına yaklaşmak haram olduğu için bunu saklayan kadın günaha girer.
Kadınların namazda ellerinin üstlerini ve ayaklarını örtmeleri gerekir mi?
S. Ebediyye’de diyor ki:
Kadınların el ve yüzlerinden başka her yerleri, bilekleri, sarkan saçları ve ayaklarının altı, namaz için Hanefi’de avrettir. Ellerin üstü avret değildir diyen âlimler de çoktur. Bunlara göre, kadınların bileklerine kadar ellerinin üstü açık kılmaları caiz olur. Ama, kitapların hepsine uymuş olmak için, kadınların elleri örtecek kadar uzun kollu namazlık veya geniş baş örtüsü ile elleri örtülü olarak kılmaları, daha iyi olur. Kadınların ayakları namazda avret değildir diyen âlimler de varsa da, bu âlimler de, namazda örtmesi sünnet, açması mekruhtur dedi.
Sarkan saçlar da, ayak gibidir. (Kadıhan)
Evde kılınan namaz
Kadınların camide mi, yoksa evde mi kıldıkları namaz daha sevaptır?
Erkeklerin camide, kadınların ise evde kıldıkları namaz daha sevaptır. İki hadis-i şerif meali şöyledir:
(Kadınların en hayırlı namazı, evlerinin en dip köşesinde kıldıkları namazdır.) [Taberani]
(Kadınların, evinin en mahrem yerinde kıldığı namaz, salonda kıldığı namazdan efdaldir. Salonda kıldığı namaz ise, camide kıldığından efdaldir.) [Ebu Davud, İ. Ahmed]
22 Haziran 2009 Pazartesi
Irkların meydana gelişi
Biyolojide modifikasyon denilen görünüş değişikliği yanında, mutasyon denilen genlerde değişiklik olayı vardır. Beyaz insandan siyah, esmer veya sarı insanların türemesi mümkündür. Hadis-i şerifte de buyuruldu ki:
(Allahü teâlâ, Âdem aleyhisselamı yeryüzünün her tarafından alınan topraktan yarattı. Bu sebeple neslinden, siyah, beyaz, esmer, kırmızı renkte olanlar olduğu gibi, bu renkler arasında bulunanlar da oldu. Bazısı yumuşak, bazısı sert, bazısı da halis ve temiz oldu.) [Ebu Davud]
Dinimizde ırkçılık yoktur
Irkçılık nedir, ırkçılığın dinimizdeki yeri nedir?
İslamiyet, hangi ırk, dil ve ülkeden olursa olsun, bütün Müslümanların birbirinin kardeşi olduğunu bildirir. Allah indinde herkes, insan olarak, bir tarağın dişleri gibi birbirine eşittir. Namaz kılarken, en büyük rütbeli bir Müslümanla en küçük rütbeli, en zenginle en fakir, bir beyazla bir zenci Müslüman yan yana durur ve Allahü teâlâya birlikte secde ederler. Dinimizde ırk ve millet üstünlüğü yoktur. Müslüman zenci bir hizmetçi, kâfir bir beyaz kraldan üstündür. Kâfir kral ebedi Cehennemde, Müslüman zenci hizmetçiyse ebedi Cennette kalacaktır.
Hiç kimse ana babasını seçemediği için, ırkını, milliyetini de seçemez. Ancak, ceddinin dine hizmetlerinden dolayı ırkını sevmesi, suç olmaz. Mesela, Osmanlı Türklerini sevmek kınanmaz. Hatta hizmetlerinden dolayı her zaman dua etmek gerekir.
Yahudi kendini asil bilir. Hıristiyan, zenciyi aşağı görür. İslam dini, ırk, renk, milliyet, siyasi inanç, lisan ve tahsil seviyesi ayırt etmeden, her insanın şeref ve itibarına hürmet eder.
Kendi ırkını dinimizin üstünde tutmak veya kendi milletinden olan gayrimüslimi başka milletten olan Müslüman’dan üstün tutmak, ırkçılık olur. Kur'an-ı kerim ve hadis-i şerifler, ırkçılığı, ırk üstünlüğünü kesin olarak reddetmektedir. Bir âyet-i kerime meali:
(Ey insanlar, sizi, bir erkekle bir kadından yarattık. Birbirinizle tanışmanız için milletlere ve kabilelere ayırdık. Allah indinde en üstününüz, takvada en ileri olanınızdır.) [Hucurat 13] (Takva, Allahü teâlâya inanıp, Onun emir ve yasaklarına riayet etmektir. Kısaca haramlardan sakınmak demektir.)
Bir önceki âyet-i kerimede, Ey iman edenler buyurulurken, bu âyet-i kerimede Ey insanlar şeklinde hitap edilmektedir. Hitap yalnız inananlara değil, bütün insanlaradır. Bütün insanlar, aynı ana-babadan, yani Hazret-i Âdem ile Hazret-i Havva’dan meydana geldiler. Bu bakımdan bir ırkın diğerine üstünlük taslamaya hakkı yoktur.
Âyet-i kerimede, tanışmakta kolaylık olması için, milletlere ve milletler içinde kabilelere ayrıldığımız ve Allah indinde üstünlüğün, Müslümanlığa bağlılıkla ölçüleceği bildirilmektedir. Araplar veya Yahudiler üstündür denmiyor. Birkaç âyet önce de Müminler ancak kardeştir buyuruluyor. (Hucurat 10)
Arapların veya başka bir ırkın değil, yalnız müminlerin kardeş olduğu açıkça bildirilmektedir. Hadis-i şeriflerde de buyuruldu ki:
(Allahü teâlâ, cahiliyet övünmelerini sizden kaldırdı. Hepiniz Âdem aleyhisselamın evlatlarısınız. Âdem ise topraktan yaratıldı.) [Tirmizi]
(Rabbiniz bir olduğu gibi, babalarınız, dininiz ve Peygamberiniz de birdir. Arabın Aceme, [Arap olmayana] Acemin Araba üstünlüğü olmadığı gibi, kırmızının karaya, karanın kırmızıya üstünlüğü yoktur. Hiçbir milletin diğerine üstünlüğü yoktur. Üstünlük ancak takva iledir.) [İbni Neccar]
(Acemlerden, dininizi kabul edenler ve nesebinize katılanlar olacaktır.) [Hâkim]
(Müslümanlar kardeştir. Takva hali hariç, kimsenin kimseye üstünlüğü yoktur.) [Taberani, Ebu Nuaym]
(Ey Kureyşliler, kıyamet günü herkes ameli ile gelir. Siz dünyayı omuzlayarak gelmeyin! Bu halde gelip de, “Ya Resulallah” deseniz, tarafınıza bakmam.) [Taberani]
(İnsanlar [insan olarak] bir tarağın dişleri gibi eşittir.) [İbni Lal]
Peygamberimizin tevazuu
Peygamber efendimiz, (Ben sizin en iyiniz olduğum gibi, babam da babalarınızdan daha iyidir) buyurmuştur. Böyle söylemek öğünmek değildir. Peygamber efendimiz tevazu ehli idi. Böyle söylemesi hakikati bildirmek içindir. (Ben evliyayım) demek öğünmek olur; fakat (Ben Peygamberim) demek böyle değildir. Gerçeği bildirmek vazifesi olduğu ve vazifesini yapmak mecburiyetinde de olduğu için böyle buyurmuştur. Nitekim imam-ı Rabbani hazretlerinin, (Mektubat) kitabında bildirdiği hadis-i şeriflerde buyuruldu ki:
(Kıyamette, önce gelenlerin ve sonra gelenlerin seyyidiyim. Hakikati bildiriyorum, öğünmüyorum.)
(Allahü teâlânın habibiyim. Peygamberlerin reisiyim. Öğünmek için söylemiyorum.)
(Peygamberlerin sonuncusuyum, öğünmüyorum, ben Abdullah’ın oğlu Muhammed’im “aleyhissalatü vesselam”. Allahü teâlâ insanları yarattı. Beni insanların en iyisinde yarattı. Allahü teâlâ, insanları fırkalara [kavimlere, ırklara] ayırdı. Beni, en iyisinde bulundurdu. Sonra bu en iyi fırkayı kabilelere [cemaatlere] ayırdı. Beni, en iyisinde bulundurdu. Sonra, bu cemaati evlere ayırdı. Beni, en iyi evden [yani aileden] dünyaya getirdi. İnsanların en iyisiyim. En iyi ailedenim. Kıyamette, herkes sustuğu zaman, ben söyleyeceğim. Kimsenin kımıldayamadığı vakitte, onlara şefaat ediciyim. Kimsede ümit kalmadığı bir zamanda, onlara müjde vericiyim. O gün her iyilik, her türlü yardım, her kapının anahtarı bendedir. Liva-i hamd benim elimdedir. İnsanların en hayırlısı, en cömerdi, en iyisiyim. O gün emrimde binlerce hizmetçi vardır. Kıyamet günü, Peygamberlerin imamı, hatibi ve hepsine şefaat edici benim. Bunu öğünmek için söylemiyorum.) [Hakikati bildiriyorum. Hakikati bildirmek vazifemdir. Bunları söylemezsem, vazifemi yapmamış olurum.]
Peygamber efendimizin ırkı
Muhammed aleyhisselam, Araptır. Arap, güzel demektir. Mesela, lisan-ı Arap, güzel dil demektir. Coğrafyada Arap demek, Arabistan yarımadasında doğup büyüyen ve onların kanından olan kimse demektir. Peygamber efendimizin akrabasını, Arapları sevmek ve saymak ibadettir. Onları her Müslüman sever. Anadolu’ya misafir gelen esmer fellahlar ve zenciler; saygı gösterilsin diye kendilerini, Arap diye tanıttırmış. Anadolu’nun temiz, saf Müslümanları da Araba olan hürmetlerinden dolayı, bunları sevmişlerdir; çünkü dinimizde siyah, beyaz ayırımı yoktur.
İnsanın siyah olması imanın şerefini azaltmaz. Resulullahın çok sevdiği Bilal-i Habeşi hazretleriyle Üsame bin Zeyd hazretleri siyahtı. Hazret-i Bilal’a müezzinlik görevini vermişti, Hazret-i Üsame’yi de, daha 18 yaşındayken, birlik komutanı yapmıştı. Bazıları, (Asiler Medine’ye gelip halifeyi öldürebilirler. Çok genç olan Üsame’yi değiştirseniz nasıl olur?) dediklerinde Hazret-i Ebu Bekir, (Resulullahın beğendiği komutanı değiştiremem) dedi.
Ebu Leheb ve Ebu Cehil kâfirleri beyazdı; fakat Allah indinde ve Müslümanların gözünde çok aşağıydılar. Allahü teâlâ insanın rengine değil, iman ve takvasına kıymet vermektedir.
Siyahların, esmerlerin kendilerini Arap olarak tanıtmaları, İslam düşmanlarının işlerine yaradı. Bu düşmanlar, siyah insanları, aşağı ve iğrenç olarak tanıttılar, köle olarak kullandılar. Arabı siyah olarak tanıtmaya, böylece Müslümanları Peygamberimizden soğutmaya uğraştılar. Siyah resimlere, kara köpeklere, resmin negatif filmine Arap dediler. Arap saçı, Arap sabunu, kara Fatma böceği gibi uydurma isimlerle Arap milletini kötülediler. Aşağıda Peygamber efendimizi öven hadis-i şerifler ayrıca Arap milletinin de üstünlüğünü göstermektedir:
(Her asırdaki insanların en iyilerinden dünyaya getirildim.) [Buhari]
(Allahü teâlâ, İsmail aleyhisselamın soyundan Kureyşi seçti, Kureyşten de, Haşimoğullarını sevdi. Onlardan da, beni süzüp seçti.) [Müslim]
(Allahü teâlâ, beni insanların en iyilerinden vücuda getirdi.) [Tirmizi]
(Allahü teâlâ, Arabistan’daki seçilmişler arasından beni seçti.) [Taberani]
(Ensarı müminden başkası sevmez, münafıktan başkası da buğzetmez.) [Buhari]
(Arabı sevmek imandan, onlara buğz etmek küfürdür.) [İ.Neccar]
(Bana buğz eden dinden çıkar, Arap’a buğzeden, bana buğz etmiş olur.) [Hâkim]
(Şu üç şey için Arabı sevin:
1- Ben Arabım,
2- Kur’an Arabidir,
3- Cennet dili de Arabidir.) [Hâkim]
Şimdi gerçek Arap çok azalmıştır. Çoğu Asya’ya cihada gitmiş, bir daha dönmemiştir. Arap bu kadar övüldüğü halde, ırkçılık yapanlarının Cehenneme gideceği de bildirilmiştir. Bir hadis-i şerifte buyuruldu ki:
(Arap, ırkçılık yüzünden sorgusuz sualsiz Cehenneme atılır.) [Ebu Ya’la]
Kâfir olan bir Arap, Müslüman Fransız’dan üstün olamaz. Böyle bir ırkçılık dinimize aykırıdır. Dinimizde ırkçılık yoktur. Hadis-i şerifte buyuruldu ki:
(Irkçılık yapan, ırkçılık için savaşan ve ırkçılık uğrunda ölen, bizden değildir.) [Ebu Davud]
Vatanı sevmek imandandır
Vatan sevgisi imandandır hadisi uydurma mıdır?
Art niyetli kimseler İslam âlimlerine olan itimadı sarsmak için, iyi niyetli kimseler de buradaki maksadı anlamadıklarından dolayı böyle hadisleri uydurma sanıyorlar. Halbuki her dilde, çok zaman zarf söylenir, mazruf anlaşılır. Mazruf, zarfın içindeki demektir. Mesela soba yanıyor dediğimiz zaman, sobanın kendisi değil içindeki odun, kömür, gaz yanıyor demektir. Yoksa sobanın kendisi değildir. Bu sınıf tembel dendiği zaman, sınıftaki öğrencilerin tembel olduğu anlaşılır. Böyle örnekler Kur'an-ı kerimde de vardır:
(Köy halkına sor) yerine, (vese’lil karye = köye sor) ifadesi kullanılmıştır. (Yusuf 82)
Zalim köylüler manasına (Karye-tiz-zalim = zalim köy) ifadesi kullanılmıştır. (Nisa 75)
Vatanını seven herkese mümin denmez. Fakat mümin vatanını sever. Yani, vatanını sevmek mümin olmanın alametlerindendir.
Temizlik imandandır buyuruluyor. Yani müminin alametlerinden biri de temiz olmaktır. Fakat her temiz olana mümin denmez. Kâfirlerden de temiz olanlar çıkar.
Haya imandandır buyuruluyor. Yani, imanlı olmanın alametlerinden biri de hayalı olmaktır. Fakat her hayalı olana mümin denmez.
Arabı sevmek imandandır buyuruluyor. Her Arabı değil, Müslüman olan Arabı sevmek gerekir. Ebu Cehil de, Ebu Leheb de Arab idi. Halbuki bu Arapları seven kâfir olur. Vatan sevgisi de böyledir. Müslüman olan vatan sevilir. Vatanın Müslümanlığı, halkının Müslümanlığı demektir. Vatanını sevmek, taşını, toprağını değil, oradaki Müslümanları, yakınlarını, akrabalarını sevmek demektir.
(Vatan sevgisi imandandır) hadis-i şerifi, İslam âlimlerinin en büyüklerinden ve ikinci bin yılın müceddidi olan imam-ı Rabbani hazretlerinin, Mektubat kitabının 155. mektubunda ve hümanistlerin bile sevdiği Evliyanın büyüklerinden Mevlana Celaleddin Rumi hazretlerinin Mesnevi’sinde vardır.
Millet ve milliyetçilik
(Millet din demektir. Bunun için Fransız milleti, Türk milleti denmez. Türk milliyetçisiyim demek de, Türkün dinindenim demek olur ki çok yanlıştır) diyenler çıkıyor.
Millet kelimesi çeşitli manalara gelir. Birkaçı şöyledir:
1- Din manasında kullanılır. "Millet-i İbrahim", "Millet-i Resulullah" gibi.
2- Ümmet manasında, bir din mensuplarının tamamına denir. "İslam milleti", "Yahudi milleti" gibi.
3- Topluluk manasına gelir. "Kâfirler tek millettir", "Kâfir milleti zalimdir" gibi.
4- Sınıf, cins, taife manasına kullanılır. "Kadın milleti", "Şoför milleti" gibi.
5- Halk manasına kullanılır. "Bu millet, iyiye layıktır" gibi.
6- Kavim manasında kullanılır. Din, dil, tarih, gelenek, kültür, ideal ve vatan birliği olan topluluk demektir. "Türk milleti", "Arap milleti" gibi.
Milliyetçi demek, aynı dine mensup, aynı dili konuşan, ortak tarihi olan, aynı gelenekleri ve aynı kültürü olan, aynı ideale ve aynı vatana sahip olan kimse demektir. "Ben milliyetçiyim" demek yanlış olmaz. Kelimenin yalnız bir manasını düşünmek doğru değildir.
Fransa’dan yazıyorum. Mısırlı bir arkadaşım var. Bayrağını din gibi kabul etmektedir. Bayrağıma paçavra diyen kâfir olur diyor. Böyle sevgi ve ırkçılık olur mu?
Mısır bayrağının diğer bayraklardan farkı ne de, ona bez veya paçavra diyen kâfir oluyor? İster Mısır, ister Libya veya diğer milletlerin bayraklarına paçavra demek, uygun değilse de, kâfir olmayı gerektirmez. Her millet, kendi bayrağını sevebilir. Fakat ırkçılık yaparak, (Hangi milletten olursa olsun benim bayrağımı sevmeyen kâfir olur) demek çok yanlıştır.
Tesettüre riayet eden, namazlarını kılan Müslüman bir çingene kızıyım. Müslüman bir Türk ile evleneceğim. Fakat babam, ırk ayrımı yapıyor, (ileride sorun çıkar) diyor. Dinimizde ırk ayrımı var mıdır? (Çingene ile evlenince, tuğla eriyinceye kadar yıkanılsa cünüplük çıkmaz) sözü doğru mu?
Türk, Arap, Ermeni, Fransız nasıl bir ırk ise, çingene de bir ırktır. Türkün, Arabın Müslümanı ve başka dinden olanı olduğu gibi, çingenelerin de, Müslümanları ve başka dinden olanları vardır.
Dinimizde ırk ve renk ayrımı yoktur. Allah indinde, Müslüman bir çingene, Müslüman olmayan bir Türk kralından çok üstündür. Biri ebedi Cennetlik, öteki ebedi Cehennemliktir. Hiç mukayese kabul eder mi? Siyah olan Bilal-i Habeşi, beyaz Ebu Cehil'den çok üstündür.
(Çingene ile evlenince, tuğla eriyinceye kadar yıkanılsa cünüplük çıkmaz) sözü, cahillerin uydurdukları çirkin bir iftiradır. Bir kimse nasıl cünüp olursa olsun, gusledince, yıkanınca temiz olur.
İkiniz de İslamiyet’in emirlerine uyduğunuza göre, hiçbir sorun çıkmaz. Evlenmeniz çok iyi olur. Mutluluklar dileriz.
(Irkçılık yapan bizden değildir) ne demek?
Biz Müslümanlarda ırk üstünlüğü yoktur. Buna rağmen, iyi kimseler geldiği için Arabı severiz, Türkü severiz. Sevmemizin mahzuru olmaz. Fakat Müslüman bir Arabı, Müslüman Fransızdan üstün tutamayız. Böyle bir ırkçılık yapmak dinimize aykırıdır. Hele Hıristiyan bir Türk, Müslüman Araptan üstündür demeyiz. Böyle söyleyen Müslümanlıktan çıkar.
İslamiyet hangi ırk, dil ve ülkeden olursa olsun, bütün Müslümanların birbirinin kardeşi olduğunu bildirir. İslam dininde, Allahü teâlânın huzurunda herkes birbirine müsavidir. Namaz kılarken, en büyük rütbeli bir Müslüman ile en küçük rütbeli, en zengin ile en fakir, bir beyaz ile bir zenci Müslüman yan yana durur ve Allahü teâlâya birlikte secde ederler.
Dinimizde ırk ve millet üstünlüğü yoktur. Müslüman zenci bir hizmetçi, kâfir bir beyaz Türk kraldan üstündür. Kâfir kral, ebedi Cehennemde, Müslüman zenci hizmetçi ise, ebedi Cennette kalacaktır.
Yahudi kendini asil bilir. Hıristiyan, zenciyi aşağı görür. İslam’da ise ırk, renk ve dil ayrımı yoktur. İslam dini, ırk, renk, milliyet, siyasi inanç, lisan ve tahsil seviyesi ayırt etmeksizin, her insanın şeref ve itibarına hürmet eder. Bu sebepten de, yabancılar arasında Müslümanlık yayılmaktadır:
(İslam’da, ırk, renk ve dil farkı gözetilmediğini, herkesin eşit olduğunu, namaz kılarken de rütbe ayrımı yapılmadığını gördüm. Müslüman oldum.) (Thomas Clayton – Amerika)
Yunus Emre ve hoşgörü
Yunus Emre’yi kötüleyen biri, (Bir taraftan “Yaratılmışı hoş gördük, Yaratandan ötürü” diyerek hoşgörülüğünü sergilerken, bir taraftan da, “Beş vakit namaz kılmayan, bilin Müslüman olmadı, ol Cehenneme girse gerek” diyerek müsamahasızlık çukuruna düşmüştür. Hoşgörünün zirvesine çıkmak gerekir) diyor. Hoşgörü ne demektir?
TDK’nın sözlüğünde, (Her şeyi anlayışla karşılayarak olabildiği kadar hoş görme durumu) deniyor. Dikkat ediniz, her şey deniyor. Her şeyi anlayışla karşılamak diye tarif ediyor. Yine TDK’da, Mezhebi geniş ifadesini tarif ederken, (Namus konusunda aşırı hoşgörülü davranan kimse) deniyor.
Yunus Emre’yi kötüleyen kimseye göre, hoşgörü denilen şeyin bir sınırı yoktur. Ne kadar hoş görülürse, o kadar iyidir. Halbuki sınırsız hürriyet gibi, sınırsız hoşgörü de çok yanlıştır. Kötüler hoş görülür mü? Anarşistler ve diğer suçlular hoş görülürse, toplumun nizamı nasıl sağlanır?
Kâfirleri sevmemek gerekir ise de, dinimizin emri gereği, onlara eziyet etmek, kalblerini incitmek haramdır. Zaruret olunca, onlara dostluk göstermek de caizdir. Sevmemek ayrı, onları üzmek ayrı şeydir. Din adına, kâfirin, kâfirliğini hoş görmek tehlikelidir. Allahü teâlâ, bu kimsenin anladığı manada hiçbir Müslümanı hoşgörünün zirvesine çıkarmasın!
Tarak dişi gibi eşit
Müslüman, dinimizin izin verdiği ölçüde hoşgörülü olur. Bunun azı da, çoğu da zararlıdır. Yunus Emre hazretlerinin, “Yaratılmışı hoş gördük, Yaratandan ötürü” diyerek yetmiş iki millete aynı gözle bakması, dinimize aykırı değildir. Çünkü dinimizde ırk üstünlüğü yoktur. Bir hadis-i şerifte, (İnsanlar [insan olarak] bir tarağın dişleri gibi eşittir) buyurulmuştur. (İbni Lal)
Bunun için kâfir de olsa, bir kimseden kendini üstün görmek caiz değildir. Çünkü kâfir, Müslüman olup ebedi saadete kavuşabilir, Müslüman da, maazallah küfre düşüp Cehennemlik olabilir.
Mevlana Celaleddin-i Rumi hazretleri, (Gel, gel, her kim olursan ol gel, müşrik, mecusi olsan veya puta tapsan da gel! Bizim dergahımız ümitsizlik dergahı değildir. Tevbeni yüz defa bozmuş olsan da gel) diyor. Manası, (Gel sana Müslümanlığı öğreteyim de gerçeği gör) demektir. Çünkü Allah için olmayan sevgi ve düşmanlığın hiç önemi yoktur. Hadis-i şerifte, (İmanın en sağlam temeli ve en kuvvetli alâmeti, hubbi-i fillah, buğd-i fillahtır) buyuruluyor. [Ebu Davud]
Yani, Müslümanları sevip, onlara yardım ve hayır dua etmek ve din-i İslam’ı beğenmeyenleri, İslamiyet’e ve Müslümanlara düşmanlık edenleri sevmemek ve imana, hidayete kavuşmaları için dua etmektir. Buğd, sevmemek, düşmanlık etmek demektir. Buğd-i fillah, Allah için sevmemek, Allah için düşmanlık etmek demektir. Bunun zıddı ise “Hubb-i fillah”tır. Allah için sevmek, Allah için dostluk etmektir.
Allah için sevmek
Resulullah efendimiz buyurdu ki:
(Cebrail aleyhisselam gibi ibadet etseniz, müminleri, Allah için sevmedikçe ve kâfirleri Allah için kötü bilmedikçe, hiç bir ibadetiniz, hayrat ve hasenatınız kabul olmaz!)
Allahü teâlâ, Hazret-i Musa’ya sordu:
- Ya Musa, benim için ne işledin?
- Ya Rabbi, senin için namaz kıldım, oruç tuttum, zekât verdim, zikrettim.
- Ya Musa, kıldığın namazlar, seni Cennete kavuşturacak yoldur, kulluk vazifendir. Oruçların, seni Cehennemden korur. Verdiğin zekatlar, kıyamette, sana gölgelik olur. Zikirlerin de, o günün karanlığında, sana ışıktır. Bunların faydası sanadır. Benim için ne yaptın?
- Ya Rabbi, senin için ne yapmak gerekirdi?
- Sırf benim için dostlarımı sevip, düşmanlarıma düşmanlık ettin mi?
Musa aleyhisselam, Allahü teâlâyı sevmenin, Onun için olan en kıymetli amelin, Hubb-i fillah ve Buğd-i fillah olduğunu anladı. (Mektubat-ı Masumiyye)
Cenab-ı Hak, Hazret-i İsa’ya da vahyetti ki:
(Eğer yerlerde ve göklerde bulunan bütün mahlukların ibadetlerini yapsan, dostlarımı sevmedikçe ve düşmanlarıma düşmanlık etmedikçe, hiç faydası olmaz.) [K.Saadet]
Irkçılık nedir?
(Irkçılık yapan bizden değildir) buyuruluyor. Ne yapmak, ırkçılık olur?
Kendi ırkını dinimizin üstünde tutmak, kendi milletinden olan gayrimüslimi başka milletten olan Müslümandan üstün tutmak, ırkçılık olur.
(Allahü teâlâ, Âdem aleyhisselamı yeryüzünün her tarafından alınan topraktan yarattı. Bu sebeple neslinden, siyah, beyaz, esmer, kırmızı renkte olanlar olduğu gibi, bu renkler arasında bulunanlar da oldu. Bazısı yumuşak, bazısı sert, bazısı da halis ve temiz oldu.) [Ebu Davud]
Dinimizde ırkçılık yoktur
Irkçılık nedir, ırkçılığın dinimizdeki yeri nedir?
İslamiyet, hangi ırk, dil ve ülkeden olursa olsun, bütün Müslümanların birbirinin kardeşi olduğunu bildirir. Allah indinde herkes, insan olarak, bir tarağın dişleri gibi birbirine eşittir. Namaz kılarken, en büyük rütbeli bir Müslümanla en küçük rütbeli, en zenginle en fakir, bir beyazla bir zenci Müslüman yan yana durur ve Allahü teâlâya birlikte secde ederler. Dinimizde ırk ve millet üstünlüğü yoktur. Müslüman zenci bir hizmetçi, kâfir bir beyaz kraldan üstündür. Kâfir kral ebedi Cehennemde, Müslüman zenci hizmetçiyse ebedi Cennette kalacaktır.
Hiç kimse ana babasını seçemediği için, ırkını, milliyetini de seçemez. Ancak, ceddinin dine hizmetlerinden dolayı ırkını sevmesi, suç olmaz. Mesela, Osmanlı Türklerini sevmek kınanmaz. Hatta hizmetlerinden dolayı her zaman dua etmek gerekir.
Yahudi kendini asil bilir. Hıristiyan, zenciyi aşağı görür. İslam dini, ırk, renk, milliyet, siyasi inanç, lisan ve tahsil seviyesi ayırt etmeden, her insanın şeref ve itibarına hürmet eder.
Kendi ırkını dinimizin üstünde tutmak veya kendi milletinden olan gayrimüslimi başka milletten olan Müslüman’dan üstün tutmak, ırkçılık olur. Kur'an-ı kerim ve hadis-i şerifler, ırkçılığı, ırk üstünlüğünü kesin olarak reddetmektedir. Bir âyet-i kerime meali:
(Ey insanlar, sizi, bir erkekle bir kadından yarattık. Birbirinizle tanışmanız için milletlere ve kabilelere ayırdık. Allah indinde en üstününüz, takvada en ileri olanınızdır.) [Hucurat 13] (Takva, Allahü teâlâya inanıp, Onun emir ve yasaklarına riayet etmektir. Kısaca haramlardan sakınmak demektir.)
Bir önceki âyet-i kerimede, Ey iman edenler buyurulurken, bu âyet-i kerimede Ey insanlar şeklinde hitap edilmektedir. Hitap yalnız inananlara değil, bütün insanlaradır. Bütün insanlar, aynı ana-babadan, yani Hazret-i Âdem ile Hazret-i Havva’dan meydana geldiler. Bu bakımdan bir ırkın diğerine üstünlük taslamaya hakkı yoktur.
Âyet-i kerimede, tanışmakta kolaylık olması için, milletlere ve milletler içinde kabilelere ayrıldığımız ve Allah indinde üstünlüğün, Müslümanlığa bağlılıkla ölçüleceği bildirilmektedir. Araplar veya Yahudiler üstündür denmiyor. Birkaç âyet önce de Müminler ancak kardeştir buyuruluyor. (Hucurat 10)
Arapların veya başka bir ırkın değil, yalnız müminlerin kardeş olduğu açıkça bildirilmektedir. Hadis-i şeriflerde de buyuruldu ki:
(Allahü teâlâ, cahiliyet övünmelerini sizden kaldırdı. Hepiniz Âdem aleyhisselamın evlatlarısınız. Âdem ise topraktan yaratıldı.) [Tirmizi]
(Rabbiniz bir olduğu gibi, babalarınız, dininiz ve Peygamberiniz de birdir. Arabın Aceme, [Arap olmayana] Acemin Araba üstünlüğü olmadığı gibi, kırmızının karaya, karanın kırmızıya üstünlüğü yoktur. Hiçbir milletin diğerine üstünlüğü yoktur. Üstünlük ancak takva iledir.) [İbni Neccar]
(Acemlerden, dininizi kabul edenler ve nesebinize katılanlar olacaktır.) [Hâkim]
(Müslümanlar kardeştir. Takva hali hariç, kimsenin kimseye üstünlüğü yoktur.) [Taberani, Ebu Nuaym]
(Ey Kureyşliler, kıyamet günü herkes ameli ile gelir. Siz dünyayı omuzlayarak gelmeyin! Bu halde gelip de, “Ya Resulallah” deseniz, tarafınıza bakmam.) [Taberani]
(İnsanlar [insan olarak] bir tarağın dişleri gibi eşittir.) [İbni Lal]
Peygamberimizin tevazuu
Peygamber efendimiz, (Ben sizin en iyiniz olduğum gibi, babam da babalarınızdan daha iyidir) buyurmuştur. Böyle söylemek öğünmek değildir. Peygamber efendimiz tevazu ehli idi. Böyle söylemesi hakikati bildirmek içindir. (Ben evliyayım) demek öğünmek olur; fakat (Ben Peygamberim) demek böyle değildir. Gerçeği bildirmek vazifesi olduğu ve vazifesini yapmak mecburiyetinde de olduğu için böyle buyurmuştur. Nitekim imam-ı Rabbani hazretlerinin, (Mektubat) kitabında bildirdiği hadis-i şeriflerde buyuruldu ki:
(Kıyamette, önce gelenlerin ve sonra gelenlerin seyyidiyim. Hakikati bildiriyorum, öğünmüyorum.)
(Allahü teâlânın habibiyim. Peygamberlerin reisiyim. Öğünmek için söylemiyorum.)
(Peygamberlerin sonuncusuyum, öğünmüyorum, ben Abdullah’ın oğlu Muhammed’im “aleyhissalatü vesselam”. Allahü teâlâ insanları yarattı. Beni insanların en iyisinde yarattı. Allahü teâlâ, insanları fırkalara [kavimlere, ırklara] ayırdı. Beni, en iyisinde bulundurdu. Sonra bu en iyi fırkayı kabilelere [cemaatlere] ayırdı. Beni, en iyisinde bulundurdu. Sonra, bu cemaati evlere ayırdı. Beni, en iyi evden [yani aileden] dünyaya getirdi. İnsanların en iyisiyim. En iyi ailedenim. Kıyamette, herkes sustuğu zaman, ben söyleyeceğim. Kimsenin kımıldayamadığı vakitte, onlara şefaat ediciyim. Kimsede ümit kalmadığı bir zamanda, onlara müjde vericiyim. O gün her iyilik, her türlü yardım, her kapının anahtarı bendedir. Liva-i hamd benim elimdedir. İnsanların en hayırlısı, en cömerdi, en iyisiyim. O gün emrimde binlerce hizmetçi vardır. Kıyamet günü, Peygamberlerin imamı, hatibi ve hepsine şefaat edici benim. Bunu öğünmek için söylemiyorum.) [Hakikati bildiriyorum. Hakikati bildirmek vazifemdir. Bunları söylemezsem, vazifemi yapmamış olurum.]
Peygamber efendimizin ırkı
Muhammed aleyhisselam, Araptır. Arap, güzel demektir. Mesela, lisan-ı Arap, güzel dil demektir. Coğrafyada Arap demek, Arabistan yarımadasında doğup büyüyen ve onların kanından olan kimse demektir. Peygamber efendimizin akrabasını, Arapları sevmek ve saymak ibadettir. Onları her Müslüman sever. Anadolu’ya misafir gelen esmer fellahlar ve zenciler; saygı gösterilsin diye kendilerini, Arap diye tanıttırmış. Anadolu’nun temiz, saf Müslümanları da Araba olan hürmetlerinden dolayı, bunları sevmişlerdir; çünkü dinimizde siyah, beyaz ayırımı yoktur.
İnsanın siyah olması imanın şerefini azaltmaz. Resulullahın çok sevdiği Bilal-i Habeşi hazretleriyle Üsame bin Zeyd hazretleri siyahtı. Hazret-i Bilal’a müezzinlik görevini vermişti, Hazret-i Üsame’yi de, daha 18 yaşındayken, birlik komutanı yapmıştı. Bazıları, (Asiler Medine’ye gelip halifeyi öldürebilirler. Çok genç olan Üsame’yi değiştirseniz nasıl olur?) dediklerinde Hazret-i Ebu Bekir, (Resulullahın beğendiği komutanı değiştiremem) dedi.
Ebu Leheb ve Ebu Cehil kâfirleri beyazdı; fakat Allah indinde ve Müslümanların gözünde çok aşağıydılar. Allahü teâlâ insanın rengine değil, iman ve takvasına kıymet vermektedir.
Siyahların, esmerlerin kendilerini Arap olarak tanıtmaları, İslam düşmanlarının işlerine yaradı. Bu düşmanlar, siyah insanları, aşağı ve iğrenç olarak tanıttılar, köle olarak kullandılar. Arabı siyah olarak tanıtmaya, böylece Müslümanları Peygamberimizden soğutmaya uğraştılar. Siyah resimlere, kara köpeklere, resmin negatif filmine Arap dediler. Arap saçı, Arap sabunu, kara Fatma böceği gibi uydurma isimlerle Arap milletini kötülediler. Aşağıda Peygamber efendimizi öven hadis-i şerifler ayrıca Arap milletinin de üstünlüğünü göstermektedir:
(Her asırdaki insanların en iyilerinden dünyaya getirildim.) [Buhari]
(Allahü teâlâ, İsmail aleyhisselamın soyundan Kureyşi seçti, Kureyşten de, Haşimoğullarını sevdi. Onlardan da, beni süzüp seçti.) [Müslim]
(Allahü teâlâ, beni insanların en iyilerinden vücuda getirdi.) [Tirmizi]
(Allahü teâlâ, Arabistan’daki seçilmişler arasından beni seçti.) [Taberani]
(Ensarı müminden başkası sevmez, münafıktan başkası da buğzetmez.) [Buhari]
(Arabı sevmek imandan, onlara buğz etmek küfürdür.) [İ.Neccar]
(Bana buğz eden dinden çıkar, Arap’a buğzeden, bana buğz etmiş olur.) [Hâkim]
(Şu üç şey için Arabı sevin:
1- Ben Arabım,
2- Kur’an Arabidir,
3- Cennet dili de Arabidir.) [Hâkim]
Şimdi gerçek Arap çok azalmıştır. Çoğu Asya’ya cihada gitmiş, bir daha dönmemiştir. Arap bu kadar övüldüğü halde, ırkçılık yapanlarının Cehenneme gideceği de bildirilmiştir. Bir hadis-i şerifte buyuruldu ki:
(Arap, ırkçılık yüzünden sorgusuz sualsiz Cehenneme atılır.) [Ebu Ya’la]
Kâfir olan bir Arap, Müslüman Fransız’dan üstün olamaz. Böyle bir ırkçılık dinimize aykırıdır. Dinimizde ırkçılık yoktur. Hadis-i şerifte buyuruldu ki:
(Irkçılık yapan, ırkçılık için savaşan ve ırkçılık uğrunda ölen, bizden değildir.) [Ebu Davud]
Vatanı sevmek imandandır
Vatan sevgisi imandandır hadisi uydurma mıdır?
Art niyetli kimseler İslam âlimlerine olan itimadı sarsmak için, iyi niyetli kimseler de buradaki maksadı anlamadıklarından dolayı böyle hadisleri uydurma sanıyorlar. Halbuki her dilde, çok zaman zarf söylenir, mazruf anlaşılır. Mazruf, zarfın içindeki demektir. Mesela soba yanıyor dediğimiz zaman, sobanın kendisi değil içindeki odun, kömür, gaz yanıyor demektir. Yoksa sobanın kendisi değildir. Bu sınıf tembel dendiği zaman, sınıftaki öğrencilerin tembel olduğu anlaşılır. Böyle örnekler Kur'an-ı kerimde de vardır:
(Köy halkına sor) yerine, (vese’lil karye = köye sor) ifadesi kullanılmıştır. (Yusuf 82)
Zalim köylüler manasına (Karye-tiz-zalim = zalim köy) ifadesi kullanılmıştır. (Nisa 75)
Vatanını seven herkese mümin denmez. Fakat mümin vatanını sever. Yani, vatanını sevmek mümin olmanın alametlerindendir.
Temizlik imandandır buyuruluyor. Yani müminin alametlerinden biri de temiz olmaktır. Fakat her temiz olana mümin denmez. Kâfirlerden de temiz olanlar çıkar.
Haya imandandır buyuruluyor. Yani, imanlı olmanın alametlerinden biri de hayalı olmaktır. Fakat her hayalı olana mümin denmez.
Arabı sevmek imandandır buyuruluyor. Her Arabı değil, Müslüman olan Arabı sevmek gerekir. Ebu Cehil de, Ebu Leheb de Arab idi. Halbuki bu Arapları seven kâfir olur. Vatan sevgisi de böyledir. Müslüman olan vatan sevilir. Vatanın Müslümanlığı, halkının Müslümanlığı demektir. Vatanını sevmek, taşını, toprağını değil, oradaki Müslümanları, yakınlarını, akrabalarını sevmek demektir.
(Vatan sevgisi imandandır) hadis-i şerifi, İslam âlimlerinin en büyüklerinden ve ikinci bin yılın müceddidi olan imam-ı Rabbani hazretlerinin, Mektubat kitabının 155. mektubunda ve hümanistlerin bile sevdiği Evliyanın büyüklerinden Mevlana Celaleddin Rumi hazretlerinin Mesnevi’sinde vardır.
Millet ve milliyetçilik
(Millet din demektir. Bunun için Fransız milleti, Türk milleti denmez. Türk milliyetçisiyim demek de, Türkün dinindenim demek olur ki çok yanlıştır) diyenler çıkıyor.
Millet kelimesi çeşitli manalara gelir. Birkaçı şöyledir:
1- Din manasında kullanılır. "Millet-i İbrahim", "Millet-i Resulullah" gibi.
2- Ümmet manasında, bir din mensuplarının tamamına denir. "İslam milleti", "Yahudi milleti" gibi.
3- Topluluk manasına gelir. "Kâfirler tek millettir", "Kâfir milleti zalimdir" gibi.
4- Sınıf, cins, taife manasına kullanılır. "Kadın milleti", "Şoför milleti" gibi.
5- Halk manasına kullanılır. "Bu millet, iyiye layıktır" gibi.
6- Kavim manasında kullanılır. Din, dil, tarih, gelenek, kültür, ideal ve vatan birliği olan topluluk demektir. "Türk milleti", "Arap milleti" gibi.
Milliyetçi demek, aynı dine mensup, aynı dili konuşan, ortak tarihi olan, aynı gelenekleri ve aynı kültürü olan, aynı ideale ve aynı vatana sahip olan kimse demektir. "Ben milliyetçiyim" demek yanlış olmaz. Kelimenin yalnız bir manasını düşünmek doğru değildir.
Fransa’dan yazıyorum. Mısırlı bir arkadaşım var. Bayrağını din gibi kabul etmektedir. Bayrağıma paçavra diyen kâfir olur diyor. Böyle sevgi ve ırkçılık olur mu?
Mısır bayrağının diğer bayraklardan farkı ne de, ona bez veya paçavra diyen kâfir oluyor? İster Mısır, ister Libya veya diğer milletlerin bayraklarına paçavra demek, uygun değilse de, kâfir olmayı gerektirmez. Her millet, kendi bayrağını sevebilir. Fakat ırkçılık yaparak, (Hangi milletten olursa olsun benim bayrağımı sevmeyen kâfir olur) demek çok yanlıştır.
Tesettüre riayet eden, namazlarını kılan Müslüman bir çingene kızıyım. Müslüman bir Türk ile evleneceğim. Fakat babam, ırk ayrımı yapıyor, (ileride sorun çıkar) diyor. Dinimizde ırk ayrımı var mıdır? (Çingene ile evlenince, tuğla eriyinceye kadar yıkanılsa cünüplük çıkmaz) sözü doğru mu?
Türk, Arap, Ermeni, Fransız nasıl bir ırk ise, çingene de bir ırktır. Türkün, Arabın Müslümanı ve başka dinden olanı olduğu gibi, çingenelerin de, Müslümanları ve başka dinden olanları vardır.
Dinimizde ırk ve renk ayrımı yoktur. Allah indinde, Müslüman bir çingene, Müslüman olmayan bir Türk kralından çok üstündür. Biri ebedi Cennetlik, öteki ebedi Cehennemliktir. Hiç mukayese kabul eder mi? Siyah olan Bilal-i Habeşi, beyaz Ebu Cehil'den çok üstündür.
(Çingene ile evlenince, tuğla eriyinceye kadar yıkanılsa cünüplük çıkmaz) sözü, cahillerin uydurdukları çirkin bir iftiradır. Bir kimse nasıl cünüp olursa olsun, gusledince, yıkanınca temiz olur.
İkiniz de İslamiyet’in emirlerine uyduğunuza göre, hiçbir sorun çıkmaz. Evlenmeniz çok iyi olur. Mutluluklar dileriz.
(Irkçılık yapan bizden değildir) ne demek?
Biz Müslümanlarda ırk üstünlüğü yoktur. Buna rağmen, iyi kimseler geldiği için Arabı severiz, Türkü severiz. Sevmemizin mahzuru olmaz. Fakat Müslüman bir Arabı, Müslüman Fransızdan üstün tutamayız. Böyle bir ırkçılık yapmak dinimize aykırıdır. Hele Hıristiyan bir Türk, Müslüman Araptan üstündür demeyiz. Böyle söyleyen Müslümanlıktan çıkar.
İslamiyet hangi ırk, dil ve ülkeden olursa olsun, bütün Müslümanların birbirinin kardeşi olduğunu bildirir. İslam dininde, Allahü teâlânın huzurunda herkes birbirine müsavidir. Namaz kılarken, en büyük rütbeli bir Müslüman ile en küçük rütbeli, en zengin ile en fakir, bir beyaz ile bir zenci Müslüman yan yana durur ve Allahü teâlâya birlikte secde ederler.
Dinimizde ırk ve millet üstünlüğü yoktur. Müslüman zenci bir hizmetçi, kâfir bir beyaz Türk kraldan üstündür. Kâfir kral, ebedi Cehennemde, Müslüman zenci hizmetçi ise, ebedi Cennette kalacaktır.
Yahudi kendini asil bilir. Hıristiyan, zenciyi aşağı görür. İslam’da ise ırk, renk ve dil ayrımı yoktur. İslam dini, ırk, renk, milliyet, siyasi inanç, lisan ve tahsil seviyesi ayırt etmeksizin, her insanın şeref ve itibarına hürmet eder. Bu sebepten de, yabancılar arasında Müslümanlık yayılmaktadır:
(İslam’da, ırk, renk ve dil farkı gözetilmediğini, herkesin eşit olduğunu, namaz kılarken de rütbe ayrımı yapılmadığını gördüm. Müslüman oldum.) (Thomas Clayton – Amerika)
Yunus Emre ve hoşgörü
Yunus Emre’yi kötüleyen biri, (Bir taraftan “Yaratılmışı hoş gördük, Yaratandan ötürü” diyerek hoşgörülüğünü sergilerken, bir taraftan da, “Beş vakit namaz kılmayan, bilin Müslüman olmadı, ol Cehenneme girse gerek” diyerek müsamahasızlık çukuruna düşmüştür. Hoşgörünün zirvesine çıkmak gerekir) diyor. Hoşgörü ne demektir?
TDK’nın sözlüğünde, (Her şeyi anlayışla karşılayarak olabildiği kadar hoş görme durumu) deniyor. Dikkat ediniz, her şey deniyor. Her şeyi anlayışla karşılamak diye tarif ediyor. Yine TDK’da, Mezhebi geniş ifadesini tarif ederken, (Namus konusunda aşırı hoşgörülü davranan kimse) deniyor.
Yunus Emre’yi kötüleyen kimseye göre, hoşgörü denilen şeyin bir sınırı yoktur. Ne kadar hoş görülürse, o kadar iyidir. Halbuki sınırsız hürriyet gibi, sınırsız hoşgörü de çok yanlıştır. Kötüler hoş görülür mü? Anarşistler ve diğer suçlular hoş görülürse, toplumun nizamı nasıl sağlanır?
Kâfirleri sevmemek gerekir ise de, dinimizin emri gereği, onlara eziyet etmek, kalblerini incitmek haramdır. Zaruret olunca, onlara dostluk göstermek de caizdir. Sevmemek ayrı, onları üzmek ayrı şeydir. Din adına, kâfirin, kâfirliğini hoş görmek tehlikelidir. Allahü teâlâ, bu kimsenin anladığı manada hiçbir Müslümanı hoşgörünün zirvesine çıkarmasın!
Tarak dişi gibi eşit
Müslüman, dinimizin izin verdiği ölçüde hoşgörülü olur. Bunun azı da, çoğu da zararlıdır. Yunus Emre hazretlerinin, “Yaratılmışı hoş gördük, Yaratandan ötürü” diyerek yetmiş iki millete aynı gözle bakması, dinimize aykırı değildir. Çünkü dinimizde ırk üstünlüğü yoktur. Bir hadis-i şerifte, (İnsanlar [insan olarak] bir tarağın dişleri gibi eşittir) buyurulmuştur. (İbni Lal)
Bunun için kâfir de olsa, bir kimseden kendini üstün görmek caiz değildir. Çünkü kâfir, Müslüman olup ebedi saadete kavuşabilir, Müslüman da, maazallah küfre düşüp Cehennemlik olabilir.
Mevlana Celaleddin-i Rumi hazretleri, (Gel, gel, her kim olursan ol gel, müşrik, mecusi olsan veya puta tapsan da gel! Bizim dergahımız ümitsizlik dergahı değildir. Tevbeni yüz defa bozmuş olsan da gel) diyor. Manası, (Gel sana Müslümanlığı öğreteyim de gerçeği gör) demektir. Çünkü Allah için olmayan sevgi ve düşmanlığın hiç önemi yoktur. Hadis-i şerifte, (İmanın en sağlam temeli ve en kuvvetli alâmeti, hubbi-i fillah, buğd-i fillahtır) buyuruluyor. [Ebu Davud]
Yani, Müslümanları sevip, onlara yardım ve hayır dua etmek ve din-i İslam’ı beğenmeyenleri, İslamiyet’e ve Müslümanlara düşmanlık edenleri sevmemek ve imana, hidayete kavuşmaları için dua etmektir. Buğd, sevmemek, düşmanlık etmek demektir. Buğd-i fillah, Allah için sevmemek, Allah için düşmanlık etmek demektir. Bunun zıddı ise “Hubb-i fillah”tır. Allah için sevmek, Allah için dostluk etmektir.
Allah için sevmek
Resulullah efendimiz buyurdu ki:
(Cebrail aleyhisselam gibi ibadet etseniz, müminleri, Allah için sevmedikçe ve kâfirleri Allah için kötü bilmedikçe, hiç bir ibadetiniz, hayrat ve hasenatınız kabul olmaz!)
Allahü teâlâ, Hazret-i Musa’ya sordu:
- Ya Musa, benim için ne işledin?
- Ya Rabbi, senin için namaz kıldım, oruç tuttum, zekât verdim, zikrettim.
- Ya Musa, kıldığın namazlar, seni Cennete kavuşturacak yoldur, kulluk vazifendir. Oruçların, seni Cehennemden korur. Verdiğin zekatlar, kıyamette, sana gölgelik olur. Zikirlerin de, o günün karanlığında, sana ışıktır. Bunların faydası sanadır. Benim için ne yaptın?
- Ya Rabbi, senin için ne yapmak gerekirdi?
- Sırf benim için dostlarımı sevip, düşmanlarıma düşmanlık ettin mi?
Musa aleyhisselam, Allahü teâlâyı sevmenin, Onun için olan en kıymetli amelin, Hubb-i fillah ve Buğd-i fillah olduğunu anladı. (Mektubat-ı Masumiyye)
Cenab-ı Hak, Hazret-i İsa’ya da vahyetti ki:
(Eğer yerlerde ve göklerde bulunan bütün mahlukların ibadetlerini yapsan, dostlarımı sevmedikçe ve düşmanlarıma düşmanlık etmedikçe, hiç faydası olmaz.) [K.Saadet]
Irkçılık nedir?
(Irkçılık yapan bizden değildir) buyuruluyor. Ne yapmak, ırkçılık olur?
Kendi ırkını dinimizin üstünde tutmak, kendi milletinden olan gayrimüslimi başka milletten olan Müslümandan üstün tutmak, ırkçılık olur.
17 Haziran 2009 Çarşamba
Peygamberlik ve Vahiy
Vahiy "Allah Teala'nın dilediği şeyleri peygamberlerine, mahiyeti bizce tam bilinemeyen bir yolla bildirmesi, Allah Teala ile elçisi arasında bir çeşit gizli ve süratli haberleşme, Allah'ın elçisinin kalbine indirdiği şey" demektir. Peygamberlik ve vahiy birbirinden ayrılmayan iki kavramdır. Allah'tan vahiy almayan peygamber düşünülemez. Vahyin nasıl gerçekleştiğini sadece onu yaşayan peygamber bilir. Ancak vahyin geliş şekilleri ve peygamberde meydana getirdiği etkiler o sırada bu olaya şahit olanlar tarafından gözlemlenebilmiştir.
Allah'ın gönderdiği peygamberlerin getirdiği mesajlar her peygamberin kendi halkının dilinde olmuştur. Bir insana düşüncelerimizi açıklamak için bunları onun bildiği lisanla anlatmanın dışında bir yöntem henüz mevcut değildir. Bunun için de her peygamber gönderildiği toplumun içinden seçilmiş, onların yakından tanıdığı -dolayısıyla karakterini, güvenilirliğini bildikleri- biri olmuş ve onların diliyle konuşmuştur. Hatta peygamberlerin getirdiği mucizeler dahi yaşadıkları toplumda revaç bulan konularla ilgili olmuştur. Bu gerçek, dini anlamaya çalışırken o dinin doğduğu coğrafyayı ve toplum yapısını göz ardı etmememiz gerektiğini gösterir. Fakat yeryüzünde bir başlangıç yapabilmek için bir başlama noktasının gerekli olması o inancın ve kültürün o coğrafyayla sınırlanmasını ve yerelliğini zorunlu kılmaz. Diller, mekânlar, sınırlar bizim var oluşumuzun zorunlu unsurlarıdır. Bu kayıtlarla sınırlı olmayan bir makamdan gelen ilahî bilgi, muhatabının taşıdığı zorunluluklar nedeniyle bir coğrafyayı ve bir kültürü kendisine başlangıç noktası olarak seçme durumundadır. Anlatacağımız sözün, muhatabımızın zorunlu kapasitesinin ve sınırlarının çerçevesi içinde kalmaya mahkum oluşu da bundandır.
Vahiy ile kalpte beliren bilgi demek olan ilham arasında fark vardır. Vahiy peygambere gelir, Allah tarafından korunur ve gözetim altında peygambere ulaşır. İlham ise korunmuş değildir, yanılma payı vardır.
Mucize
Mucize, "Yüce Allah'ın, peygamberlerini doğrulamak ve desteklemek için yarattığı, insanların benzerini getirmekten aciz kaldığı olağanüstü olay"dır. Bir peygamberin peygamberliğini ispat, ancak hiç şüphe taşımayan kesin bir delille mümkün olabilir. Bu kesin delil de, ya onun gösterdiği mucizeyi görmek veya kesin bilgi ifade eden mütevatir bir haberle o mucizeden haberdar olmaktır.
Tabiat kanunlarının geçerliliğini ve etkilerini kısa ve geçici bir süre için durduran mucizenin mahiyeti, pozitif bilimlerle açıklanamaz. Ancak, bu evreni yaratan ve onun işleyiş kurallarını belirleyen, her şeyin sahibi, Kadîr-i Mutlak (gücü herhangi bir şeyle sınırlanamayan) Allah'ın dilediği zaman, dilediği kişi için kendisinin koymuş olduğu bu kuralların dışına çıkmasının mümkün olabileceğine iman eden bir akıl mucizeyi kabul edebilir.
Kur'ân-ı Kerîm'de pek çok peygamberin mucizesinden bahsedilir. Hz. Muhammed (sav)'in peygamberliğini ispat eden mucizeler ise üç başlık altında incelenir. Bunlardan birincisi Peygamberimizin en büyük mucizesi olarak kabul edilen ve akıllara hitap eden Kur'ân mucizesidir. Kur'ân her çağın akıl sahiplerine hitap eden, akıllara durgunluk verecek derecede büyük ve edebî, kıyamete kadar devam edecek bir mucizedir. Kur'ân-ı Kerîm, hem söz hem de anlam yönünden mucizevîdir. O, Arap edebiyatının zirvede olduğu bir dönemde inmiş, Araplara kendisinin bir benzerini getirmeleri için meydan okumuş, üslûbu, şaşırtıcı nazmı, fesahat ve belagatiyle onları aciz bırakmıştır. Devrin en ünlü şairleri Kur'ân'dan sonra onu aşacak bir söz söylenemez diyerek şiiri bırakmış, ona iman etmeyenler dahi üslûbunun mucizevî etkisinden kurtulamamışlar ve onunla söz yarışına girmeyi terk etmişlerdir. Ümmî bir peygamber olan Hz. Muhammed (sav)'in Allah'tan aldığı vahiy ile getirdiği Kur'ân ilmî açıdan da en yüksek gerçekleri kapsamaktadır. Bilim ve tekniğin çok sonra ulaştığı gerçekleri Kur'ân asırlar önceden haber vermiş, hiçbir buluş ve bilimsel gelişme, onun içeriği ile ters düşmemiştir. İkinci olarak Hz. Peygamber'in yaşadığı dönemdeki insanlara gösterdiği, duyu organlarıyla algılanabilen olağanüstü olaylar hissî mucizeler olarak kabul edilir. Bu konuda kaynaklarda pek çok rivayet vardır. Son olarak da Hz. Muhammed (sav)'in her hangi bir eğitim ve öğretimden geçmediği halde geçmiş ve geleceğe dair vermiş olduğu haberler de O'nun mucizelerinden sayılmaktadır.
Allah'ın gönderdiği peygamberlerin getirdiği mesajlar her peygamberin kendi halkının dilinde olmuştur. Bir insana düşüncelerimizi açıklamak için bunları onun bildiği lisanla anlatmanın dışında bir yöntem henüz mevcut değildir. Bunun için de her peygamber gönderildiği toplumun içinden seçilmiş, onların yakından tanıdığı -dolayısıyla karakterini, güvenilirliğini bildikleri- biri olmuş ve onların diliyle konuşmuştur. Hatta peygamberlerin getirdiği mucizeler dahi yaşadıkları toplumda revaç bulan konularla ilgili olmuştur. Bu gerçek, dini anlamaya çalışırken o dinin doğduğu coğrafyayı ve toplum yapısını göz ardı etmememiz gerektiğini gösterir. Fakat yeryüzünde bir başlangıç yapabilmek için bir başlama noktasının gerekli olması o inancın ve kültürün o coğrafyayla sınırlanmasını ve yerelliğini zorunlu kılmaz. Diller, mekânlar, sınırlar bizim var oluşumuzun zorunlu unsurlarıdır. Bu kayıtlarla sınırlı olmayan bir makamdan gelen ilahî bilgi, muhatabının taşıdığı zorunluluklar nedeniyle bir coğrafyayı ve bir kültürü kendisine başlangıç noktası olarak seçme durumundadır. Anlatacağımız sözün, muhatabımızın zorunlu kapasitesinin ve sınırlarının çerçevesi içinde kalmaya mahkum oluşu da bundandır.
Vahiy ile kalpte beliren bilgi demek olan ilham arasında fark vardır. Vahiy peygambere gelir, Allah tarafından korunur ve gözetim altında peygambere ulaşır. İlham ise korunmuş değildir, yanılma payı vardır.
Mucize
Mucize, "Yüce Allah'ın, peygamberlerini doğrulamak ve desteklemek için yarattığı, insanların benzerini getirmekten aciz kaldığı olağanüstü olay"dır. Bir peygamberin peygamberliğini ispat, ancak hiç şüphe taşımayan kesin bir delille mümkün olabilir. Bu kesin delil de, ya onun gösterdiği mucizeyi görmek veya kesin bilgi ifade eden mütevatir bir haberle o mucizeden haberdar olmaktır.
Tabiat kanunlarının geçerliliğini ve etkilerini kısa ve geçici bir süre için durduran mucizenin mahiyeti, pozitif bilimlerle açıklanamaz. Ancak, bu evreni yaratan ve onun işleyiş kurallarını belirleyen, her şeyin sahibi, Kadîr-i Mutlak (gücü herhangi bir şeyle sınırlanamayan) Allah'ın dilediği zaman, dilediği kişi için kendisinin koymuş olduğu bu kuralların dışına çıkmasının mümkün olabileceğine iman eden bir akıl mucizeyi kabul edebilir.
Kur'ân-ı Kerîm'de pek çok peygamberin mucizesinden bahsedilir. Hz. Muhammed (sav)'in peygamberliğini ispat eden mucizeler ise üç başlık altında incelenir. Bunlardan birincisi Peygamberimizin en büyük mucizesi olarak kabul edilen ve akıllara hitap eden Kur'ân mucizesidir. Kur'ân her çağın akıl sahiplerine hitap eden, akıllara durgunluk verecek derecede büyük ve edebî, kıyamete kadar devam edecek bir mucizedir. Kur'ân-ı Kerîm, hem söz hem de anlam yönünden mucizevîdir. O, Arap edebiyatının zirvede olduğu bir dönemde inmiş, Araplara kendisinin bir benzerini getirmeleri için meydan okumuş, üslûbu, şaşırtıcı nazmı, fesahat ve belagatiyle onları aciz bırakmıştır. Devrin en ünlü şairleri Kur'ân'dan sonra onu aşacak bir söz söylenemez diyerek şiiri bırakmış, ona iman etmeyenler dahi üslûbunun mucizevî etkisinden kurtulamamışlar ve onunla söz yarışına girmeyi terk etmişlerdir. Ümmî bir peygamber olan Hz. Muhammed (sav)'in Allah'tan aldığı vahiy ile getirdiği Kur'ân ilmî açıdan da en yüksek gerçekleri kapsamaktadır. Bilim ve tekniğin çok sonra ulaştığı gerçekleri Kur'ân asırlar önceden haber vermiş, hiçbir buluş ve bilimsel gelişme, onun içeriği ile ters düşmemiştir. İkinci olarak Hz. Peygamber'in yaşadığı dönemdeki insanlara gösterdiği, duyu organlarıyla algılanabilen olağanüstü olaylar hissî mucizeler olarak kabul edilir. Bu konuda kaynaklarda pek çok rivayet vardır. Son olarak da Hz. Muhammed (sav)'in her hangi bir eğitim ve öğretimden geçmediği halde geçmiş ve geleceğe dair vermiş olduğu haberler de O'nun mucizelerinden sayılmaktadır.
16 Haziran 2009 Salı
Dünyayı Seven İnsanın Hali
Peygamber Efendimiz (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) Hadis-i Şerif'te şöyle buyurmuştur: "Dünyayı seven ahireti sevmez, ahireti seven de dünyayı sevmez. Siz baki olan ahireti fani olan dünyaya tercih edin." (Taberani, Hakim)
Dünya, bütün kötülüklerin başıdır. İnsanın kalbinde dünya sevgisi ne derece varsa, ahiretin sevgisi o derece o kimsenin kalbinden çıkar. Kim neyi severse Allah-u Zülcelal ona istediğini nasip eder. Dünyayı sevenlere de dünyayı nasip eder. Çünkü Allah-u Zülcelal’in yanında dünyanın hiçbir değeri yoktur. Dokuz yüz elli sene yaşayan Nuh (Aleyhisselam)’a vefat hastalığında: “Dünyayı nasıl buldun?” diye sormuşlar. Kendisi de: “Dünyayı iki kapılı bir han gibi gördüm. Bir kapıdan girdim, diğerinden çıktım.” demiştir.
Gerçekten dünya hayatı çok kısadır. Bakınız! Hz Nuh (Aleyhisselam) dokuz yüz elli sene yaşadığı halde sanki onu hiç yaşamamış gibi görmüştür. Buna göre herkes kendi halini düşünmelidir. Nasıl ki su ile ateş bir arada bulunmazsa, dünya ve ahiret sevgisi de aynı kalpte bulunmaz. Baki olan ahiret hayatı için geçici olan bu dünya hayatını satanlar, her ikisini de kazanırlar. Ama dünya için ahiretini satanlar, her ikisini de kaybederler. Hz. Süleyman (Aleyhisselam) bir gün muhteşem bir şekilde havada gidiyordu. Kuşlar ve cinler onun hizmetinde bulunuyorlardı. Hz. Süleyman (Aleyhisselam) İsrailoğullarından bir abide uğradı. Abid: “Ey Davud’un oğlu! Allah sana ne büyük bir saltanat vermiştir.” dedi. Bunun üzerine Hz. Süleyman (Aleyhisselam) şöyle buyurdu: “Mü’minin amel defterinde yazılı olan bir tesbih, Davud’un oğluna verilen bu muazzam saltanattan daha hayırlıdır. Çünkü tesbih baki kalır, saltanat ise geçicidir.”
Nitekim Hz. Peygamber (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) şöyle buyurmuştur:
“Dünya sizin için, siz ahiret için yaratılmışsınız. O sebeple, dünyanızdan ahiretiniz için hazırlık yapın. Bilin ki, dünyadan sonra bu hazırlığı yapmak mümkün değildir. Çünkü ondan sonra yeriniz ya cennet veya cehennemdir.” (Deylemi)
Dünyayı seven bir kimse, öldüğü zaman sevdiğinden ayrıldığı için azab çeker. Bu azabın şiddeti de dünya sevgisinin şiddeti ölçüsündedir. Allah-u Zülcelal’i ve ahireti seven ise, ölürken sevdiğine kavuştuğu için sevinç duyar. Bu sevincin büyüklüğü de Allah ve ahiret sevgisinin büyüklüğü derecesindedir. Hiç olmazsa Şah-ı Nakşibend (Kuddise Sırruh) Hz.lerinin şu sözüne uyalım. Şah-ı Naksibend (Kuddise Sırruh) bir gün, cemaatine güzel bir yemek verip onlara şöyle dedi: "Biz bu yemeği yiyeceğiz, hiç olmazsa bununla çok ibadet edelim. Nefis bir hayvan gibidir. Biz ise ona binmişiz. O bizi dağların tepesinden, yukarılardan aşağıya doğru düşürmesin. Madem ki yiyoruz, o yediğimizle ibadet edelim. Nefsin başına bir gem vurup ona fırsat vermeyelim. Bu yemekleri yedikten sonra, ona fırsat verirsek, azgınlaşır.”
Annemiz Hafsa (Radıyallahu Anha), bir gün babası Hz. Ömer (Radıyallahu Anh)‘a şöyle dedi: "Ey baba! Allah, halifeliğin zamanında, sana o kadar fetihler nasip etti ki dünyayı fethettin. Rızıklar çoğaldı. Niye biraz yumuşak elbise giyip, güzel yemekler yemiyorsun?"
Hz.Ömer (Radıyallahu Anh): "Ey Hafsa! Sen Peygamber Efendimiz (Sallallahu Aleyhi Ve Sellem)'in zamanını, onun o durumunu hatırlamıyor musun? Unuttun mu? Ben ölünceye kadar, Allah'ın rızasını kazanmak için Peygamber Efendimiz (Sallallahu Aleyhi Ve Sellem) ve Hz.Ebubekir (Radıyallahu Anh) gibi nefsime karşı şiddetli olacağım" dedi. Allah bizi onların hayrından mahrum etmesin. (Amin)
Dünya, bütün kötülüklerin başıdır. İnsanın kalbinde dünya sevgisi ne derece varsa, ahiretin sevgisi o derece o kimsenin kalbinden çıkar. Kim neyi severse Allah-u Zülcelal ona istediğini nasip eder. Dünyayı sevenlere de dünyayı nasip eder. Çünkü Allah-u Zülcelal’in yanında dünyanın hiçbir değeri yoktur. Dokuz yüz elli sene yaşayan Nuh (Aleyhisselam)’a vefat hastalığında: “Dünyayı nasıl buldun?” diye sormuşlar. Kendisi de: “Dünyayı iki kapılı bir han gibi gördüm. Bir kapıdan girdim, diğerinden çıktım.” demiştir.
Gerçekten dünya hayatı çok kısadır. Bakınız! Hz Nuh (Aleyhisselam) dokuz yüz elli sene yaşadığı halde sanki onu hiç yaşamamış gibi görmüştür. Buna göre herkes kendi halini düşünmelidir. Nasıl ki su ile ateş bir arada bulunmazsa, dünya ve ahiret sevgisi de aynı kalpte bulunmaz. Baki olan ahiret hayatı için geçici olan bu dünya hayatını satanlar, her ikisini de kazanırlar. Ama dünya için ahiretini satanlar, her ikisini de kaybederler. Hz. Süleyman (Aleyhisselam) bir gün muhteşem bir şekilde havada gidiyordu. Kuşlar ve cinler onun hizmetinde bulunuyorlardı. Hz. Süleyman (Aleyhisselam) İsrailoğullarından bir abide uğradı. Abid: “Ey Davud’un oğlu! Allah sana ne büyük bir saltanat vermiştir.” dedi. Bunun üzerine Hz. Süleyman (Aleyhisselam) şöyle buyurdu: “Mü’minin amel defterinde yazılı olan bir tesbih, Davud’un oğluna verilen bu muazzam saltanattan daha hayırlıdır. Çünkü tesbih baki kalır, saltanat ise geçicidir.”
Nitekim Hz. Peygamber (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) şöyle buyurmuştur:
“Dünya sizin için, siz ahiret için yaratılmışsınız. O sebeple, dünyanızdan ahiretiniz için hazırlık yapın. Bilin ki, dünyadan sonra bu hazırlığı yapmak mümkün değildir. Çünkü ondan sonra yeriniz ya cennet veya cehennemdir.” (Deylemi)
Dünyayı seven bir kimse, öldüğü zaman sevdiğinden ayrıldığı için azab çeker. Bu azabın şiddeti de dünya sevgisinin şiddeti ölçüsündedir. Allah-u Zülcelal’i ve ahireti seven ise, ölürken sevdiğine kavuştuğu için sevinç duyar. Bu sevincin büyüklüğü de Allah ve ahiret sevgisinin büyüklüğü derecesindedir. Hiç olmazsa Şah-ı Nakşibend (Kuddise Sırruh) Hz.lerinin şu sözüne uyalım. Şah-ı Naksibend (Kuddise Sırruh) bir gün, cemaatine güzel bir yemek verip onlara şöyle dedi: "Biz bu yemeği yiyeceğiz, hiç olmazsa bununla çok ibadet edelim. Nefis bir hayvan gibidir. Biz ise ona binmişiz. O bizi dağların tepesinden, yukarılardan aşağıya doğru düşürmesin. Madem ki yiyoruz, o yediğimizle ibadet edelim. Nefsin başına bir gem vurup ona fırsat vermeyelim. Bu yemekleri yedikten sonra, ona fırsat verirsek, azgınlaşır.”
Annemiz Hafsa (Radıyallahu Anha), bir gün babası Hz. Ömer (Radıyallahu Anh)‘a şöyle dedi: "Ey baba! Allah, halifeliğin zamanında, sana o kadar fetihler nasip etti ki dünyayı fethettin. Rızıklar çoğaldı. Niye biraz yumuşak elbise giyip, güzel yemekler yemiyorsun?"
Hz.Ömer (Radıyallahu Anh): "Ey Hafsa! Sen Peygamber Efendimiz (Sallallahu Aleyhi Ve Sellem)'in zamanını, onun o durumunu hatırlamıyor musun? Unuttun mu? Ben ölünceye kadar, Allah'ın rızasını kazanmak için Peygamber Efendimiz (Sallallahu Aleyhi Ve Sellem) ve Hz.Ebubekir (Radıyallahu Anh) gibi nefsime karşı şiddetli olacağım" dedi. Allah bizi onların hayrından mahrum etmesin. (Amin)
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)
Blog Arşivi
-
►
2008
(34)
- ► 06/22 - 06/29 (5)
- ► 09/21 - 09/28 (1)
- ► 10/12 - 10/19 (4)
- ► 10/19 - 10/26 (3)
- ► 10/26 - 11/02 (2)
- ► 11/02 - 11/09 (5)
- ► 11/09 - 11/16 (6)
- ► 11/16 - 11/23 (7)
- ► 12/21 - 12/28 (1)
-
▼
2009
(16)
- ► 01/11 - 01/18 (1)
- ► 03/01 - 03/08 (1)
- ► 04/26 - 05/03 (1)
-
►
2010
(16)
- ► 04/11 - 04/18 (3)
- ► 05/02 - 05/09 (1)
- ► 06/06 - 06/13 (1)
- ► 06/13 - 06/20 (1)
- ► 06/27 - 07/04 (3)
- ► 10/03 - 10/10 (2)
- ► 10/17 - 10/24 (1)
- ► 10/24 - 10/31 (1)
- ► 10/31 - 11/07 (1)
- ► 11/21 - 11/28 (1)
- ► 11/28 - 12/05 (1)
-
►
2011
(22)
- ► 01/02 - 01/09 (1)
- ► 01/23 - 01/30 (1)
- ► 02/20 - 02/27 (1)
- ► 03/06 - 03/13 (2)
- ► 05/15 - 05/22 (1)
- ► 05/29 - 06/05 (1)
- ► 06/12 - 06/19 (1)
- ► 07/10 - 07/17 (2)
- ► 07/31 - 08/07 (9)
- ► 10/02 - 10/09 (1)
- ► 10/09 - 10/16 (1)
- ► 11/20 - 11/27 (1)
-
►
2012
(38)
- ► 01/01 - 01/08 (1)
- ► 01/08 - 01/15 (1)
- ► 01/22 - 01/29 (2)
- ► 01/29 - 02/05 (1)
- ► 02/26 - 03/04 (1)
- ► 04/08 - 04/15 (1)
- ► 04/22 - 04/29 (1)
- ► 05/06 - 05/13 (1)
- ► 05/13 - 05/20 (1)
- ► 05/27 - 06/03 (1)
- ► 06/17 - 06/24 (1)
- ► 06/24 - 07/01 (1)
- ► 07/01 - 07/08 (2)
- ► 07/15 - 07/22 (1)
- ► 07/29 - 08/05 (1)
- ► 08/05 - 08/12 (1)
- ► 08/12 - 08/19 (1)
- ► 08/26 - 09/02 (1)
- ► 09/02 - 09/09 (1)
- ► 09/09 - 09/16 (1)
- ► 09/16 - 09/23 (1)
- ► 09/23 - 09/30 (1)
- ► 09/30 - 10/07 (1)
- ► 10/14 - 10/21 (2)
- ► 10/28 - 11/04 (1)
- ► 11/04 - 11/11 (1)
- ► 11/11 - 11/18 (1)
- ► 11/18 - 11/25 (3)
- ► 12/02 - 12/09 (1)
- ► 12/09 - 12/16 (1)
- ► 12/16 - 12/23 (1)
- ► 12/23 - 12/30 (1)
- ► 12/30 - 01/06 (1)
-
►
2013
(32)
- ► 01/06 - 01/13 (1)
- ► 01/13 - 01/20 (1)
- ► 01/20 - 01/27 (1)
- ► 02/10 - 02/17 (2)
- ► 02/17 - 02/24 (1)
- ► 02/24 - 03/03 (2)
- ► 03/03 - 03/10 (1)
- ► 03/10 - 03/17 (1)
- ► 03/17 - 03/24 (1)
- ► 03/31 - 04/07 (2)
- ► 04/07 - 04/14 (1)
- ► 04/14 - 04/21 (2)
- ► 04/21 - 04/28 (3)
- ► 04/28 - 05/05 (1)
- ► 05/12 - 05/19 (2)
- ► 05/26 - 06/02 (1)
- ► 06/02 - 06/09 (1)
- ► 06/09 - 06/16 (1)
- ► 07/07 - 07/14 (1)
- ► 07/28 - 08/04 (1)
- ► 12/01 - 12/08 (1)
- ► 12/08 - 12/15 (1)
- ► 12/15 - 12/22 (1)
- ► 12/22 - 12/29 (1)
- ► 12/29 - 01/05 (1)
-
►
2014
(52)
- ► 01/05 - 01/12 (1)
- ► 01/19 - 01/26 (1)
- ► 01/26 - 02/02 (4)
- ► 02/02 - 02/09 (1)
- ► 02/09 - 02/16 (2)
- ► 02/16 - 02/23 (1)
- ► 03/02 - 03/09 (1)
- ► 03/16 - 03/23 (1)
- ► 03/30 - 04/06 (1)
- ► 04/06 - 04/13 (2)
- ► 04/13 - 04/20 (2)
- ► 04/20 - 04/27 (2)
- ► 04/27 - 05/04 (1)
- ► 05/04 - 05/11 (1)
- ► 05/11 - 05/18 (2)
- ► 05/18 - 05/25 (1)
- ► 05/25 - 06/01 (1)
- ► 06/01 - 06/08 (1)
- ► 06/08 - 06/15 (1)
- ► 06/15 - 06/22 (1)
- ► 06/22 - 06/29 (1)
- ► 06/29 - 07/06 (1)
- ► 07/06 - 07/13 (1)
- ► 07/13 - 07/20 (2)
- ► 07/20 - 07/27 (1)
- ► 07/27 - 08/03 (1)
- ► 08/03 - 08/10 (1)
- ► 08/10 - 08/17 (1)
- ► 08/17 - 08/24 (1)
- ► 09/14 - 09/21 (2)
- ► 09/21 - 09/28 (1)
- ► 09/28 - 10/05 (1)
- ► 10/05 - 10/12 (1)
- ► 10/12 - 10/19 (1)
- ► 10/26 - 11/02 (1)
- ► 11/02 - 11/09 (1)
- ► 11/09 - 11/16 (1)
- ► 11/16 - 11/23 (1)
- ► 11/23 - 11/30 (1)
- ► 12/07 - 12/14 (1)
- ► 12/14 - 12/21 (1)
- ► 12/21 - 12/28 (1)
-
►
2015
(25)
- ► 01/04 - 01/11 (1)
- ► 01/11 - 01/18 (1)
- ► 01/18 - 01/25 (1)
- ► 01/25 - 02/01 (1)
- ► 02/08 - 02/15 (1)
- ► 02/22 - 03/01 (1)
- ► 03/01 - 03/08 (1)
- ► 03/08 - 03/15 (1)
- ► 03/15 - 03/22 (1)
- ► 04/12 - 04/19 (1)
- ► 04/19 - 04/26 (1)
- ► 05/10 - 05/17 (1)
- ► 05/17 - 05/24 (3)
- ► 06/07 - 06/14 (1)
- ► 06/21 - 06/28 (1)
- ► 07/12 - 07/19 (1)
- ► 07/19 - 07/26 (1)
- ► 10/18 - 10/25 (1)
- ► 10/25 - 11/01 (1)
- ► 11/01 - 11/08 (1)
- ► 11/29 - 12/06 (1)
- ► 12/13 - 12/20 (1)
- ► 12/20 - 12/27 (1)
-
►
2016
(3)
- ► 01/24 - 01/31 (1)
- ► 05/01 - 05/08 (2)
-
►
2018
(24)
- ► 02/25 - 03/04 (1)
- ► 03/04 - 03/11 (5)
- ► 03/18 - 03/25 (2)
- ► 04/08 - 04/15 (2)
- ► 04/29 - 05/06 (9)
- ► 05/06 - 05/13 (1)
- ► 06/03 - 06/10 (2)
- ► 07/15 - 07/22 (1)
- ► 08/19 - 08/26 (1)
-
►
2019
(2)
- ► 04/14 - 04/21 (1)
- ► 09/22 - 09/29 (1)
-
►
2020
(1)
- ► 02/16 - 02/23 (1)
-
►
2021
(1)
- ► 04/11 - 04/18 (1)
-
►
2022
(1)
- ► 03/20 - 03/27 (1)
ÇOCUKLARA GÜZEL ALIŞKANLIKLARI NASIL KAZANDIRABİLİRİZ?
Doğruluk, dürüstlük, merhamet, diğerkâmlık, adalet gibi güzel ahlakın emarelerini çocuklarında görmek, her anne babanın isteği ve emelidir. ...
-
Peygamber Efendimiz (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) bir hadis-i şerifte şöyle buyurmuştur: "Hased etmekten sakının. Çünkü hased, sevaplar...
-
Bir imtihan diyarıydı Uhud… Bedir’de ilk mağlubiyetlerini alan müşrikler, daha kalabalık bir orduyla, Uhud Dağı eteklerine kadar gelmişlerd...
-
Osmanlı Devleti’nde nikâh akitleri ya bizzat kadılar veya kadıların verdiği izinnâme ile yetkili kılınan imamlar tarafından yapılırdı. Şer‘i...