Wikipedia
Arama sonuçları
5 Mart 2018 Pazartesi
Hakkı Olan Gelsin Alsın!
Rasulullah sallallahu aleyhi vesellemin hastalığı şiddetlenmişti. Âlemlere Rahmet olarak gönderilen Son Nebi, vazifesini tamamlamış, birkaç kere, fani dünyayı terk etme zamanının yaklaştığını işaret etmişti. Daha evvel bir gece vakti çıkıp Bâkî Kabristanı’nda medfun bulunan ashabını ziyaret ederek onlar için istiğfar etmişti. Yine bir gün Uhud dağında şehit düşen sahabelerini ziyaret edip uzun uzun dua etmişti. Ahirete göçmüş ashabıyla vedalaştığı gibi şimdi de ardında bırakacağı ashabıyla da vedalaşmak istiyordu.
Hastalığının şiddetinden ayakta duramayacak halde olduğu halde, bir koluna Hz. Ali, diğer koluna Fadl b. Abbas radıyallahu anhuma girmiş olarak güçlükle ayağa kalkıp mescide geçti. Yanındaki onu minbere oturtunca Hz. Bilal radıyallahu anhuya:
“Ya Bilal! Halka seslen de; mescide toplansınlar. Onlara vasiyet etmek isterim. Bu, benim son vasiyetim olacaktır!” dedi.
Hz. Bilâl, söyleneni yapınca Müslümanlar hemen koşup mescidde toplandı. Rasulullah sallallahu aleyhi vesellem Efendimiz, Allah’a hamdu senâ ederek sözlerine başladı. Sonra ashab-ı kirama şöyle hitap etti:
“Ey insanlar! Aranızdan ayrılma vaktim iyice yaklaşmıştır! Sizden birine vurmuşsam, işte sırtım, gelsin vursun! Birinizin malını almışsam, gelsin, hakkını alsın! Sakın hak sahibi, ‘Rasulullah bana gücenir mi?’ diye çekinmesin. Bilin ki benden hakkını isteyene gücenmek benim yaratılışımda yoktur. Benim yanımda en sevimliniz, hakkı varsa, ya gelip benden isteyen veya helâl edendir. Ben, Rabbimin huzuruna, üzerimde kul hakkı olmadan varmak istiyorum!”
Sözlerini tamamladığı halde kimseden ses çıkmayınca Rasulullah aleyhisselatu vesselam sözlerini tekrarladı ve nihayet cemaatin içinden bir kişi ayağa kalktı:
“Yâ Rasulallah! Sizden üç dirhem alacağım var!” dedi.
Peygamber Efendimiz sallallahu aleyhi vesellem:
“Kimsenin iddiasını inkâr etmem ve ‘Yemin et’ diye teklif de etmem. Ancak bu üç dirhemin bana nasıl geçtiğini öğrenmek istiyorum!” dedi.
Adam, “Yâ Rasulallah! Bir gün yanınıza bir fakir gelmişti. Bana, ‘Şu fakire üç dirhem ver, ben elime geçince sana veririm,’ diye emrettiniz. Ben de verdim.” dedi.
Resulullah sallallahu aleyhi vesellem, “Doğru söylüyorsun!” deyip amcaoğluna seslendi, “Ey Fadl! Bu kişiye üç dirhem borcumu öde!” buyurdu. (İbn Kesir, Sîre, c. 4, s. 457)
Biraz düşünecek olursak, Peygamber efendimiz sallallahu aleyhi vesellemin o kadar ağır vazifelerinin arasında birkaç kuruşluk bir kul hakkına bile bu kadar hassasiyet göstermesi gerçekten hayranlık vericidir. O insanlığın hidayeti için o kadar çile çekmiş, ümmetine selamet yolunu öğretmek için o kadar emek vermiştir.
Rabbimizin rızasını kazanmamız ve böylece ölümden sonra başlayacak sonsuz hayatımızda selamete kavuşmamız hep Rasulullah efendimizin bu emekleri sayesindedir. Onun bizim üzerimizde ne kadar büyük hakkı var. O kadar büyük hakkın yanında birkaç dirhem nedir ki? Üstelik onu da başkasının ihtiyacını gidermek için istemişken. Ama o bize örnek olmak için bunu yapıyordu. Böylece, her haliyle bize örnek olan Şanlı Nebi bize “helalleşme” adabını da en güzel şekilde öğretiyordu. Böylece hayatı boyunca öğrettiği kula haklarına hassasiyetin önemini yaşayarak göstermiş oluyordu.
Peygamber sallallahu aleyhi vesellemin kul hakkına riayette gösterdiği bu hassasiyet bize çok önemli bir ölçü vermektedir. Bir insan ne kadar çok ibadet yaparsa yapsın, İslam’a hizmet etmek için ne kadar gayret sarf ederse etsin, ne kadar hayır hasenatta bulunursa bulunsun bu ona bir kişinin kul hakkına girme imtiyazı tanımaz. Çünkü Allah-u Zülcelâl kul hakkına karışmıyor, kullar kendi aralarında helalleşmedikçe hakkına müdahale etmiyor. Bunun için bilhassa kamu malı, vakıf malı gibi, bütün hak sahipleriyle helalleşmenin mümkün olmadığı haklarda çok daha hassasiyet göstermek gerekiyor.
Bizim ecdadımız da bu şuurla hareket ediyorlardı. Tarihimizde de nice hayranlık verici hadiseler vardır. Ecdadımızın tek başarısı, üç kıtada at koşturmak değildir; belki asıl başarısı bunu yaparken, bir askeri seferde koca ordu üzüm bağlarının arasından geçip gittiği halde hiçbirinin heybesinden üzüm çıkmamasıdır.
Kanuni zamanında bir sefer esnasında, koca ordu üzüm bağlarına dokunmamış, sadece bir nefer, ücretini yerine bağlamak suretiyle bir üzüm salkımı koparmıştır. Ancak Kanuni buna da razı olmamış, o neferi ordudan uzaklaştırmıştır.
İslam devletlerinin yükseldiği devirlerde idareciler daima kul hakkına karşı çok hassas olmuşlardır. Kadılar davalara bakarken bir gayrimüslim zımmî ile padişahı eşit seviyede tutarak aralarında adaletle hükmetmişlerdir. İşte onların bu adaleti ve kul hakkına riayeti sayesindedir ki, yüzyıllarca farklı dinlerden topluluklar İslam devletlerinin idaresi altında barış içinde yaşamışlardı.
Hakkı Üstün Tutan Üstün Olur
Dünyada her şey hızla değişmektedir. Teknoloji ilerlemekte, üretim usulleri, ulaşım ve iletişim imkânları çoğalmaktadır. Ancak değişmeyen bir şey vardır, o da doğruluğun ve hakka riayetin önemidir.
Bugün birçok ünlü marka, kalite standartlarını korumaya ve müşteri haklarına riayete önem verdikleri için tercih edilmektedir. Yani dünyaya hükmeden çok uluslu şirketler, bizim dinimizin ve ecdadımızın iş ahlakını alıp, bugüne uygulamaları sayesinde dünyevi başarı elde etmektedirler. Peki ya bizim durumumuz nasıl? İşte bugünkü hale nasıl düştüğümüzü ve nasıl kurtulacağımızı bilmek istiyorsak bu gerçeği göz önünde bulundurmamız gerekiyor.
Dünyada da, ahirette de izzet ve şeref, ancak Allah'ın emirlerine uymakla mümkündür. Allah-u Zülcelâl her işimizde dürüst olup, haklara riayet etmemizi emrediyor. Ölçü ve tartıda haksızlık yapmamayı, kimsenin hakkını zimmetine geçirmemeyi emrediyor. Haksızlık yapanlara “zalim” adını veriyor.
Kur'an-ı Kerim’de zulüm ve zalim kavramlarının çok yer tuttuğunu görüyoruz. Birçok ayette Allah-u Zülcelâl zulmedenleri tehdit etmekte ve lanet ederek rahmetinde uzak tutacağını bildirmektedir:
“Biliniz ki, Allah'ın laneti zalimlerin üzerinedir.” (Al-i İmran; 192)
Zulüm, herhangi bir kula, herhangi bir hakkı hususunda haksızlık etmek demektir. Bu mal yönünden olabilir, gönlünü inciten bir söz söylemek suretiyle olabilir, arkasından konuşup hakkında suizanna sebep olmak suretiyle olabilir. Hangi şekilde olursa olsun, bu haklar unutulup yok olup gitmeyecek, mutlaka mahşer gününde, o büyük mahkemede inceden inceye hesabı sorulacaktır. Peygamber sallallahu aleyhi vesellem buyuruyor ki:
“Kimin üzerinde din kardeşinin haysiyeti, namusu veya malıyla ilgili bir zulüm varsa altın ve gümüşün bulunmayacağı kıyamet günü gelmeden evvel o kimseyle helâlleşsin. Yoksa kendisinin sâlih amelleri varsa, yaptığı zulüm miktarınca sevaplarından alınır, (hak sâhibine verilir.) Şayet iyilikleri yoksa zulüm yaptığı kardeşinin günahlarından alınarak onun üzerine yükletilir.” (Buhârî, Mezâlim 10, Rikâk 48)
Bu gerçekten büyük bir tehdittir. Çünkü o gün insan en küçük bir sevaba dahi muhtaç olacak, en ufak bir günahı için bile büyük pişmanlık duyacaktır. Bir de sevaplarını başkalarına verip onların günahını yüklenirse hali ne olur?
Zayıfların Hakkından Korkun!
Belki birçoğumuz bilerek haksızlık yapmıyoruz ama farkında olmadan, alışkanlıkla kul hakkına girecek sözler, hareketler yapıveriyoruz. Belki yabancı, tanımadığımız kişilerin malını almıyor, kul hakkına girmemeye dikkat ediyoruz ama bazen yakınlarımıza karşı aynı hassasiyeti göstermiyoruz. Aslında en çok korkmamız gerekenler, elimizin altında olduğu için aldırış etmediğimiz kişilerin hakları. Mesela eşimiz, gelinimiz, dünürümüz, hizmetkârlar ve işçiler gibi kişiler…
Bu geçici dünyada onlar bizden hakkını alamaz, bir hak iddia da edemez. Çünkü bir yönden bizim elimize mahkûmdurlar. Ama eğer onları haksız surette incitiyorsak, Rabbimizin ahirette onların hakkını bizden alacağını unutmamalıyız.
Peygamber aleyhisselatu vesselam ashabına:
“Müflis kimdir, biliyor musunuz?” diye sormuştu. Onlar:
“Bize göre müflis, parası ve malı olmayan kimsedir.” şeklinde cevap verdiler. Resûlullah sallâllâhu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu:
“Şüphesiz ki ümmetimin müflisi şu kimsedir: Kıyamet günü namaz, oruç ve zekât sevabıyla gelir. Fakat şuna sövdüğü, buna zina isnâd edip iftirada bulunduğu, şunun malını yediği, bunun kanını döktüğü ve şunu dövdüğü için iyiliklerinin sevâbı şuna buna verilir. Üzerindeki kul hakları bitmeden sevapları biterse, hak sâhiplerinin günahları kendisine yükletilir ve neticede cehenneme atılır.” (Müslim, Birr, 59; Tirmizî, Kıyâmet, 2; Ahmed, II, 303, 324, 372)
Bu hadis-i şeriflerden anlıyoruz ki, eğer Allah'ın kullarına karşı zulmedersek, Allah için yaptığımız ibadetlerin sevabı elimizden gidiyor, bize fayda vermiyor. Öyleyse ibadetlerimizin sevabının bize fayda vermesi için, kul hakkına riayet etmemiz gerekiyor. Çünkü o gün Allah katında en yüce mertebeye ulaşmış olan şehitler dahi kul haklarını ödemeden hesap yerinden ayrılamıyor.
Allah Rasûlu aleyhisselatu vesselam, bir hadîs-i şerîflerinde şöyle buyurmuşlardır:
“Şehidin, kul hakkı dışındaki bütün günahlarını Allah Teâlâ mağfiret eder.” (Müslim, İmâre, 119)
Allah yolunda canını feda eden şehitler dahi kul hakkından hesaba çekiliyorsa bizim durumumuz ne olacak? Öyleyse kul hakkı konusunda tehlikeli durumlara düşüyorsak en azından bunların affına vesile olacak iyilikler yapmaya ve helâlleşerek gönül almaya çalışmalıyız. Çünkü iyilikler, kötülüklerin unutulmasına ve affedilmesine vesile olabilir.
Mesela bir kardeşimizin gıybetini yaptıysak hemen onun hakkında bildiğimiz iyi yönleri de söylemeliyiz. Sonra da mümkün olduğu kadar helalleşmeye çalışıp, “Kusura bakma bir an boş bulundum, senin hakkında ağzımdan şu söz çıkıverdi, helal et,” demeliyiz.
Bu davranış belki bu dünyada bize zor gelebilir ama aslında böyle samimi davranışlar kalplerdeki husumeti giderir. Hiçbirimiz kusursuz değiliz, zaman zaman zafiyet gösteriyoruz. Birbirimizi affetmeli, ufak tefek meselelerdeki haklarımızı helal etmeliyiz ki Allah-u Zülcelâl de bizi affetsin.
Ezan Okuyan Bir Gençlik
Medine’ye hicretle birlikte artık müslümanlar için bir medeniyet inşası başlamıştı.
•Mescid bina edilecek,
•Kardeşlik anlaşması ile muhâcirler ve ensar kaynaştırılacak,
•Gayr-i Müslimleri de içine alan hukukî düzenlemeler yapılacak (Medine Vesikası),
•Yahudilerin çarşısından ayrı bir müslüman pazarı kurularak, ticaret İslâmî kaidelerle yeniden hayat bulacaktı.
Mescid inşa edilmişti. Şimdi sırada namaza nasıl davet edileceği vardı:
Kıssayı bilirsiniz.
Bazısı;
“Namaz vakti geldiği zaman bir sancak dikelim, müslümanlar onu gördüklerinde birbirlerine haber versinler.” dedi. Fakat Peygamber Efendimiz bu teklifi beğenmedi.
Yahûdî borusu çalınması teklif edildi, onu da tasvip etmedi:
“–Bu, yahûdîlerin âletidir.” buyurdu.
Çan çalınmasından bahsedildi. Peygamber Efendimiz:
“–O da hıristiyanların işidir.” buyurdu.
İslâm’ın namaza davet üslûbunun başka bir kavim ve ümmete benzemesine Peygamberimiz’in gönlü râzı olmadı. Daha sonra Abdullah bin Zeyd -radıyallâhu anh- rüyada görerek ezanı teklif etti. Efendimiz ezanı Hazret-i Bilâl’e okuttu. (Ebû Dâvud, Salât, 27-28)
Bu kıssa ve ezan üzerine medeniyetimiz ve inşâ ettiği insan tipi üzerinden tefekkür edelim:
Ezan, güzel sesli, iyi yetişmiş bir müezzin tarafından okunur. Çanı herhangi bir insan çalabilir ama ezan okuyabilmek için insan yetiştirmelisiniz.
Dikkat ederseniz, bu ülkede din düşmanları en büyük düşmanlıklarını ezan üzerinden yürütmüşlerdir. Ezanın Türkçeye çevrilmesi, dini yasakların adeta simgesiydi. Tekrar Arapça aslına döndürülmesi de büyük bir sevinçle, ümitle karşılanmıştı.
28 Şubat’ta İslâmî olan ne varsa karşı çıkanlar, ezana da kafayı takmışlardı. Statükocu ihtiyar bir tarihçi, başarısız olup dürülmüş Türkçe ezan defterini yeniden açmaya çalışıyor, ekran ekran geziyordu.
O sıralar fırsatı ele geçiren solcu, ilerici (!) gazeteciler, ezanın kısılması yahut merkezî sistemle okutulması üzerinde ısrar ediyordu. Bu baskılar neticesinde birçok şehirde, merkezî sistem ezana geçildi. Merkezde müftülüğe bir makine kuruluyor, camilerin ses sistemine bağlanan radyo alıcılarıyla bütün camilerde tek bir ezan işitiliyordu. Birçok ilde kalitesiz cihazların açılıp kapanması esnasında çan veya zil sesi gibi bir ses çıkıyordu.
O sıralar İstanbul’da bu sisteme geçilmesine, telefon idaresindeki mü’min bir zâtın; “Teknik bir mâni var!” bahanesiyle engel olduğunu işitmiştim. Bu bilgi doğru mu bilmiyorum, fakat hakikaten İstanbul’da o yıllarda merkezî sisteme hemen hemen hiç geçilmedi.
Aradan yıllar geçti. Şimdi bu zorlama yok. Fakat maalesef sistemin kolaylığına alışıldı. Kimileri; “Ne güzel işte, güzel ezan dinliyoruz!” dediler. Öyle ya, koca bir beldede tek bir ezan okunacak ise, o da elbette en güzel eğitimi almış kişilere okutuluyordu. Dağda bayırda köyde bucakta kaliteli bir ezan sesi dinleyebilmek kolay iş değil...
Ezan ilk doğduğunda bayrak, çan ve boru gibi şeyleri kabul etmeyen iradenin altında elbette mü’min şahsiyetinin başkalığını, mührünü vurgulamak vardı.
Evet. Fakat bir şey daha vardı:
İnsan yetiştirmeyi mecbur kılan bir sistem gelmişti. Boru üretmeyi, çan üretmeyi, hoparlör veya radyo cihazı üretmeyi değil, insan üretmeyi!..
Güzel sesli, talim-tecvid bilir, makamlardan anlar ve en az minare sayısınca insan yetiştirmek!..
Bir çan üreticisi belki bütün ülkeye çan üretir. Fakat insan öyle dökümle, kalıpla, presle üretilemez!.. Hani meşhur bir deyimimiz var: Boyacı küpü değil ki batırıp çıkarasın?!...
Bir frekans alıcılı hoparlör sistemi üreticisi de, bütün ülkeye ezan “duyurabiliyor.” Fakat bu sistem bir tek müezzin üretemez. Aksine böyle bir sistem, İslâm’ın geniş ve büyük olmasını murad ettiği bir ihtiyacı, daraltıyor, azaltıyor, birkaç kişi anlasa yetecek bir seviyeye düşürüyor. Zaten din düşmanlarının ezanla bu kadar uğraşmalarının da bir sebebi bu…
Eskiden bir İmam-hatip hutbesini de kendisi hazırlardı. Sırf bunun için de olsa tefsirlere, hadis külliyatlarına müracaat ederdi. Kalemi gelişirdi, kelâmı inkişâf ederdi. Şimdi müftülük sitesine girip çıktı alıyor, katlayıp cebine koyuyor ve üzülerek söyleyelim ki, birçoğu ilk kez minberde o katlı kâğıdı açıyor.
Aynı şekilde, idarenin bir baskısı olmadığı hâlde, İstanbul’da dahî merkezî sistem ezanı yaygın şekilde kullanılıyor. Çünkü müezzinlerimizin de idarecilerimizin de kolayına geliyor. Yazın sabahın dördünde beşinde, müezzin veya (müezzin yoksa) imam hatiplerin kalkıp vaktinde ezanı okuması ciddî bir idarî meseledir. Hoca gelememişse, halktan biri mikrofonu kapar ve ortaya şikâyet mevzuu olabilecek bir durum çıkar.
Demek ki, çan veya boru yerine ezan sistemi, vazifesine şuurla sahip çıkan insan yetiştirmeyi de gerektiriyor. Bunun için dertlenen, organizeci, eğitime ehemmiyet veren idareciler gerektiriyor.
Maksadım fetvâ verip vermemek değil, fakat çanı veya boruyu kabul etmeyen nebevî irade, çoğu zaman minarede ve camide bile değil, bir makine başında ezan okunup hoparlörler vasıtasıyla seslendirilmesine ve radyo frekansı ile yayılmasına razı olur muydu?
Bulunduğum semtte ardı ardına mekanik bir şekilde dizilen merkezî ezan sesi, okuyucular ne kadar profesyonel olursa olsun, bir mahalle camisindeki genç bir talebenin belki de acemice okuduğu bir ezandan daha tatlı gelmiyor bana.
Çünkü o genç ses, İslâm’ın istikbalinin sesidir. Yetişen bir delikanlının sesidir. O mahallede geleceğin müezzinlerinin, imamlarının, hocalarının, âlimlerinin yetiştiğinin müjdesidir.
Ezan, Müslüman bir beldenin şiarıdır. Her bir beldede bir müezzin tarafından yeniden okunmasının manevi tesirleri vardır. Müezzinler okudukları her bir ezan ile, Allah’ın yüceliğini, Hz. Peygamber’in şanını tekrar tekrar ilan edip, ins ve cinni şeytanların rahatını kaçırır.
Gerçek insan sesiyle okunan ezan yerine makineden gelen o zincirleme mekanik ses ise, Allah muhafaza, insana bir tehlike sinyali, bir ikaz sireni gibi geliyor.
Bütün mahzurları yanında, merkezî ezan sistemi, vazifelilerin sıhhat ve benzeri mazeretlerinde devreye girecek bir yedek olarak elbette bulundurulabilir. Merkezî vaaz sistemi de, bilhassa vaiz vazifelendirilemeyen köy ve bucaklara sohbetlerin ulaştırılması bakımından elbette faydadan hâlî değildir.
Merkezî hutbe de ülke çapında gündem oluşturucu bir kuvvet olarak güzel fakat, sürekli ülke ortalamasının gündemi ele alınınca taşranın hususî meseleleri hiçbir zaman gündeme gelemeyecek demektir. Hâlbuki her bir imam, muhitinde gördüğü meseleleri hutbede öne çıkarabilmelidir. “Bunun için vaaz var,” denilse de vaazın ulaşabildiği kesim çok daha dar. Derdimiz, ibâdet hayatının mekanikleşmemesi, insan eğitiminin ihmal edilmemesidir.
İnsan Yetiştirmek Gerekiyor
Dînimizin kurduğu medeniyette, insan yetiştirmeyi mecbur tutan bunun gibi birçok maddenin izi sürülebilir.
Kıble tayini ve namaz vakitleri, her yerde muvakkit ve coğrafyacı gerektirecektir. Günümüzdeki kadar kolay değildi geçmişte. Bugün bile namaz vakitleri gösteren takvim ve telefonlarda namaz vakti ve kıble programlarına ve tabiî onları hazırlayanlara ihtiyacımız devam ediyor.
Dînimizin ve medeniyetimizin temizlik ölçüleri; sürekli, daha fazla temiz su gerektirecek, medeniyetimizi bir su medeniyeti hâline getirecektir. Çeşmeler, şadırvanlar, hamamlar medeniyeti doğacaktır...
Zekât ve ferâiz (mîras) matematik gerektirecektir. Zekât âmili dediğimiz kadro, en başta gelen ihtiyaç idi. Zekât ile alâkalı vesikalar, İslâm’daki ilk resmî yazılı evraklardır.
Namaz ibâdeti de, kilisede koro dinlemek gibi basitçe gerçekleştirilemiyor. Bizzat eğitim istiyor. Okunacak duâlar ve sûreler var. İşin kapısından girince, tecvid gerekiyor, talim gerekiyor. Zaten güzel ezan okuma eğitiminin yolu da oradan açılıyor.
Çünkü dînimiz zâhir ve bâtın, insan yetiştirmeye odaklanıyor. Peygamber âyetleri okuyup gitmiyor, tezkiye ediyor, kitap ve hikmeti öğretiyor. Bire bir eğitim. İnsan eğitimi, gençliğin, evlâtların, nesillerin eğitimi... Her camide bir suffe oluşuyor...
Eğer boş vermezsek, bütün bu vasıfları kazanalım, bütün bu talepleri yerine getirelim dersek, İslâm’ın bizden istediği hususlar; nefsânî, şeytânî meşgalelere boşluk bırakmayacak kadar doldurur hayatımızı...
O zaman camiler dolu olduğu gibi, cemaatimiz de vasıf vasıf dopdolu olur. O zaman müezzin hasta da olsa güzel bir ezan yayılır o minareden. Hadîs-i şerifte geçtiği gibi bir yarış olur hattâ:
“İnsanlar ezan okumanın ve namazda birinci safta bulunmanın ne kadar faziletli olduğunu bilselerdi, sonra bunları yapabilmek için kur’a çekmek zorunda kalsalardı kur’a çekerlerdi.” (Buhârî, Ezân 9, 32)
Ailenin Reisi Erkektir
Hepimizin bildiği gibi, Kur'an-ı Kerim’de birçok ayetlerde ve Peygamber efendimizin hadis-i şeriflerinde ilmin önemine dikkat çekilmiştir. Bir Müslümana lazım olan ilim, hayatımız boyunca yaptığımız işlerin hükmünü, yani Allah'ın rızasına uygun olmasının şartlarını bilmektir. Buna evlilik de dâhildir.
Evlilik görünüşte dünya işi, hatta nefsani bir konu gibi görünse de aslında Müslümanlar için bir ameldir ve hayatımız boyunca yapacağımız birçok ameli ya kolaylaştıran veya zorlaştıran bir tercihtir. Çünkü insanlar, anne babaya iyilik, sıla-i rahim, evlat yetiştirme, ehil ve evladını ateşten koruma vazifesi gibi birçok ameli, evliliği sayesinde yapar veya yapamaz. Bu sebeple evlilik de ilimle yapılması gereken bir ameldir.
Ne yazık ki evlilik hayatına adım atacak olanlarımızın çoğunluğu, İslam’da evlilik müessesesinin mahiyetini anlamadan, evlilikte geçim sanatının inceliklerini kavramadan işe başlamaktadır. Bundan dolayı da gerek eş seçiminde, gerekse eş ile geçimde birçok ciddi hata yapılmaktadır.
Allah-u Zülcelâl Kur'an-ı Kerim’de yarattıklarının birçoğunu çiftler halinde yarattığına dikkat çekmektedir. İnsan da erkek ve kadın olmak üzere çift halinde yaratılmış olan mahlûkattandır. Erkekler kadınlarla evlenip sükûn bulmaya, kadınlar da fıtratlarında bulunan annelik hislerini güven içinde yaşamak için erkeklerin himayesine muhtaçtır. Evlilik de bu ihtiyaçların meşru olarak tatmin edilmesinin tek yoludur.
Allah-u Zülcelâl eşler arasındaki ilişkinin niteliğini izah ederken, sükûnet, meveddet ve rahmet kelimelerini kullanmıştır:
“Kendisiyle sükûnet bulmanız için size kendi (cinsi)nizden eşler yaratıp aranızda sevgi ve merhamet peydâ etmesi de O'nun ayetlerinden(varlığının delillerinden)dir.” (Rum, 21)
Her insan evliliğinde, eşiyle olan ilişkisinde mutlu olup sükûnet bulur. Bilhassa erkeklerin yaratılışına şehvani arzular daha güçlü bir ihtiyaç halinde konulmuştur. Bunda da bir rahmet vardır. Çünkü zayıf yaratılmış olan kadınlar ve çocuklar erkeklerin gücünden istifade etmeye muhtaçtırlar. Ailede karşılıklı ihtiyaç, sevgi ve mutluluk olması için Allah-u Zülcelâl erkeğin şehvani arzu ve zevkten yana hissesini daha fazla kılmıştır.
Ailede iffet, sadakat ve itaat olduğu müddetçe evlilik bir saadet yuvası olacaktır. Allah-u Zülcelâl buyuruyor ki:
“Ve Allah, sizin için evlerinizden sekînet (huzur) yeri kıldı.” (Nahl, 80)
Bu ayet-i kerimeler, evliliğin, ev hayatının müminin biraz olsun huzur bulduğu, rahatladığı ve ihtiyaçlarını teskin ettiği yer olduğuna işaret etmektedir.
Herkes Görevini Bilmeli
Allah-u Zülcelâl’in fıtratlarına koyduğu farklı özellikler sebebiyle erkek ve kadının evlilikte farklı görevleri vardır. Uzun bir süre devam etmesi gereken bir beraberlikte herkesin kendi görevini bilmesi önem taşır.
Ailedeki görev paylaşımını bildiren ayet-i kerimede şöyle buyrulur:
“Erkekler, kadınlar üzerine kavvamdır, (onları koruyup kollar ve üzerlerinde hak sahibidir.) Çünkü Allah, insanların kimini kiminden üstün kılmıştır. Bir de erkekler kendi mallarından harcamakta (ve ailenin geçimini sağlamakta)dırlar.
İyi kadınlar, kanitat (uyumlu, itaatkâr)dırlar. Allah’ın (kendilerini) koruması sayesinde onlar da “gayb”ı korurlar…” (Nisâ, 34)
Bu ayet-i kerimeden anlıyoruz ki, erkekler, ailede kavvamdır, yani devamında da açıklandığı gibi, ailenin geçimi gibi ağır yükleri yüklenerek adeta ailenin direği olmuştur. Buna mukabil evde söz hakkına sahiptir, kısaca ailenin reisidir.
Erkeklerin kavvam olma görevine mukabil kadınların da “kanitat” olma görevi vardır. “Kanitat” uyum gösteren, yumuşak huylu, alçak gönüllü olmaktır. Bu da en başta namusu olmak üzere kocasının emanetlerini koruması ve kocasının ona muhtaç olduğu hususta isteklerine güzellikle itaat etmesi demektir.
Rabbimiz esas olarak kadın olsun, erkek olsun her Müslümanın güzel ahlaklı olmasının büyük bir fazilet olduğunu bildirmiştir. Kadının kocasına karşı alçak gönüllü ve itaatli olması ise daha önceliklidir.
Erkekler yüklendikleri çeşitli mesuliyetleri sebebiyle yorulup gerginleşebilir. Psikologlar da yaratılış olarak erkeklerin yapısının öfkelenmeye müsait olduğunu bildiriyor. İslam'da bilhassa aile huzuru açısından bir hanımın kocasının öfkesini kışkırtacak şekilde aksi hareketler yapmaması emredilmiştir.
Bu ayet-i kerimenin devamında anlaşılıyor ki, erkekler hanımlarına Allah'ın emri olan ahlaki davranışları emrettiği veya kocanın hanımı üzerinde hakkı olan hususları talep ettiği zaman kadının mutlaka itaatli olması, kocasına karşı gelmemesi gerekir.
Bu ayet-i kerimeden aile reisinin ailede kendini saydırma hakkı bulunduğu, hanımının da onun makamına saygı göstermesi gerektiği anlaşılmaktadır. Elbette bu demek değildir ki, erkekler ailenin reisliği hakkını kötüye kullansın, mesela eşini ve çocuklarını çalıştırıp ellerinden maaşlarını alıp hovardalığa harcasın; vermedikleri zaman şiddet uygulasın… Ne yazık ki zamanımızda böyle manzaralar çoğalmıştır. Ancak bunların İslam’da asla yeri yoktur.
İslam'a göre aile reisliği yetkisi, ancak Allah'ın rızasına uygun olacak şekilde kullanılabilir. Ayet-i kerime, erkeğin reislik hakkının bir fedakârlığın karşılığı olduğunu açıkça ortaya koyuyor. Bunun yanında aile reisliği sadece maddi görevler yüklemez, aynı zamanda hane halkının korunması görevini de yükler.
Aile Reisi, Ailesinin Çobanıdır
Rabbimiz bir ayet-i kerimede buyuruyor ki: “Ey iman edenler! Kendinizi ve çoluk çocuğunuzu cehennem ateşinden koruyun. Onun yakıtı insanlar ve taşlardır.” (Tahrim, 6)
Bundan da anlıyoruz ki aile reisleri, ailesindeki kişiler için bir eğitici ve idarecidir. Ailesindeki kişilere Allah'ın emirlerini öğretip, tatbik ettirmek ve yasaklarından sakındırmak gibi vazifeleri vardır.
Ayrıca kocasının olmadığı zamanlarda hanımın da kendini ve evlatlarını koruma görevi vardır. Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem bir hadis-i şerifinde buyurdular ki:
"Hepiniz çobansınız ve hepiniz sürünüzden mes'ulsünüz. İmam çobandır ve sürüsünden mes'ûldür. Erkek ailesinin çobanıdır ve sürüsünden mes'uldür. Kadın, kocasının evinde çobandır, o da sürüsünden mes'ûldür. Hizmetçi, efendisinin malından sorumludur ve sürüsünden mes'ûldür." (Buhârî, Nikâh 81, 90; Müslim, İmâret 20,)
Elbette gerek aile reisi beylerin, gerek onun yardımcısı ve vekili olan hanımların bu vazifelerini yerine getirebilmeleri için birbirlerine destek olmaları gerekir. Bu sebeple karı kocanın aynı dünya görüşüne sahip olması ve birbirine yardımcı olması icab eder.
Bir evde kadın kocasını saymazsa evlatları da babaya saygı duymaz. Bu durumda erkeğin aile reisi olarak hanım ve çocuklarını muhafaza etme görevini yerine getirmesi mümkün olmaz. bunun için hem erkek kendisini saydıracak şekilde sorumluluklarını yerine getiren, kötü alışkanlıklardan uzak duran, olgun karakterli biri olmalıdır, hem de hanımı onun mevkiine saygı duymalıdır.
Allah-u Zülcelal:
“Mü’min erkekler ve mü’min kadınlar birbirlerinin velisi (dost ve yardımcısı)dır. İyiliği emreder, kötülükten alıkoyarlar. Namazı dosdoğru kılar, zekâtı verirler. Allah’a ve Resûlüne itaat ederler. İşte bunlara Allah merhamet edecektir. Şüphesiz Allah mutlak güç sahibidir, hüküm ve hikmet sahibidir.”(Tevbe, 71) buyurmaktadır.
İtaat Sevgiye Mani Değildir
Evlilikte karıkoca arasında belli bir mevki farkı olması, sevgiye mani değildir. İnsan, akıl sahibi bir varlıktır. Hayatının farklı sahalarında farklı davranabilme olgunluğuna sahiptir.
Bir karıkocanın mahrem alanında birbirleriyle samimi olmaları, evlatların terbiyesi gibi mevzularda görev paylaşımı yapmalarına mani değildir. Her akıllı insan bu iki durumda takınacağı rolün farkını bilir.
Ayrıca erkeğin aile reisi, kadının itaatli olması kadına hakaret de değildir. Aksine erkeği, evlatlarının terbiyesi işinde asıl vazife sahibi haline getirerek annenin işini kolaylaştırır. Çünkü anne küçüklüğünden beri çocuklarının bakımını üstlenmiştir ve devamlı çocuklarıyla bir aradadır.
Üstelik annelik duyguları sebebiyle evlatlarına karşı biraz fazla hoşgörülü ve merhametli olabilir. Bu da çocukların annenin duygularını suiistimal etmesine yol açabilir. Bu sebeple hem fiziki yönden güçlü, hem maddi imkânları sağlayan babanın evde otorite olarak kabul edilmesi annenin işini kolaylaştırır. Yeter ki baba, bu mevkiini kötüye kullanmasın, hanımını hakir görmesin, kötü muamele etmesin. Bu zaten dinimizde yasaktır.
Rabbimiz yalnız kadınlara değil, erkeklere de iyi geçinme, güzel davranma mesuliyeti yüklemiştir:
“Hanımlarınızla güzel bir şekilde geçinin. Çünkü onlardan hoşlanmıyor olsanız bile olabilir ki hoşlanmadığınız bir şeyi Allah büyük bir hayra vesile kılabilir.” (Nisa,19)
Unutulmamalıdır ki her insan bu dünyaya ya erkek olarak gelir veya kadın olarak gelir. Bunda insanın bir tercihi olmadığı gibi, bir hak edişi de yoktur. Erkek olmamız veya kadın olmamız sadece Allah'ın takdiriyledir.
Kadınlar da erkekler gibi Allah'a ibadet etmekle mükellef tutulmuş kullarıdır. Eğer kadınlar Allah'ın onlara emrettiği salih amelleri işlerlerse onların sevaplarından hiçbir şey zayi edilmez. Tıpkı erkekler gibi kadınlar da iyiliklerinin mükâfatına kavuşurlar.
“…Erkeklerin, kendi kazançlarından payları var, kadınların da kendi kazançlarından payları var. Allah'tan, lütfünü, inayetini dileyin, çünkü şüphe yok ki Allah her şeyi tamamıyla bilir.” (Nisa, 32)
Kur'an ı Kerim’e baktığımız zaman görüyoruz ki Allah-u Zülcelâl, gelmiş geçmiş kadınlar arasında mümin ve saliha hanımların da kâfir ve fasıka kadınların da olduğu haber vermiştir.
İslam tarihine baktığımız zaman sahabe devrinden itibaren, her devirde imanlı, saliha hanımlar gelip geçmiştir. Başta Peygamber sallallahu aleyhi ve sellemin muhtereme kızları, tertemiz zevceleri, akrabaları olmak üzere asr-ı saadette birçok hanımlar Peygamberimize iman etmiş, ona hizmet etmek için pervane olmuşlardır.
Bir evde karı koca birbirine saygı duyarsa çocuklar da her ikisine saygı duyar. Osmanlı devrinden kalma mektuplarda görüyoruz ki o zamanın hanım ve beyleri birbirlerine karşı çok nazik ifadelerle hitap ediyorlardı. Ne yazık ki bu terbiye sistemimiz bozulduğundan beri ailelerde ne huzur kaldı, ne de mutluluk… Bunun zararı hepimizedir.
En güzeli, evlilikte de Rabbimizin koyduğu hükümlere göre hareket etmektir. Huzur İslam'dadır. Bizler de İslam'ı yaşamaya evlerimizden başlamalıyız.
Ahirette Hesaba Çekileceğiz
Allah-u Zülcelâl insanın dünyadaki bütün konuşmalarından, davranışlarından kıyamet gününde sorguya çekecektir. Bu konuda Allah-u Zülcelâl bir ayet-i kerimede şöyle buyuruyor:
“Hakkında kesin bilgi sahibi olmadığın şeyin peşine düşme. Çünkü kulak, göz ve kalp, bunların hepsi ondan sorumludur.” (İsra, 36)
İnsan gözlerinden, kulaklarından hatta kalbinden dahi sorguya çekilecektir. Bunun için Allah-u Zülcelâl’in emir ve nehiylerine dikkat etmek suretiyle, bu azalarımızla nasıl amel yapmamızı emretmişse onları yerine getirelim, haram ettiği şeylerden de muhafaza edelim.
Eskiden bir insan Arapça öğrenmese ilim olarak bir şey bilmezdi. Bugün ise hemen hemen bütün ilimleri, fıkıh istersen fıkıh ilmini, tefsir istersen tefsir ilmini, ne istersen iste, tercüme etmişler, okuyabiliyorsun. Onun için şimdi bilmemek mazereti de kalmamıştır, insan okuyup öğrenmekten mesuldür. Bu hazırlanan eserleri okuyacak ve elinden geldiği kadar yerine getirmek suretiyle amel-i salih yapacak.
Bir kişi, çok çeşitli ilimlerle meşgul olmuş, birçok eserler okumuştur. Sonra düşündü, “Acaba Allah-u Zülcelâl neyle benden razı olacak?”
Bu kişi İmam Gazali hazretlerine istişare etmek suretiyle ne yapacağını sormuş. İmam Gazali rahmetullahi aleyhi ona demiş ki:
“Bu dünyada Allah'ın en gazap ettiği şey, kişinin malayani ile, yani kişiye lazım olmayan, ne dünyaya ne ahirete faydası olmayan şeylerle meşgul olmaktır.”
Onun için elimizden geldiği kadar dini eserleri okuyalım, Allah'ın razı olacağı şeyleri yapalım, sevmediği şeyleri de terk edelim.
Kırk yaşından sonra insan dünya çarşısından ayrılıp ahiret çarşısına girmiş oluyor. Bu böyledir. İnsan kırk yaşına kadar kuvvetleniyor, kırk yaşından sonra aşağıya iniyor. Bu sefer ahiret yoluna girmiş oluyor.
Onun için denilmiştir ki, “Kimin kırk yaşından sonraki işlediği hayırlar, kırk yaşına kadar işlemiş olduğu hayırlardan fazla değilse o cehenneme doğru gidiyor, demektir.”
Demek ki insanın kırk yaşına geldiği zaman işlediği hayrı, salih ameli, daha önce işlediğinden fazla olması lazım.
Faydasız İlimden Allah'a Sığınalım
Kıyamet gününde en şiddetli azaba uğrayacak olan kimse, alim olduğu halde kendi ilminden menfaat görmeyen şahıstır. Neuzubillah. Onun için okuyalım, ilim sahibi olalım, onunla amel yapalım, inşallah.
Örnek olarak bir kişinin elinde çeşitli silahlar vardır. Bir sahrada aslanlar ona hücum ettiler. Eğer o adam, elinde silah olduğu halde onları kullanmazsa bir menfaat görür mü? Eğer o silahı kullanıp kendini muhafaza etmezse o aslanlar onu parça parça yaparlar. Ama silahlarını kullandığı zaman kendini kurtarır.
İlim de aynı öyledir. Okuduğun kitapla amel yaptığın zaman, o ilmi, şeytan, nefs ve dünya canavarlarına karşı kullanmış oluyorsun. Eğer ilimle amel yaparak onlardan kendini muhafaza edersen, selamete kavuşmuş olursun. Ama kullanmazsan sana ne menfaati olacak?
Şeytan çok alimdi. Ama ilminin ona ne faydası oldu? Allah'ın emrine itaat etmeyince, asi oldu, ilminin ona bir faydası olmadı.
İşte o şeytan nefis yüzünden o hale geldi. Allah-u Zülcelâl onu imtihana çekti. “Hepiniz Adem’e secdeye gideceksiniz,” dedi. O ise dedi ki: “Ben ondan daha iyiyim, “dedi.
Onun için denilmiştir, “Allah-u Zülcelâl’in yanında en mebğud yani buğzedilen insan, nefsine uyandır.”
İnsanın Allah-u Zülcelâl’e teslim olması lazımdır.
Bunu bilelim, Allah-u Zülcelâl bize, annemizden, babamızdan, arkadaşlarımızdan çok daha şefkatlidir, merhametlidir ve hepsinden daha çok bizi seviyor.
Bizi daima Allah-u Zülcelâl muhafaza ediyor. Eğer bizi muhafaza etmeseydi, etrafımızda bizi helak edecek birçok şeyler vardır. Allah bizi onlardan muhafaza ediyor. Allah bize sahip çıkıyor. Onun için biz de Allah'ı sevelim, Allah'ın dediğini yapalım, inşallah.
Kalbimizi Allah-u Zülcelâl’e karşı ıslah edelim. Kalbimizde daima Allah'ın razı olacağı halleri bulunduralım. Kalbimiz ve sırrımız böyle ıslah olduğu zaman azalarımız da daima hayırla meşgul olacaktır.
Çünkü zahiri azalar, kalbin hareketiyle oluyor. Kalbimiz ne kadar hareketli olursa, Allah'ı severse, o kadar zahiri azalarımızı çalıştırıyor, hayra götürüyor.
Kalp bozulduğu zaman da bütün azalar onun arkasından gidiyor. Onun için elimizden geldiği kadar diyelim, “Ya Rabbi, bu senin mahlukundur, Sen onu yaratmışsın, bunu ıslah et Ya Rabbi!”
Böyle diyerek kalbimizi Allah'a teslim edelim, Allah her şeye kadirdir. Onu ıslah etmesi, Allah'ın yanında hiçbir şey değildir.
Allah-u Zülcelâl bir şeye ol dedi mi, oluverir. Onun için Allah'tan isteyelim. Allah'a yalvaralım ve hatta diyelim ki, “Ya Rabbi seni seviyorum, Sen’den başka hiçbir şey istemiyorum, ama elimden Sana tam kulluk etmek gelmiyor. Sen beni ıslah et Ya Rabbi!”
Böyle daima yalvaralım. Çünkü insanın sermayesi kalbidir ve ömrüdür. Kalp ve zaman… Zaman geçtiği zaman senin sermayen bitiyor, bir de kalp öldüğü, bir şey hissetmez hale geldiği zaman bu ikisi bitiyor.
Her zaman diyorum, bir kişi dilenciler gibi kapı kapı dolaşıyor: “Bana merhamet edin! Ben sermayemi kaybettim bana merhamet edin!” diyor. Ona soruyorlar: “Senin sermayen neydi? Ne kaybettin?” “Benim bir kalbim vardı, Allah içindi, içinde Allah sevgisi vardı onu kaybettim!” diyordu.
Ne kadar güzel düşünmüştü. İnsan dünyada iflas ederse kaybettiği malı gene geri gelebilir. Ama ahirette iflas ederse, bir daha amel yapma imkanı geri gelmez. Onun için ahirete düşkün olalım, ahiret için salih amel yapalım, Allah'a yalvaralım, Allah da bize verecektir inşallah.
Zikir Ağır Geliyorsa…
Büyük velilerden Ebu'l-Hasen Şazeli kaddesallahu sırrahu der ki: “Nifak alametlerinin birisi de zikrin kalbe ağır gelmesidir.”
Neuzubillah. O zaman tevbe edelim, Allah'a yalvaralım, Allah-u Zülcelâl de kendi zikrini bize hafif kılacaktır, inşallah. O vakit bize hafif gelecek, bize sevgili gelecek…
Kim kendi nefsinin isteklerine icabet ederse, o İslami bakımdan geri gidecektir. Şöyle bir düşünelim; biz istiyoruz ki, herkes bizim istediğimiz gibi yapsın, bize aksi gitmesin. Bir kişiye “Şöyle yap,” dediğimiz zaman istiyoruz ki, bizim dediğimizi yapsın. Aynı şekilde, ona söylersem, buna söylersem, şuna söylersem, herkes bizim istediğimiz gibi hareket etsin istiyoruz. Ama bizim nefsimize “Zikir yap, namaz kıl, sadaka ver, İslam hizmeti yap,” diyoruz, o dediğimizi yapmıyor.
Bizim imanımız var elhamdülillah. Ahirete hazırlık için bunları yapmamız gerekiyor, buna iman ediyoruz. Herkesin bize uymasını seviyoruz da niye nefsimiz Allah'ın emirlerine uymuyor. Ondan bunu istemeyelim mi?
İnsanlar bize aykırı gitmesin, bize uygun davransın istiyoruz ama nefsimize bir şey yaptıramıyorsak, o zaman nefsimize itab edelim:
“Ya nefsim, sen yanlış yoldasın. Allah'ın emrettiği şeyleri yapman lazımdır, belki ahirette rahata kavuşursun.” Diyelim.
Biz şimdi dünyayı böyle, sakin, hareketsiz, her şeyden habersiz gibi görüyoruz, halbuki öyle değildir. Dünyadaki bütün mahlukat, insanların işlediği günahları görüp ondan huzursuz olmaktadır. Çok zayıf bir böcek vardır, insanlar günah işlediği zaman Allah'a dua ediyor, “Ya Rabbi, bana kuvvet verseydin de, o günahı işleyen insana azab etseydim,” der.
Biz dünyanın zahirini böyle cansız gibi görürüz, halbuki maneviyat bakımından öyle değildir. İnsanoğlunun Allah'a asi gelmesi sebebiyle mahlukat böyle rahatsız olmaktadır, Allah'tan izin istemektedir ki, “Ya Rabbi kuvvet verseydin de ona eza etseydim,” diye istemektedir.
Allah, Allah azze ve celle… Allah'tan başka kim aziz ve üstün olmak istiyorsa o zelil olacak.
Allah-u Zülcelâl buyuruyor ki:
“…Allah, kimi alçaltırsa ona şeref kazandıracak hiçbir kimse yoktur. Şüphesiz Allah, dilediğini yapar.” (Hacc, 18)
Yani Allah-u Zülcelâl ancak kuluna ikram eder veya hor hakir yapar. Diyor ki, “Yalnız Ben insanı yükseltirim veya aşağı düşürürüm!” öyle diyor Allah azze ve celle…
Her şeyin melcei, sığınağı Allah-u Zülcelâl’dir. Kendimizi Allah'a dost yapalım, kendimizi Allah-u Zülcelâl’e bağlayalım, her şey O’nun elindedir. Dünya da, ahiret de, kabir de, mahşer de O’nundur.
Eğer Allah-u Zülcelâl’in yanında kıymetin yüksek olursa, Allah-u Zülcelâl sana kulluğunu nasip eder, seni hayırlarda kullanır. Eğer bize tevbe nasip olduysa, Allah'ın evine misafir olduysak bu sadece Allah'ın lutfudur. Bunu kendimizden bilmeyelim. Allah'a hamd edelim, şükredelim. Demek ki Allah-u Zülcelâl bizi iyi kişilerden seçmiştir. Allah-u Zülcelâl size ilham etmese siz gelemezdiniz buraya.
Ataullah İskenderi hazretleri şöyle demiştir:
“Allah katında değer ve kıymetini öğrenmek istiyorsan seni hangi işte çalıştırdığına, seni hangi halde bulundurduğuna bak.”
Peygamber Efendimiz sallallahu aleyhi vesellem de buyuruyor ki:
“Allah katındaki hissesini öğrenmek isteyen kimse, Allah'ın kendisinin yanındaki hissesine baksın.” (Suyuti, Camius Sağir 6/49, Hadîs No: 8386)
Eğer senin yanında Allah'ın sevapları kıymetli ise, ona rağbetin varsa, senin de Allah'ın katında kıymetin var demektir.
Allah-u Zülcelâl’in bize ibadetini nasip etmesi, bu camiye gelmeyi, bu tevbeyi nasip etmesi bize mükafat olarak yeter. Bakın, bunları size vermeyi, siz annenizin karnındayken takdir etmiştir. Senin rızkını, senin imanını, senin amelini, her şeyi o zaman takdir etmiştir. Öyleyse bunlara şükretmemiz gerekir.
Çünkü anne rahminde melaike geliyor, “Ya Rabbi, senin bu kulunu şaki mi, said mi, yani cehennemlik mi yoksa cennetlik mi yazayım ya Rabbi?” diye soruyor.
O sırada daha sen ne amel yapmışsın, ne dua etmişsin, ne bir şey… Yalnız Allah nasip etmiş bize bunu… Elhamdülillah, Allah'a şükrederiz ki, ta o zamandan beri Allah bizi mümin olarak yaratmış.
Nefsimize Nasihat Edelim
İbrahim et Teymi rahmetullahi aleyh, nefsini karşısına alıyordu:
“Ey nefsim, şimdi sen öldün. Ya cennete gideceksin, nimetler içindesin. Yahut cehenneme gideceksin, azablar içindesin. Eğer ölmüş olsaydın ne isteyecektin? Keşke dünyaya dönsem, daha çok salih amel işlesem, cennetteki derecem yükselse veya dünyaya dönsem de cehennemden kurtaracak ameller işlesem, diyecektin, öyle değil mi? İşte sana fırsat ey nefsim. Bak daha dünyadasın, amel yap, kendini kurtar.”
İbrahim et-Teymi böyle yapmaya muhtaç idi de biz muhtaç değil miyiz? Biz de muhtacız. Öyleyse biz de nefsimize böyle nasihat edelim.
Hatta o zaman gece namazına kalktıklarında, mum vardı o vakit, parmaklarını mumun alevine tutuyorlardı ve “Ey nefsim, bak sen mum alevinin sıcaklığına dayanabiliyorsan günah işle, amel yapma,” diyerek nefislerini imtihana çekiyorlardı. Tabi nefis dayanmıyordu, hemen elini çekiyordu mum alevinden. “Öyleyse günah yapmayacaksın, kulluğunu yaparak kendini kurtaracaksın,” diyerek nefislerini ıslah etmeye çalışıyorlardı.
Hülasa bizim çaremiz, Allah'ı razı etmektir, onun da yolu tevbe etmektir. Çünkü insan Peygamber değilse muhakkak hata işliyor. Ya büyük günahtır, ya orta günahlardır veya küçük günahtır. Ama herkesin hata ve kusurları vardır.
İnsan eğer samimi tevbe ederse, insanın günahlarını yazmakla vazifeli olan sol tarafımızdaki melaike var ya, Allah-u Zülcelâl ona dahi günahları unutturuyor, hatta ahirette ondan hesap da sormuyor. İşte hakiki tevbe böyle kıymetlidir.
Tevbe insanın kurtuluşudur. Onun için diyorum, anlatın tevbeyi insanlara… Din yabancı olmuş, insanlar tevbenin kıymetini unutmuşlar. Arkadaşlarınıza anlatın, Allah'ın rahmet kapısından mahrum kalmasınlar.
Bir zamanlar bir adam bazı günahlar işlemişti, artık herkes onun ne kadar kötü bir adam olduğunu söylüyordu. O adam bir gün hanımına dedi ki,
“Ben çok kötülük yaptım, artık bu dünyada kimse beni sevmiyor, kimse bana şefaat etmez. Öyleyse benim tek çarem, Allah'a kendimi affettirmektir.”
Bu adam kendini çöllere attı, ağladı, günahlarını itiraf etti, pişmanlık duyarak yalvardı. Allah'tan çok korkuyordu. Kendini perişan etti. Allah-u Zülcelâl o adama bir meleğini gönderdi. O melek geldi dedi ki:
“Allah seni affetti.”
Adam dedi ki, “Kim bana şefaat etti?”
Melek şöyle cevap verdi:
“Senin tevben, pişmanlığın ve korkun şefaat etti!”
Allah korkusu Allah'ın yanında çok makbuldür. Ashab-ı kiram bazen Allah korkusundan dünyayı terk etmek istiyorlardı. Rasulullah sallallahu aleyhi vesellem de onlara, “ Ben sizden daha fazla Allah'tan korkanınızım,” demişti. Onlar hiçbir günah işlemedikleri halde Allah-u Zülcelâl’den böyle korkuyorlardı.
Eski zamanda bir adam vardı, hiçbir hayır işlememişti. Ölümü yaklaştığı zaman evlatlarına dedi ki, “Benim vasiyetim şudur, ben ölünce cesedimi yakın, küllerimi dağlarda, denizlerde savurun. Çünkü Allah-u Zülcelâl bana hiçbir kuluna yapmadığı azabı yapacak!”
Çocukları onun vasiyetini yerine getirdiler. Allah-u Zülcelâl onu yine haşr edince ona sordu:
“Seni bunu yapmaya iten neydi?” diye sordu.
O da:
“Senden korktuğum için böyle yaptım ya Rabbi,” diye cevap verdi.
Allah-u Zülcelâl ona rahmetiyle muamele etti. (Buhari; 3478, Müslim 2756/25)
İnsan Allah-u Zülcelâl’den böyle korkarsa günah işlemez, bir hata işleyince de hemen tevbe eder. İşte bunun için Allah'tan korkmak çok mühimdir.
Allah-u Zülcelâl hepimize tevbeyi nasip eylesin, bizi rahmetiyle şefkatiyle muamele etsin, bizi nefisimize teslim etmesin. Amin
4 Mart 2018 Pazar
Muhabbetullah ve Allah için müminleri sevmek
Allah’ın sevdiği kullar
Allah-u Zülcelâl, Kur’an-ı Kerim’de birçok ayet-i kerimede bazı kullarını sevdiğini bildirmiştir. Bir ayet-i kerime de şöyle buyurmuştur: “… Allah onları sever, onlar Allah’ı severler…” (Maide; 54)
Allah-u Zülcelâl başka bir ayet-i kerimede şöyle buyurmuştur: “Allah çok tövbe edenleri ve çok temizlenenleri sever.” (Bakara; 222)
Bu ayet-i kerimedeki temizlik maddi temizlik olduğu gibi, manevi temizliği de yani kalp temizliğini de içine alır.
Allah-u Zülcelâl’in kulunu sevmesi ona iyilik irade etmesidir. O, bu sevgi ve irade ile kalplerin üzerindeki perdeyi kaldırır, basiret gözlerini açar, hakikatleri gösterir ve bunları anlayıp kabul etmeyi kolaylaştırır.
Allah-u Zülcelâl bir ayet-i kerimede şöyle buyurmuştur: “Allah bir kimseyi hidayete erdirmek isterse, onun göğsünü (kalbini) İslam’a açar. Bir kimseyi hidayetten mahrum bırakmak isterse de, onun göğsünü göğe doğru çıkıyormuş gibi daraltıp sıkıştırır.” (En’am; 125)
Hiç şüphesiz sevgide yakınlık manası da vardır. Sevgi yakınlığın en önemli sebebidir. Çünkü seven, sevdiğine yakın olmak veya onu kendisine yaklaştırmak ister. Allah-u Zülcelâl’in kulunu kendisine yaklaştırması ise ona kendi ahlak ve sıfatlarına benzer üstün ahlak ve vasıflar vermesidir. Kul, bu ahlak ve vasıflarla O’na yaklaşmış olur.
Bir ayet-i kerimede bu ahlak ve sıfatlar “takva” sözüyle özetlenmiş ve şöyle buyrulmuştur: “Allah’a en yakın olanınız, takvası en çok olanınızdır.” (Hucurat; 13)
Allah sevdiklerini
imtihan eder
Hz. Peygamber sallallahu aleyhi vesellem bir hadis-i şerifte şöyle buyurmuştur: “Allah-u Teala bir kulunu severse ona bela verir.” (Taberani)
Bu hadis-i şerifin manası açıktır. Allah-u Zülcelâl bir kulunu sevmek isteyince onu dener. Yani onun sevgiye layık olup olmadığını ortaya çıkarmak için onu çeşitli bela ve musibetlerle imtihan eder. Allah-u Zülcelâl kulunun samimiyetini ortaya çıkarmak için onu imtihan ettiği şey bela olabildiği gibi nimet de olabilir. Bela imtihanı sabırla, nimet imtihanı ise şükürle kazanılır.
Bu zamanda insanların büyük bir çoğunluğu bela ve musibete sabretmeye karşı zayıftırlar. Olabilir ki insan bir musibete belaya sabredemez. Onun için belasız ve musibetsiz bir sevgiyi Allah-u Zülcelâl’in fazlından isteyelim. O’nun hazineleri çoktur. Kalben ve ruhen isteyen kuluna mutlaka verir.
Âlimlerden bir zat şöyle demiştir: “Sen Allah-u Zülcelâl’i sevdiğin zaman, O’nun seni imtihan ettiğini görürsen bil ki, O da seni sevmek ister.”
Denilmiştir ki: “Allah bir kulu severse, ona rahmet nazarıyla nazar eder. Eğer Allah bir kula rahmet nazarıyla nazar ederse, ona azap etmez.”
Şu bir gerçektir ki, Allah-u Zülcelâl’in kulunu sevdiğinin en açık ve şaşmaz alameti, onu hayır ve taatlara muvaffak etmesi, şer ve günahlardan korumasıdır.
Böyle kimselerin hali, hadis-i kudside şöyle anlatılmıştır: “Ben kulumu sevdiğim zaman, onun işiten kulağı, gören gözü, tutan eli, anladığı kalbi olurum. Benden bir şey isterse, istediğini veririm. Bana sığınırsa kendisini korurum.” (Buhari, İbn Mace, Beyhaki)
Onun için Allah-u Zülcelâl’in kulunu sevmesi demek; sevdiği kuluna azap etmemesi, kendisini günahlara karşı koruması, ona iyiliği sevdirmesi, onu hayır ve taata muvaffak kılması, nadiren işlediği günahlara karşı da ona tövbe ve istiğfar ilham etmesi ve kefaret yerine geçecek hayır ve hasenat yaptırmasıdır (nasip etmesidir).
Allah-u Zülcelâl’in sevgisinin bu anlamda olduğunu bildiren çok ayetler ve hadis-i şerifler vardır.
Allah-u Zülcelâl’i
tanımak ve sevmek
Şüphesiz Allah-u Zülcelâl’in sevgisi, kulluğun en son makam ve en üstteki derecesidir. Tövbe ve sabır gibi diğer makamlar, bu son makama ulaşmak için basamaklardır.
Allah-u Zülcelâl’i sevmek, kulun kalben maddi ve manevi manada O’na yakın olmak için istek ve iştiyak duymasıdır. Allah-u Zülcelâl’e itaat ve ibadet etmek de bu sevginin ürünleridir.
Allah sevgisinin aslı ve çekirdeği, bütün müminlerde vardır. Çünkü bunların sahip oldukları iman; marifet ve sevgiden oluşan bir cevherdir.
Ma’rifet, Allah-u Zülcelâl’i tanımak, muhabbet ise O’nu sevmektir. Bunları kemal (en üst olgunluk) derecesine ulaştırmak için çalışmak gerekir.
Allah-u Zülcelâl’i tanımak ve bilmek lazımdır. Çünkü O’nu sevmenin kuvveti, O’nu tanımanın ve bilmenin derecesiyle orantılıdır. İnsan başka şeyleri tanıdıkça sevgisi azalır, Allah-u Zülcelâl’i tanıdıkça da sevgisi artar. Bundan dolayıdır ki, Allah-u Zülcelâl’i en çok seven, O’nu en çok tanıyan ve bilen Hz. Peygamber (sallallahu aleyhi vesellem) olmuştur. Allah-u Zülcelâl’i daha çok tanımanın ve bilmenin yolu ise daha çok tefekkür, zikir ve ibadet etmektir.
‘Tabiptim! Tabibim oldun’
Anlatıldığına göre, Hasan-ı Basri rahmetullahi aleyh, zamanında bir zatın kızı vardı. Çok ağlardı. Bu ağlamak onun gözünü görmez hale getirmişti. O zat Hasan-ı Basri’ye geldi ve:
– Kızımın yanına gel, ona bir şeyler söyle de ağlamasın, bana acısın, dedi. Hasan-ı Basri o kızın yanına gitti ve:
– Ağlama, babana acı! Deyince o kız şöyle dedi:
– Ey Üstad! Gözlerim iki halin dışında değil. Birincisi O’nu görmemek, O’nu görmedikten sonra, bana başkasını görmek ne gerek? Görmesin, daha iyi… Bir de O’nu görmek var. Eğer O’nu görmek bana bu halimle nasipse bir değil, binlerce göz O’na feda olsun. Onun için ağlarım.
Hasan-ı Basri kızı dinledikten sonra şöyle dedi:
– Seni tedaviye geldim, ben tedavi edildim, sana tabip olarak getirildim, ama sen tabibim oldun.
İmanın zevki Allah
için sevmekte
Allah için birbirini sevmek ve O’nun yolunda dostlar olmak ve (razı olmadığı bir şeye) Allah için buğz etmek en üstün ahlaklardandır. Allah için sevmek, Allah-u Zülcelâl’i sevmenin meyvesidir.
Enes radıyallahu anhden rivayetle Resulullah sallallahu aleyhi vesellem şöyle buyurmuştur: “Üç huy var ki, bunlar kimde olursa imanın zevkini ve tadını alır:
1- Allah ve Resulünü herkesten ve her şeyden daha çok sevmek.
2- İyiliği ve iyi kimseleri Allah için sevmek ve kötülüğe Allah için buğz etmek.
3- Allah’a şirk koşmayı büyük bir ateşe atılmaktan daha kötü görmek.” (Buhari, Müslim, Tirmizi, Nesai)
Abdullah b. Mesud radıyallahu anhdan rivayetle Resulullah sallallahu aleyhi vesellem şöyle buyurmuştur: “İmanı kâmil olan, sevdiği kimseyi, ondan menfaat gördüğü için değil, sırf Allah rızası için sever. Gerçek iman da budur.” (Taberani)
Allah-u Zülcelâl’i seven bir kimse, O’nun sevdiklerini de sever. Bu yüzden bu kimse, insanlar içinde Allah-u Zülcelâl’i seven ve O’nun tarafından sevilen kimseleri sever.
Hz. Ömer radıyallahu anhdan rivayet edildiğine göre, Hz. Peygamber sallallahu aleyhi vesellem şöyle buyurmuştur: “Allah’ın bazı kulları vardır ki, onlar ne peygamber ne de şehittirler. Fakat peygamberler ve şehitler onlara verilen makam dolayısıyla gıpta edip imrenirler.”
Bu arada, sahabe-i kiramlar: “Onlar kimlerdir?” diye sordular. Hz. Peygamber sallallahu aleyhi vesellem şöyle devam etti: “Onlar (aralarında) neseb ve akrabalık olmadığı, mal alışverişi olmadığı halde birbirlerini Allah için sevenlerdir. Onların yüzü nurdur, nur üzerindedirler. İnsanların korktukları günde onlara korku yoktur. İnsanların hüzünlendikleri günde onlar mahzun da olmazlar.” (Ebu Davud)
Hz. Peygamber sallallahu aleyhi vesellem daha sonra şu ayet-i kerimeyi okudu: “Dikkat edin! Allah’ın veli kulları için korku yoktur. Onlar mahzun da olmazlar.” (Yunus; 62)
Görüldüğü gibi, müminlerin birbirlerini sevmeleri Allah-u Zülcelâl’in katında çok makbuldür. Müminlerin birbirlerini sevmeleri ve birbirlerine kenetlenmelerini Allah-u Zülcelâl çok sevmektedir. Dolayısıyla Allah-u Zülcelâl’in rızası için birbirimizi sevmemiz gerekir.
Enes oğlu Muaz radıyallahu anh der ki: “Hz. Peygamber sallallahu aleyhi veselleme: ‘En üstün iman nedir?’ diye sordum: ‘Allah için sevmen, Allah için buğz etmen, dilinden Allah’ın zikrini kesmemendir.’ dedi. ‘Daha nedir? Ya Resulallah!’ deyince de: ‘Kendin için sevdiğin şeyi insanlar için de sevmen, kendin için hoş görmediğin şeyi başkaları için de hoş görmemendir.’ buyurdu.” (Ahmed b. Hanbel)
Bu ayet ve hadislerden anlaşıldı ki kişi Allah için sevmeli ve Allah için buğz etmelidir. Bu çok kıymetli bir ameldir. Bu da kalpte olur. Allah için olan sevgi kıyamete kadar devam eder. Hatta Allah için birbirlerini sevenler, birlikte cennete girmeyince razı olmayacaklardır.
Yine, üstüne basarak söylüyoruz ki insan Allah yolundaki bu sevgi için ruhunu, canını, malını ne kadar feda etse, yine de bu yaptığı azdır.
Müminleri birbirine
düşüren şeytandır
Üzülerek duymaktayız ki, bazı mümin kardeşlerimiz birbirine buğz etmekte ve birbirlerine küsmektedir. İslami hizmetlerde en büyük zarar, müminlerin birbirlerine karşı, kin ve düşmanlık beslemeleridir.
Bu hal, İslami hizmetlere çok zararlıdır. Şeytan bu gibi durumların, ne kadar büyük zarar verdiğini iyi bildiği için çeşitli hilelerle müminleri aldatmaktadır. Çünkü müminler birbirlerinin aleyhinde konuşup birbirlerine buğz ettiklerinde, manen çok büyük zarara uğruyorlar.
Şeytan, bunun dindeki en büyük zararlardan olduğunu bildiğinden, müminler arasında sürekli kin ve düşmanlık tohumları ekmeye çalışmaktadır. İnsanlar da kendi nefislerini tatmin etmek için şeytanın bu hilesine, bile bile uyuyorlar. Böyle yapmış olmakla, şeytana tabi olmuş oluyorlar. Bu hileye uyduktan sonra da kendilerini haklı zannediyorlar.
Müminlere hatırlatma
Şeytanın bu hilelerine uyan kimselere şu ayet-i kerimeyi hatırlatıyorum: “Ya kötü ameli süslenip de onu güzel gören kimse de mi? (Allah’ın hidayet verdiği kimse gibi olacak?) Şüphesiz ki, Allah dilediğini şaşırtır, dilediğine de hidayet verir. O halde (Resulüm) canın onlara karşı hasretle (tükenip) gitmesin. Allah, onların yaptıklarını çok iyi bilicidir.” (Fatır; 8)
Görüldüğü gibi bu davranışların İslami hizmetlere ve müminlere büyük zarar verdiği, Allah-u Zülcelâl tarafından ayet-i kerimeyle bizlere açıkça beyan edilmiştir.
Bütün bunlardan sonra bize düşen görev; mümin kardeşlerimize şefkat ve merhametle davranmak, her türlü işimizi ve hizmetlerimizi sünnet-i seniyeye uygun olarak, istişareyle yapmaktır.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)
Blog Arşivi
-
►
2008
(34)
- ► 06/22 - 06/29 (5)
- ► 09/21 - 09/28 (1)
- ► 10/12 - 10/19 (4)
- ► 10/19 - 10/26 (3)
- ► 10/26 - 11/02 (2)
- ► 11/02 - 11/09 (5)
- ► 11/09 - 11/16 (6)
- ► 11/16 - 11/23 (7)
- ► 12/21 - 12/28 (1)
-
►
2009
(16)
- ► 01/11 - 01/18 (1)
- ► 03/01 - 03/08 (1)
- ► 04/26 - 05/03 (1)
- ► 06/14 - 06/21 (2)
- ► 06/21 - 06/28 (1)
- ► 06/28 - 07/05 (2)
- ► 07/05 - 07/12 (2)
- ► 07/19 - 07/26 (1)
- ► 09/20 - 09/27 (1)
- ► 09/27 - 10/04 (1)
- ► 11/08 - 11/15 (1)
- ► 11/15 - 11/22 (2)
-
►
2010
(16)
- ► 04/11 - 04/18 (3)
- ► 05/02 - 05/09 (1)
- ► 06/06 - 06/13 (1)
- ► 06/13 - 06/20 (1)
- ► 06/27 - 07/04 (3)
- ► 10/03 - 10/10 (2)
- ► 10/17 - 10/24 (1)
- ► 10/24 - 10/31 (1)
- ► 10/31 - 11/07 (1)
- ► 11/21 - 11/28 (1)
- ► 11/28 - 12/05 (1)
-
►
2011
(22)
- ► 01/02 - 01/09 (1)
- ► 01/23 - 01/30 (1)
- ► 02/20 - 02/27 (1)
- ► 03/06 - 03/13 (2)
- ► 05/15 - 05/22 (1)
- ► 05/29 - 06/05 (1)
- ► 06/12 - 06/19 (1)
- ► 07/10 - 07/17 (2)
- ► 07/31 - 08/07 (9)
- ► 10/02 - 10/09 (1)
- ► 10/09 - 10/16 (1)
- ► 11/20 - 11/27 (1)
-
►
2012
(38)
- ► 01/01 - 01/08 (1)
- ► 01/08 - 01/15 (1)
- ► 01/22 - 01/29 (2)
- ► 01/29 - 02/05 (1)
- ► 02/26 - 03/04 (1)
- ► 04/08 - 04/15 (1)
- ► 04/22 - 04/29 (1)
- ► 05/06 - 05/13 (1)
- ► 05/13 - 05/20 (1)
- ► 05/27 - 06/03 (1)
- ► 06/17 - 06/24 (1)
- ► 06/24 - 07/01 (1)
- ► 07/01 - 07/08 (2)
- ► 07/15 - 07/22 (1)
- ► 07/29 - 08/05 (1)
- ► 08/05 - 08/12 (1)
- ► 08/12 - 08/19 (1)
- ► 08/26 - 09/02 (1)
- ► 09/02 - 09/09 (1)
- ► 09/09 - 09/16 (1)
- ► 09/16 - 09/23 (1)
- ► 09/23 - 09/30 (1)
- ► 09/30 - 10/07 (1)
- ► 10/14 - 10/21 (2)
- ► 10/28 - 11/04 (1)
- ► 11/04 - 11/11 (1)
- ► 11/11 - 11/18 (1)
- ► 11/18 - 11/25 (3)
- ► 12/02 - 12/09 (1)
- ► 12/09 - 12/16 (1)
- ► 12/16 - 12/23 (1)
- ► 12/23 - 12/30 (1)
- ► 12/30 - 01/06 (1)
-
►
2013
(32)
- ► 01/06 - 01/13 (1)
- ► 01/13 - 01/20 (1)
- ► 01/20 - 01/27 (1)
- ► 02/10 - 02/17 (2)
- ► 02/17 - 02/24 (1)
- ► 02/24 - 03/03 (2)
- ► 03/03 - 03/10 (1)
- ► 03/10 - 03/17 (1)
- ► 03/17 - 03/24 (1)
- ► 03/31 - 04/07 (2)
- ► 04/07 - 04/14 (1)
- ► 04/14 - 04/21 (2)
- ► 04/21 - 04/28 (3)
- ► 04/28 - 05/05 (1)
- ► 05/12 - 05/19 (2)
- ► 05/26 - 06/02 (1)
- ► 06/02 - 06/09 (1)
- ► 06/09 - 06/16 (1)
- ► 07/07 - 07/14 (1)
- ► 07/28 - 08/04 (1)
- ► 12/01 - 12/08 (1)
- ► 12/08 - 12/15 (1)
- ► 12/15 - 12/22 (1)
- ► 12/22 - 12/29 (1)
- ► 12/29 - 01/05 (1)
-
►
2014
(52)
- ► 01/05 - 01/12 (1)
- ► 01/19 - 01/26 (1)
- ► 01/26 - 02/02 (4)
- ► 02/02 - 02/09 (1)
- ► 02/09 - 02/16 (2)
- ► 02/16 - 02/23 (1)
- ► 03/02 - 03/09 (1)
- ► 03/16 - 03/23 (1)
- ► 03/30 - 04/06 (1)
- ► 04/06 - 04/13 (2)
- ► 04/13 - 04/20 (2)
- ► 04/20 - 04/27 (2)
- ► 04/27 - 05/04 (1)
- ► 05/04 - 05/11 (1)
- ► 05/11 - 05/18 (2)
- ► 05/18 - 05/25 (1)
- ► 05/25 - 06/01 (1)
- ► 06/01 - 06/08 (1)
- ► 06/08 - 06/15 (1)
- ► 06/15 - 06/22 (1)
- ► 06/22 - 06/29 (1)
- ► 06/29 - 07/06 (1)
- ► 07/06 - 07/13 (1)
- ► 07/13 - 07/20 (2)
- ► 07/20 - 07/27 (1)
- ► 07/27 - 08/03 (1)
- ► 08/03 - 08/10 (1)
- ► 08/10 - 08/17 (1)
- ► 08/17 - 08/24 (1)
- ► 09/14 - 09/21 (2)
- ► 09/21 - 09/28 (1)
- ► 09/28 - 10/05 (1)
- ► 10/05 - 10/12 (1)
- ► 10/12 - 10/19 (1)
- ► 10/26 - 11/02 (1)
- ► 11/02 - 11/09 (1)
- ► 11/09 - 11/16 (1)
- ► 11/16 - 11/23 (1)
- ► 11/23 - 11/30 (1)
- ► 12/07 - 12/14 (1)
- ► 12/14 - 12/21 (1)
- ► 12/21 - 12/28 (1)
-
►
2015
(25)
- ► 01/04 - 01/11 (1)
- ► 01/11 - 01/18 (1)
- ► 01/18 - 01/25 (1)
- ► 01/25 - 02/01 (1)
- ► 02/08 - 02/15 (1)
- ► 02/22 - 03/01 (1)
- ► 03/01 - 03/08 (1)
- ► 03/08 - 03/15 (1)
- ► 03/15 - 03/22 (1)
- ► 04/12 - 04/19 (1)
- ► 04/19 - 04/26 (1)
- ► 05/10 - 05/17 (1)
- ► 05/17 - 05/24 (3)
- ► 06/07 - 06/14 (1)
- ► 06/21 - 06/28 (1)
- ► 07/12 - 07/19 (1)
- ► 07/19 - 07/26 (1)
- ► 10/18 - 10/25 (1)
- ► 10/25 - 11/01 (1)
- ► 11/01 - 11/08 (1)
- ► 11/29 - 12/06 (1)
- ► 12/13 - 12/20 (1)
- ► 12/20 - 12/27 (1)
-
►
2016
(3)
- ► 01/24 - 01/31 (1)
- ► 05/01 - 05/08 (2)
-
▼
2018
(24)
- ► 02/25 - 03/04 (1)
- ▼ 03/04 - 03/11 (5)
- ► 03/18 - 03/25 (2)
- ► 04/08 - 04/15 (2)
- ► 04/29 - 05/06 (9)
- ► 05/06 - 05/13 (1)
- ► 06/03 - 06/10 (2)
- ► 07/15 - 07/22 (1)
- ► 08/19 - 08/26 (1)
-
►
2019
(2)
- ► 04/14 - 04/21 (1)
- ► 09/22 - 09/29 (1)
-
►
2020
(1)
- ► 02/16 - 02/23 (1)
-
►
2021
(1)
- ► 04/11 - 04/18 (1)
-
►
2022
(1)
- ► 03/20 - 03/27 (1)
ÇOCUKLARA GÜZEL ALIŞKANLIKLARI NASIL KAZANDIRABİLİRİZ?
Doğruluk, dürüstlük, merhamet, diğerkâmlık, adalet gibi güzel ahlakın emarelerini çocuklarında görmek, her anne babanın isteği ve emelidir. ...
-
Peygamber Efendimiz (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) bir hadis-i şerifte şöyle buyurmuştur: "Hased etmekten sakının. Çünkü hased, sevaplar...
-
Bir imtihan diyarıydı Uhud… Bedir’de ilk mağlubiyetlerini alan müşrikler, daha kalabalık bir orduyla, Uhud Dağı eteklerine kadar gelmişlerd...
-
Osmanlı Devleti’nde nikâh akitleri ya bizzat kadılar veya kadıların verdiği izinnâme ile yetkili kılınan imamlar tarafından yapılırdı. Şer‘i...