Wikipedia

Arama sonuçları

6 Kasım 2008 Perşembe

Hased ve Kıskançlık Ne Kötü Bir Huydur

Peygamber Efendimiz (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) bir hadis-i şerifte şöyle buyurmuştur: "Hased etmekten sakının. Çünkü hased, sevapları aynı ateşin odunu yediği gibi yer." (Ebu Davud)

Bir kişi hased yaptığında, biraz derin olarak düşünürse, sanki Allah-u Zülcelal'in taksimatının üzerinde itiraz etmiş gibi olduğunu anlayacaktır. Oysa, Allah-u Zülcelal ayet-i kerimede şöyle buyurmuştur: "Yoksa Allah'ın insanlara (kendi) lütfundan verdiklerini, onlardan kıskanıyorlar mı?" (Nisa, 54)

Allah-u Zülcelal bir kişiye mal vermiştir, bir kişiye ilim vermiştir, bir kişiye de İslam hizmeti yapmayı nasip etmiştir. Böyle bir kişiye kıskançlık yaparak kin beslemek ve küsmek, Allah-u Zülcelal'in taksimatına razı olmamak gibidir. İşte kıskançlık öyle kötü bir şeydir ki, sahibini hem dünyada hem de ahirette büyük zararlara uğratır. Onun için Hasan-ı Basri (Rahmetullahi Aleyh) şöyle demiştir: "Ey insanoğlu! Niçin kardeşini kıskanıyorsun? Eğer Allah'ın ona verdiği nimet, O'nun kereminden ise, Allah'ın bağışına mazhar olan kimseyi niye kıskanıyorsun? Eğer böyle değilse, cehennem yolcusu olan kimseyi niye kıskanıyorsun?"

Kıskançlık hastalığının en büyük ilacı ilim öğrenmek ve bu ilimle amel etmektir. Allah-u Zülcelal'in rızasını kazanmak amacıyla İslam hizmeti yapan kimseleri kıskanan kişinin demek ki ameli, ihlaslı bir amel değildir. Eğer ihlaslı olsa, İslam hizmeti yapan kişileri gördüğü zaman: "Allah razı olsun! Bu kardeşim ne güzel hizmet ediyor. Allah-u Zülcelal'den ayrı kalmış insanların tekrar Allah'a secde etmelerine, yaptıkları günahlarından pişmanlık duyup Allah'a karşı tevbe etmelerine sebep oluyor; ha o yapmış, ha ben yapmışım." diyerek sevinmelidir.

İslam hizmeti yapan kimselere kızan, düşmanlık eden ve kıskançlık yapan kimsenin bu davranışı, Allah için değil de kendi nefsi içindir. Bir kişinin hareketi de nefsi için olursa, ondan zarardan başka birşey gelmez.

Mü'min kardeşine küsmenin ve kin beslemenin bir sebebi de, Allah-u Zülcelal'in rızasına karşı o kimsenin merakının az olmasıdır. Eğer insan Allah-u Zülcelal'in rızasına meraklı olsa, daima Allah'ın rızası ve İslam dininin kural ve kaideleri doğrultusunda düşünür ve kendi kendine: "Ben niçin benim hakkımda konuşanlara kızıyorum ve küsüyorum. Benim hakkımda konuşanlar, bütün sevaplarını bana hediye ettiler. Benim günahlarımı da kendi üzerlerine aldılar." diyerek, kendisi hakkında konuşulanlara ne kızar, ne de küser.

Hatta Hasan-ı Basri (Rahmetullahi Aleyh), bir adama, içi dolu bir meyve tabağını hediye göndererek: "Söyleyin, hakkını bize helal etsin. Bizim hediyemiz onun hediyesinden küçüktür." demelerini tembih etmişti. Adam, Hasan-ı Basri'ye gelerek, "Ya Hasan! Ben sana ne zaman hediye gönderdim." diye sorunca; Hasan-ı Basri (Rahmetullahi Aleyh) demiştir ki: "Sen, benim gıybetimi yapmak suretiyle bana sevaplarını hediye olarak göndermiştin."

İmam-ı Şafii (Rahmetullahi Aleyh): "Eğer Allah-u Zülcelal kıyamet gününde bana şefaat etme izni verirse, ilk önce münkirlerime şefaat edeceğim." deyince; "Ya İmam! Niye dostlarına değilde, münkirlerine şefaat edeceksin?" diye sordular. O zaman İmam-ı Şafii buyurdu ki: "Dostlarım, dünyada daima benden menfaat gördüler. Bense hep münkirlerimden menfaat gördüm. Onlar, sevaplarını bana verdikleri gibi, benim günahlarımı da üzerlerine aldılar. Bana bu iyiliği yaptıklarından dolayı, kıyamet gününde ben onlara şefaat edeceğim."

Demek ki biraz derin olarak düşünürsek, bizim hakkımızda kötü konuşan kimseleri sevmemiz gerektiğini görürüz. Çünkü onlar bize daima sevaplarını gönderip, bizim günahlarımızı da üzerlerine almaktadırlar. Peki bize böyle iyilik yapan kimselere niçin küsüyoruz ki? Onlara hemen küsmemizin sebebi, ilmimizin olmaması ve nefsimize uymamızdır. Daima nefsimizi besliyoruz, küçük bir tepki karşısında hemen mü'min kardeşlerimize küsüyoruz. Bu da çok yanlış bir şeydir.

5 Kasım 2008 Çarşamba

Mertebelerin Zirvesine Güzel Ahlakla Çıkılır

Ahlakın ve ahlaklı olmanın dinimizde önemli yeri vardır. Allah-u Zülcelâl ayet-i kerimede, Hz. Peygamber (sallallahu aleyhi ve sellem)’i güzel ahlakı nedeniyle övmüş ve: “Şüphesiz sen yüksek (güzel) bir ahlak üzeresin.” (Kalem; 4) buyurmuştur. Hz. Peygamber (sallallahu aleyhi ve sellem) de kendisinin Peygamber olarak gönderiliş nedenini açıklarken: “Ben ancak güzel (yüksek) ahlakı tamamlamak için gönderildim.” (İmam Malik) buyurmuştur.

Dinimiz; insanların kendilerini yaratan, yaşatan ve rızıklandıran Allah-u Zülcelâl’i tanımalarını ve O’na ibadet etmelerini emrederken, aynı zamanda ahlaki esaslara uymalarını, güzel ahlak sahibi olarak yaşamalarını da tavsiye etmektedir.

Hz. Peygamber (sallallahu aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur: “Mü’min güzel ahlakı sebebiyle, gündüzleri oruç tutan, geceleri ibadet için ayakta bulunan kimsenin derecesine ulaşır.” (Ebu Davud)

İnsanlar için güzel ahlak hususunda en büyük rehber Hz. Peygamber (sallallahu aleyhi ve sellem)’dir. Ayet-i kerimede buyrulduğu gibi, o çok büyük bir ahlak sahibi idi. İnsanlara mertebeler kazandıran da güzel ahlaktır. Hz. Peygamber (sallallahu aleyhi ve sellem) de güzel ahlak sayesinde mertebelerinin zirvesine ulaşmıştır. Bu sebeple, Allah-u Zülcelâl’in katında mertebesi en yüksek olanlar, O’nun Resulünün ahlakını yaşayanlardır.

Anlatıldığına göre, Allah-u Zülcelâl imanı yarattığı zaman: “Ya Rabbi! Beni güçlendir.” Demiş, Allah-u Zülcelâl de onu güzel ahlak ve cömertlikle güçlendirmiştir. Güzel ahlak, cennet nimetlerine açılan bir kapıdır. Allah-u Zülcelâl’in rızasına talip olan kimseler, ilk önce güzel ahlak kapısından girmişlerdir.
Güzel ahlak; güler yüzlü olmak, insanlara iyilik yapmak, hiç kimseye eziyet etmemek ve insanlardan gelen eziyetlere de sabretmektir. Başkasının kötü huyundan şikâyet etmek, kendisinin kötü ahlakının delilidir.

Rivayete göre Hz. Peygamber (sav); Enes (radıyallahu anh) ile birlikte bir yere gidiyordu. Arkadan bir bedevi Hz. Peygamber (sallallahu aleyhi ve sellem)’e yetişti ve cübbesinin eteklerine öylesine asılarak çekti ki, Hz. Peygamber (sallallahu aleyhi ve sellem)’in ensesi kızardı ve kumaş Hz. Peygamber (sallallahu aleyhi ve sellem)’in ensesinde iz bıraktı. Sonra da: “Ey Allah’ın Resulü! Allah-u Teala’nın sana nasip ettiği servetten bana da infak et!” Dedi. Hz. Peygamber (sallallahu aleyhi ve sellem) de bedeviye dönüp gülümseyerek iltifat etti ve kendisine bir şey verilmesini emretti. (Buhari, Müslim)

Hz. Peygamber (sallallahu aleyhi ve sellem), Muaz (radıyallahu anh)’a şöyle buyurmuştur: “Ey Muaz! Sana söyleyeceklerime uyarsan, güzel ahlak sahibi olursun. Ey Muaz! Allah'tan kork, sözünde doğru ol, verdiğin sözü yerine getir, emaneti koru, ihaneti terk et, komşularınla iyi geçin, yetime acı, yumuşak sözlü ol, herkese selam ver, salih amellere sarıl, uzun emel peşinde koşma, yemin ettiğin zaman yeminine riayet et, Kur'an’ı iyi anla, ahireti sev, hesap gününden kork, alçak gönüllü ol.” (Beyhaki)

Hz. Peygamber (sallallahu aleyhi ve sellem)'in, Muaz (radıyallahu anh)'a yaptığı bu nasihat, hepimiz için bir rehberdir. Eğer insan bu söylenilenleri yerine getirirse, güzel ahlak sahibi olur. Güzel ahlak sahibi olmanın da mükâfatı çoktur.

Hz. Peygamber (sallallahu aleyhi ve sellem) başka bir hadis-i şerifte şöyle buyurmuştur: “Haklı da olsa, sürtüşme ve münakaşayı terk eden kişiye, cennetin çevresinde bir köşk verileceğine; şaka da olsa, yalan söylemeyen kimseye, cennetin ortasında bir köşk verileceğine; ahlakını güzelleştirene de cennetin en yüksek yerinde bir köşk verileceğine kefilim.” (Ebu Davud, Tirmizi, İbn Mace)

Abdullah bin Amr (radıyallahu anh)’dan rivayetle Hz. Peygamber (sallallahu aleyhi ve sellem): “Size, en çok sevdiğim ve kıyamet gününde bana mevkisi en yakın olanınızı bildireyim mi?” buyurdu ve bu sözünü iki veya üç defa tekrarladı. Ashab: “Evet, bildir ya Resulallah!” deyince; Hz. Peygamber (sallallahu aleyhi ve sellem) şöyle buyurdu: “Ahlakı en güzel olanınızdır.” (Ahmed bin Hanbel, İbn Hıbban)

Güzel ahlak, peygamberlerin sıfatlarından bir sıfattır. Güzel ahlak, cennet nimetlerine bir kapıdır. Bunun tersi olarak kötü ahlak, sahibini şeytanın yoluna koyar. Onu ebedi ateşin kapısına götürmeye sebep olup, sahibini ebedi helake uğratacak bir hastalıktır. Kötü ahlak, çok çirkin bir şeydir. Kötü ahlaklı olan kimselerden bütün insanlar uzak durur. İnsanların uzak durduğu bir kimseden Allah-u Zülcelâl de (rahmetiyle) uzak olur.

Kötü ahlak, sahibini hem bu dünyada hem de ahirette helak eden bir hastalıktır. Bir kimse, hem taat ve ibadet yapar, hem de kötü ahlaklı olursa, yaptığı ibadetler kendisine bir menfaat vermiyor demektir.

Böyle kimseler, ibadeti adet olarak gafletle yaptıklarından dolayı bir menfaat bulamazlar. Yoksa ihlâslı olarak ibadet yapan kimseler, bu ibadetleri ile kötü ahlak hastalığından kurtulurlar. Çünkü Allah-u Zülcelâl'in ibadeti, insanda bulunan kötülükleri yok eder. Bir grup sahabe-i kiram Hz. Peygamber (sallallahu aleyhi ve sellem)'e gelerek: “Ya Resulallah! Filan kadın gündüzleri oruç tutuyor, geceleri de ibadetle geçiriyor. Ama kötü ahlaklıdır. Dili ile komşularını incitiyor.” Dediler. Hz. Peygamber (sallallahu aleyhi ve sellem) buyurdu ki: “Onda hiç hayır yoktur. O ateş ehlindendir.” (Ebu Davud)

İşte bu hadis-i şerifte de görüldüğü gibi, kötü ahlak, sahibini ateş ehli yapmaktadır. Onun için insan, üzerinde bulunan kötü ahlaktan kurtulmanın çarelerini aramalıdır. Kendisini kötü ahlaktan kurtaranlar, kalplerini temizlemiş ve selamete çıkarmış olurlar.

Kötü ahlak, sahibinin burnuna takılmış ve ucu şeytanın elinde bulunan bir azap halkasıdır. Şeytan bu halka ile insanı kötülüğe, kötülük de sahibini cehenneme sürükler. Onun için kötü ahlaktan uzak durmak en selametli yoldur.

4 Kasım 2008 Salı

Kişi Arkadaşının Dini Üzeredi

Allah-u Zülcelal'in rahmeti, feyzi, nuru ve nisbeti, devamlı olarak bütün insanların üzerine gelir. Fakat insanda bazı engeller vardır ki bu engeller, o feyzin kalbe girmesine mani olurlar. Onun için elimizden geldiği kadar, Allah-u Zülcelâl'in emir ve nehiylerini yerine getirirsek, o zaman rahmetin, nisbetin, feyzin ruhumuza, kalbimize doğru gelmesi için yol açmış oluruz.

İbn-i Abbas (Radıyallahu Anh)’dan rivayet edilen bir hadis-i şerifte, Peygamber Efendimiz (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) şöyle buyurmuştur: "Kim bizim büyüklerimizi büyük görmez, onlara hürmet etmez; küçüklerimize de şefkat ve merhamet etmezse o bizden değildir." (Tirmizi, Ebu Davud)

Demek ki büyüklere karşı daima hürmetli ve küçüklere de şefkatli ve merhametli olmamız lazımdır. Ebu Zer (Radıyallahu Anh)’den rivayet edilen bir Hadis-i Şerif'te şöyle buyrulmuştur: "İnsanın vücudunda üçyüz altmış tane kemik vardır. Bunlardan her biri için, insanın bir sadaka vermesi gerekir.” Ashab-ı Kiram: "Ya Rasulallah! Buna kimin gücü yeter!" dediler. Peygamber Efendimiz (Sallallahu Aleyhi Ve Sellem): "Her 'Subhanallah' bir sadaka yerine geçer. Her 'Elhamdülillah' bir sadakadır. Her 'La ilahe illallah' sadakadır. Her 'Allah-u Ekber' bir sadakadır. İyiliği emretmek, bir sadaka; kötülüğe mani olmak bir sadakadır. Yolun üzerindeki bir dikeni veya bir taşı kaldırmak da sadakadır. Kıldığın iki rekat Duha Namazı, bütün bunları karşılar” (Müslim, Ebu Davud)

Ebu Hureyre (Radıyallahu Anh)'dan rivayet edilen bir hadis-i şerifte; yoldan bir ağaç kaldırdığından dolayı, cennette dolaşan bir kişiden bahsedilmektedir.
Bu kadar büyük hayırlar vardır. Bunları elimizden geldiği kadar, yerine getirmek lazımdır. Allah-u Zülcelâl bize öyle nimetler vermiştir ki bunun kıymetini bilmemiz lazımdır. Allah-u Zülcelâl bu ahir zamanda, bize Allah dostlarıyla, Sadat-ı Kiram'la beraber olmayı nasip ettiği için, O’na ne kadar şükretsek yine azdır. Bunu değerlendirmeli, kıymetini bilmeliyiz.

Allah-u Zülcelâl ayet-i kerimede şöyle buyurmuştur: "O gün, Allah’a karşı gelmekten sakınanlar dışında, dost olanlar birbirine düşman olurlar” (Zuhruf; 67)

Hz. Ali (Radıyallahu Anh) bu ayet hakkında şöyle anlatır: “İki mü’min dosttan birisi vefat edip, Allah-u Zülcelâl'in huzuruna gittiği zaman, dünyadaki mü’min dostunu hatırlar ve ona dua eder: “Ya Rabbi! Benim dünyada filan dostum vardı. Onu delalete, yanlış yola götürme! Onu yanlış yoldan muhafaza et!” der.

Mü’min, Allah'ın huzuruna gittiği, cennetle mujdelendiği zaman, dünyadaki mü’min dostunu bu şekilde hatırlar. Çünkü, mü’min dostu dünyadayken, kendisine yol göstermiş, nasihat etmiş, ona yardımcı olmuştu. Bunu hatırladığı için ona dua eder."

"Dünyadaki mü’min dost da vefat ettikten sonra, ikisinin ervahı yan yana gelir ve birbirlerine yardımcı olmak suretiyle, Cennet-i Âlâ'da keyf-u sefa ederler. İki kâfir dosttan biri ölüp de cehennem ateşiyle kendisine müjde verildiği zaman, o da dünyadaki dostunu hatırlar. “Ya Rabbi! O bana küfürde yardımcı olmuştu. Kıyamet, cennet, cehennem yoktur diyordu. Onu helak eyle!” diye beddua eder. Dünyadaki kâfir dost da ölüp ruhları yan yana geldiğinde, birbirlerine düşman olurlar. İşte, ayette buyurulduğu gibi kâfirler dünyada güya birbirlerine dost olsalar da ahirette birbirlerine düşman olurlar. Çünkü dünyadayken birbirini saptırıyorlar, hak yoldan ayırıyorlardı. Fakat, mü’minlerin dostluğu ahirete kadar devam eder."

"Kişi arkadaşının dini üzeredir. O halde herkes kiminle arkadaşlık yaptığına baksın." (Ebu Davud, Edeb, 19; Tirmizi, Zühd, 45)

Sadat-ı Kiram'ı bize nasip ettiğinden dolayı, Allah-u Zülcelâl'e karşı çok borçluyuz. Sadat-ı Kiram eğer hakiki olarak birbirlerinden izin almışlarsa, izinli olan Sadat'ın her biri, zincirin halkaları gibidir. Zincirin halkaları vardır ve bunlar birbirine geçmiştir. En sonda olan halkayı çektiğimiz zaman, bütün zincir bize doğru gelecektir. İnsan Sadat'ı sevdiği zaman, hayattaki Sadat'a muhabbet beslediği zaman, direk Allah'ın muhabbetini kazanmış olur. Çünkü, hayatta olan sadat, zincirin son halkasıdır. Diğer Sadat-ı Kiram da son halkaya bağlanmış durumda olan zincirin diğer halkalarıdır. Bu zincir, Ebu Bekir Sıddık (Radıyallahu Anh)'dan, Peygamber Efendimiz (Sallallahu Aleyhi Ve Sellem)'e ondan Cebrail (Aleyhisselam)’a, Cebrail’den de Allah-u Zülcelâl'e kadar, halkalar şeklinde uzanır.

İnsan, Sadat-ı Kirama muhabbet beslediğinde, zincirleme şeklinde, bir saniyede Allah'ın muhabbeti insana gelir. Kişinin içinde bir ferahlık, bir huzur oluşur. Sanki dünya, ahiret, cennet onun olmuştur. Nasıl son halkayı çektiğimiz zaman, bütün zincir geliyorsa, biz de hayatta olan Sadat'ı sevdiğimiz zaman, bu sevgimiz, zinciri harekete geçirerek, kişiye Allah muhabbeti getirir. Bu fırsat elimizdeyken, onu değerlendirmeli, kıymetini bilmeliyiz. Sadat'ın muhabbeti, kalbimizden biraz eksildiği zaman, Allah'a olan muhabbetimiz de eksilir. Hiç kimse buna karşı çıkmamalıdır. Çünkü bu, çok tecrübe edilmiştir.

İmam-ı Rabbani (Kuddise Sırruh) şöyle buyurur: "Herhangi bir kimsenin, bu Sadat'a muhabbeti olduğu zaman, kalbinde dağlar gibi zulmet varsa bile hiç korkmayın, ondan onun akıbeti (sonu) iyi olacaktır. O Sadat'ın muhabbeti, onun akıbetini iyi neticelendirecektir. Eğer kişide bu Sadat'ın muhabbeti yoksa, veyahut da -neuzibillah- bilakis onlara münkirse (onları inkar ediyorsa), onun kalbinde dağlar gibi nurlar olsa da ondan korkun. Onun sonu tehlikelidir” Sadat-ı Kiram, daima Allah'tan, Allah'ın dostlarından bahsederler. Bunun için üzerlerine Allah'ın rahmeti ve ihsanı yağar. Biz de onlarla beraber olursak, Allah'ın rahmeti ve ihsanı onlarla beraber, bizim üzerimize de gelir.

Lokman Hekim, oğluna şöyle demiştir: "Oğlum! Bir meclise, cemaate gittiğin zaman, hiç konuşma. Onlara bak, onları dinle. Eğer Allah'ın zikriyle meşgul oluyorlarsa, fırsatı kaçırma, onlarla beraber ol! Çünkü onların üzerine Allah'ın rahmeti gelmektedir, senin üzerine de gelecektir. Eğer Allah'tan değil de gıybetten, koğuculuktan, dünyadan bahsedip vakitlerini gafletle geçiriyorlarsa, hemen onlardan ayrıl, başka bir yere git!” Hz. Lokman'a 'Hekim' diyorlardı. Yani o, insanın maneviyatı için bir hekimdir. Onun sözü hakikaten ne güzeldir! Çünkü insan, Allah-u Zülcelâl zikrinin yapıldığı yerde oturduğu zaman, üzerine Allah'ın rahmeti, ihsanı, feyzi ve nisbeti gelip, af olmuş olarak o cemaatten ayrılır.

İmam-ı Nevevi el-Ezkar isimli kitabında sahih bir isnadla, Ebu Hureyre (Radıyallahu Anh)’den rivayet edilen bir hadis-i şerifte Hz. Peygamber (Sallallahu Aleyhi Ve Sellem) şöyle buyurulmuştur: "Bir kavm ki, Allah’ın zikri yapılmayan meclisten kalktıkları zaman onlar sanki eşeğin leşinden kalmış gibi olurlar. Onlar için hasret ve nedamet vardır." (Ebu Davud)

İşte gaflet yerleri böyledir. Bunun için Lokman, oğluna 'Eğer oturacağın yer zikir meclisi ya da ahiretine menfaatli olacak bir yer ise fırsatı kaçırmayıp orada otur; yok eğer, bunun tersiyse oradan ayrıl" buyurmuştur. Arkadaşlık çok mühimdir. "İnsan arkadaşının, dostunun dini üzeredir.”

2 Kasım 2008 Pazar

Kötülüğe İyilikle Karşılık Vermek

Allah-u Zülcelâl ayet-i kerimede şöyle buyurmuştur: “İyilikle kötülük bir değildir. O halde kötülüğü en güzel bir şekilde önle. O zaman seninle arasında düşmanlık bulunan kimse, candan bir dost gibi olur. Bu olgunluğa ancak sabredenler kavuşturulur, buna ancak hayırdan büyük bir pay sahibi olan kavuşturulur. Eğer şeytandan gelen kötü bir düşünce seni dürtecek olursa hemen Allah'a sığın. Çünkü O her şeyi işitir ve bilir.” (Fussilet; 34-36)

“Kötülüğü en güzel şekilde önle.” Bu ayet-i kerimede, insanın karşılaştığı herhangi bir kötülüğü en güzel şekilde savuşturması emredilmektedir. İnsanoğlu, nefsinin isteklerine uyduğunda, kendisine kötülük yapana kötülükle karşılık vermek ister. İçindeki öç alma duygusu onu dürtükler. Oysa ayet-i kerime bunu istemiyor. Üstelik “Kötülük edeni bağışla.” Bile demiyor. “En güzel şekilde önle.” Diyor. Çünkü Allah (c.c.) katında, kötülük edene iyilikle karşılık vermek, onu bağışlamaktan da güzeldir. Bir önceki ayette “İyilikle kötülük bir değildir.” Diyerek Allah (c.c.) iyiliğin önemini vurguluyor.

Bu konuda Hz. Peygamber (sallallahu aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur: “Senden ilişkisini kesenle sen ilişki kur. Sana zulmedeni bağışla, sana kötülük edene de iyilikle mukabelede bulun.” (İbn Neccar)

Hz. Peygamber (sallallahu aleyhi ve sellem) ümmetini bir konuda uyardığı ya da onlara bir şeyi tavsiye ettiğinde, bunu mutlaka önce kendi uygulamış, sonra ashabına emretmiştir. “O zaman seninle arasında düşmanlık bulunan kimse, candan bir dost gibi olur.” Bu ayet-i kerime, kötülüğü iyilikle savuşturmanın sonucunu beyan etmektedir. Buna göre burada denmiş oluyor ki, eğer böyle yaparsan, karşına dikilen düşmanın, sana şefkatle yaklaşan dostun gibi olur. El-Baki der ki: “Burada, Allah-u Teala güzel ahlakla kötü ahlakın bir olmadığını beyan ediyor. Bizlere kötü ahlakı bırakıp, iyi ahlaka sarılmamızı emrediyor. Ahlakın en güzeli, hilim sahibi olmaktır. Çünkü ancak bu sayede düşman dost, uzak yakın olur. Kişi gazabını hilmi ile savuşturur, zulmü bağışlayarak, kötülüğü de keremiyle önlerse, bu takdirde karşısındaki düşmanını kazanır.”

“Bu olgunluğa ancak sabredenler kavuşturulur.” Bu özelliğe ve bu ahlaka, bir başka ifadeyle kötülüğe iyilikle mukabele etme şanına, sabırlı olan kimseler kavuşturulur. Çünkü böyle mukabele huyu ve özelliği, insanı intikamdan alıkoyar. “Buna, ancak” faziletlerden ve ruhani kuvvetlerden “büyük nasibi olan kimse kavuşturulur.” Çünkü intikamla meşgul olmak, ancak nefiste duyulan bir zaaftan kaynaklanır. Kısaca ifade etmek gerekirse bu, nefsi temizlemeyi gerektirir. Ayet-i kerimede sabreden kimseler bundan dolayı methedilmektedir.

“Eğer şeytandan gelen kötü bir düşünce seni dürtecek olursa” hemen onun şerrinden “Allah’a sığın” ona boyun eğme, çünkü Allah senin sığınmanı “işitendir.” niyetini “bilendir.” Dikkat çekici bir şekilde burada, Şeytanın vesvesesi, herhangi bir hayvanı dürtmeye benzetilmiştir. Çünkü vesvese, insanı kötülüğe sevk eder ve yapılmaması gereken şeyi yapmaya teşvik eder. Buna göre, ayet-i kerimenin manası: “Şeytan sana vesvese verir ve kötülüğü iyilikle savuşturma yolunda sana verilen tavsiyeden seni çevirmeye kalkışır ve aksini yapmaya çağrıda bulunursa, bu takdirde onun şerrinden kaçın.”

İnsanı Allah-u Zülcelâl’den uzaklaştıran en önemli tehlike nefis, şeytan ve dünyadır. Nefis, şeytan ve dünya, en büyük engeldir. İnsanların birbirine karşı nefislerini ön plana çıkarması da böyledir.

Hz. Yusuf (aleyhisselam)’ı kıskanan kardeşleri, onu öldürmek kastıyla kuyuya atarlar. Hz. Yusuf, Allah’ın inayetiyle kuyudan sağsalim kurtulur, nihayetinde Mısır’a Aziz olur. Yıllar sonra, kardeşleri kendisine muhtaç bir halde gelip onun kim olduğunu bilmeden yardım isterler; ama Hz. Yusuf onları tanır. Vakti gelince kendini tanıtır. Kardeşlerinin paniğe kapılmasına hiç gerek yoktur. Evet, onda şimdi güçkuvvet vardır, istediği gibi cezalandırabilir onları. Ama Hz. Yusuf bir peygamberdir ve kötülükleri affetmek, hatta iyilikle mukabele etmek peygamber ahlakıdır. İşte o da kardeşlerini affeder, onlara ihsanda bulunur: “Bugün sizi kınayacak, serzenişte bulunacak değilim! Ben hakkımı helal ettim, Allah da sizi affetsin. Çünkü merhamet edenlerin en merhametlisi O’dur. Şu gömleğimi alın, babamın yanına varıp onun yüzüne sürüverin; o zaman gözü açılacaktır. Sonra da bütün çoluk çocuğunuzla buyurun, yanıma gelin.’’ (Yusuf; 92-93)

Kötülüğe iyilikle karşılık vermek nefse çok ağır gelebilir. Allah-u Zülcelâl’in rızasını isteyen kimse, nefsine baskı yapar, kendisine kötülükle muamele eden kimseye iyilikle karşılık verir. Ayet-i kerimede de belirtildiği gibi böyle davranmak Allah-u Zülcelâl’in emridir. Ukbe bin el-Cüheni (radıyallahu anh) şöyle anlatmıştır: “Hz. Peygamber (sallallahu aleyhi ve sellem) bana buyurdu ki: ‘Ey Ukbe, sana dünya ve ahiret ehlinin ahlakının en üstünü haber vereyim mi? Senden sıla-yı rahimi kesene, sen sıla-yı rahim yap; seni mahrum edene ver; sana zulmedeni affet.” (Ahmed bin Hanbel, Hakim, Taberani) Nefis ateş, kalp ise su gibidir. Nefis kızınca harareti yükselir, ona kızgın bir nefisle karşılık verilince de ateşe ateş katılmış olur. Bu durumda iki nefis de azar ve kontrolden çıkar. Alevlenen ateşin nereyi yakacağı bilinmediği gibi öfkeli insanın da ne yapacağı kestirilemez.

Böyle bir durumda sevinen tek taraf şeytandır. Bu tür kızgınlık anlarında taraflar geri adım atmalı, susmalı, hatta birbirlerinden özür dilemelidir. İbn Müseyyeb (radıyallahu anh) şöyle anlatmıştır: “Resulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) ashabı ile otururken, bir adam Ebu Bekir (radıyallahu anh)'e üzücü sözler söyledi. Hz. Ebu Bekir ses çıkarmadı. Adam biraz sonra tekrar kırıcı sözler söyledi. Ebu Bekir yine sustu. Üçüncü kez aynı sözleri söyleyince, Ebu Bekir (radıyallahu anh) karşılık verdi, bunun üzerine Resulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) ayağa kalktı. Ebu Bekir (radıyallahu anh): ‘Bana kırıldın mı? Ya Resulallah!’ deyince, Resulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) şöyle buyurdu: “... Gökten bir melek indi. Sana kötü laf söyleyeni yalanlıyordu. Sen karşılık verince melek gitti, yerine şeytan oturdu. Ben de şeytanla oturacak değilim. Onun için kalktım.” (Ebu Davud)

Kötülüğe kötülükle karşılık vermek, Peygamberimizi ve melekleri hoşnut etmezken şeytanı sevindirmiştir. “Bir sefer esnasında Efendimiz ağacın dibinde istirahat ederken, düşman ordusundan Gavres adında bir kimse gizlice yanına yaklaştı, elindeki kılıçla Hz. Peygamber (sallallahu aleyhi ve sellem)’i uyandırdı: - Şimdi seni benim elimden kim kurtaracak? Dedi. O hiç telaşsız: - Allah, dedi. Adamın eli titremeye başladı, kılıç düştü. Bu sefer Efendimiz kılıcı alıp: Şimdi seni benden kim kurtaracak? Diye sordu. Gavres: - Ya Muhammed! Burda bir iyi var bir de kötü; sen iyiliği seç, dedi. Hz. Peygamber (sallallahu aleyhi ve sellem) de her zamanki gibi iyiliği seçerek onu affetti. Adam: - Ver elini sana biat edeyim, deyip müslüman oldu. Efendimiz kavmine dönmesine müsaade etti. Gavres, kavmine varınca: - Vallahi ben insanların en sevimlisinin yanından geliyorum, dedi.” (İbn Hişam)

Hadis-i şerifte de belirtildiği gibi en azılı düşman, kötülüğüne karşı iyilik karşısında eriyip bitmiş ve bir anda canını uğrunda feda edecek derecede Hz. Peygamber (sallallahu aleyhi ve sellem)’e bağlanıp, onu sevmiştir. Mademki bizler de Hz. Peygamber (sallallahu aleyhi ve sellem)’in ümmetindeniz, o halde bizlerin de Hz. Peygamber (sallallahu aleyhi ve sellem) gibi kötülüğe iyilikle karşılık vermemiz lazımdır. Bizler iyi oldukça, Allah-u Zülcelâl bizim çabamızı boşa çıkarmaz.

Kur'an’ı Anlamak

Kur’an, Allah’a kulluk yönünden, insan ilişkileri yönünden ölçüyü yitirmiş, terazisi bozulmuş ve hak ile batılı birbirinden ayıran vahiy ışığından yoksun kalarak işleri birbirine karıştırmış bulunan cahiliye toplumunda Hz. Muhammed’e indi. Bunlar uzun zamandır vahiy rehberliğinden uzak kaldıkları için Allah’ın öğretilerinden gafil olmuşlar ve cahilce bir hayat sürmüşlerdir. (34 Sebe 44, 36 Yasin 5-6).
Cahiliye toplumu böyle bir toplum. Bu toplumda insanlar din, gelenek, insan ilişkileri ve yaşam tarzı açısından tam anlamıyla bir cahiliye hayatı yaşıyordu. Böyle bir hayattan kurtuluş yolunu göstermek için Allah insanları bilgilendiren ve yönlendiren Kur’an’ı indirmiştir.
İnen ilk ayetten son ayete kadar Kur’an bu toplumu bilgilendirdi, eğitti, potasında eritti, cahiliye kirlerinden arındırdı, dikenlerin doldurduğu bakımsız bir araziden bahçıvanın güller yetiştirip büyüttüğü gibi yetiştirdi. Bunlara ve herkese ilk emri, oku oldu. Ne okuyacaklarını, niçin ve nasıl okuyacaklarını öğretti. İnsanlara onsuz dinin ve imanın olamayacağı tevhid (Allah’ı her yönden birlemek), ahiret, kitap, peygamber, melek, helal, haram vb. şeylere inanmayı değil, önce Kur’an’ı okumayı emretti. Her şeyi ve her olayı öğreteceği ölçü, perspektif ve değerlerle anlamak, ölçmek ve değerlendirmek için önce Allah’ın adıyla kitabını okumayı emretti. Yirmi üç yıl Kur’an bu okuma ile hem peygamberi bilgilendirdi ve eğitip yetiştirdi, hem de o toplumu bilgilendirdi, eğitti ve yetiştirdi. Bunu sadece ve sadece Kur’an yaptı.
O toplumu bütün anlamlarıyla cahiliye teriminin ifade ettiği her türlü bozukluk, ahlaksızlık, barbarlık, zulüm, baskı, terör, yağmacılık ve çapulculuk, kız çocuğuna haksızlık, kadına haksızlık, köleye haksızlık, yabancıya haksızlık, içki, kumar, fuhuş, putperestlik, kan davaları, faiz, sömürü, tahakküm, kabilecilik, soyculuk ve atalarla övünme, ulusçuluk, hırsızlık, yalan, iftira, domuz ve ölü hayvan eti yemek, büyücülük, kahinlik, cincilik, nazarcılık, falcılık, haksızlıkta yardımlaşma gibi insanın yaratılışına ve insanlığına aykırı kötülük ve çirkinliklerden temizledi.
Kur’an’ın yetiştirdiği bu insanlar İslam’ın aydınlığını elli yıl içinde Orta Asya’dan Kuzey Afrika’ya, Yemen’den Anadolu’ya yayacak, tarihin alnında şeref levhası örnek bir toplum olacaktır. Bütün bunları yirmi üç yılda Hz. Muhammed’in önderliğinde Kur’an yaptı! Bu kısa süre içinde bu düzeyde bir devrimi başka hiçbir kitap, hiçbir peygamber ve hiçbir yönetici yapabilmiş değildir. Bunu görmek için Kur’an’ın, peygamberlerden örnek olarak hayatını en uzun anlattığı Hz. Musa ve gönderildiği İsrailoğullarına bakabiliriz.
Hz. Musa, yanında yardımcı olarak kardeşi Hz. Harun olmak üzere uzun zaman İsrailoğullarının başında bulundu. Onlarla çok maceralı ve mücadelelerle dolu bir hayat yaşadı. Ama bu kadar uzun beraberliğine ve maceralı mücadelesine rağmen İsrailoğullarını o insanlar gibi adam etmeyi bir türlü başaramadı. Bir yazar bunu şöyle anlatır:
“Musa Peygamber, Arîş dolaylarında, Sina çölünde, Nekab sahrasında ve Seb’ kuyusu civarında gökteki bulutları yorgan ve kara toprağı yatak edinerek kırk yıl kavmi ile beraber yaşamıştı. O, kavminden Allah’ın kanunlarına uyan, nezaket, azimet, ferağat ve fedakarlık, doğruluk ve itidal ile ahlaklanan ideal nesli yetiştirmeye uğraşıyordu. Böylece o, Rabbinden razı, Rabbi de ondan hoşnut olacaktı. Nihayet Musa, ümmetinden beklediği bu ideale erişemeden hayata veda etmişti...
Musa da ilahi vazifelerle gönderilen azim sahibi peygamberlerden biri değil miydi? Musa’yı da ikamette ve göç sırasında terbiye eden ve dava aşılayan bir hayat yaşamak için kavmiyle kırk yıldan fazla bir zaman fırsatı verilmemiş miydi?...
Hz. Musa’nın ashabı nerede, Muhammed’in ashabı nerede? Resulullah kendileriyle Bedir harbine çıktığı gün sayıları üçyüz on kişi idi. Bunlar güç, kahramanlık ve kuvvet sahibi, kendilerinin üç katı düşmanla savaşacaklardı. Hz. Peygamber bu bir avuç ashabı ile Zefran vadisine geldiğinde onların iman kuvvetini denemek istedi ve kendilerine karşılaşacakları düşman Kureyşlileri anlattı. Durum hakkında görüşlerini sordu. Bunun üzerine Ebu Bekir kalktı konuştu ve güzel şeyler söyledi. Sonra Ömer kalktı konuştu ve güzel şeyler söyledi. Daha sonra Mikdad b. Esved kalktı ve dedi ki: “Ey Allah’ın elçisi, Allah’ın sana bildirdiği gibi hareket et, biz seninle beraberiz. Allah’a yemin ederim ki, biz sana asla İsrailoğullarının Musa’ya “Sen ve Rabbin ikiniz gidin, düşmanla savaşın, biz burada kalacağız” (5 Maide 21-22) dediği gibi demeyiz, biz sana “Sen ve Rabbin varın savaşın, biz de seninle beraber savaşacağız” deriz. Seni hak peygamber olarak gönderen Allah’a yemin ederim ki, eğer bizi Berki Ğımad’a götürecek olsan, oraya kadar gelir ve senden ayrılmayız.”...
Resulullah ona memnuniyetini bildirdi ve hayır duada bulundu. Sonra Hz. Peygamber “fikirlerinizi bana söyleyin” dedi. Hazrec kabilesinin büyüğü ve Ensarın güçlü komutanı Sad b. Muaz kalktı ve “Ey Allah’ın Resulü, bizi kast ediyorsun galiba” deyince, ‘evet’ buyurdu. Sa’d şöyle dedi: “Biz sana iman ettik, seni tasdik ettik, senin getirdiklerinin hak olduğunu kabul ettik ve bu şartlar üzerinde seni dinlemeye, sana itaat etmeye söz verdik, and içtik. İstediğin yere kadar git ey Allah’ın elçisi, biz seninle beraberiz, seni hak olarak gönderen Allah’a yemin ederim ki, sen bizi bir denizin önüne götürsen ve ona dalmak istesen, biz de seninle dalarız, bizden bir tek kişi geri kalmaz. Bizi yarın düşmanla yüzyüze getirmenden korkmuyoruz, biz harpte düşman karşısında dayanan, sadakatten ayrılmayan kimseleriz, umarım ki, gözünün aydın olacağı hallerimizi Allah sana gösterecektir. Allah’ın bereketi ve yardımı ile bizimle yoluna devam et” dedi. Şüphesiz bu insanların yaptıkları, sözlerinden daha sadık ve daha açık olmuştur...”
Bugün de bu ümmet ve bu toplum aynı Kur’an’a inandığını, aynı Kur’an’ı okuduğunu, Allah’ın kitabı olarak aynı Kur’an’ı kutsadığını söylüyor ve ona her türlü saygının üstünde saygı gösterdiğini düşünüyor. Onun herhangi bir öğretisine veya hükmüne muhalefet etmeyi aklının köşesinden bile geçirmediğini söylüyor. Ona uzanacak kötü elleri kıracağını, onun için canını, malını, varını yoğunu feda edeceğini söylüyor ve gerektiğinde yapıyor. Ona her şeyin üstünde saygı göstermek için bazen altın harflerle yazıyor, kapağını ve sayfalarını minyatür ve ebrularla süslüyor, yaldızlı en değerli kumaşlardan kılıflar içinde saklayıp/kefenleyip ayak altında olmaması için yükseklere asıyor. En kutsal iş olarak onu okuyup hatimler indiriyor, okuduğundan hasıl olan sevabı paylaşmak için ölülerine de gönderiyor!, her nesilde okunmasını sağlamak için kurslar ve okullar açıyor, çocuklarına okumasını öğretiyor, ezberletiyor. Hatta kızı evinden gelin çıkarken veya halktan oy almak için siyasiler halka nutuk atarken onu alıp öpüyor ve başına götürüyor, güzel sesli hafızlar avazı çıktığı kadar değişik makamlar ve nağmelerle camilerde, mevlitlerde, düğünlerde, mezarlıklarda, yarışmalarda terennüm ediyor, hattatlar kelimelerini kûfîden rik’aya, nesihten sülüse kadar yazı stilleriyle pirinç taneleri veya değerli levhalar üzerine hünerli elleriyle yazıyor ve kenarlarını en nadide hat örnekleriyle süslüyor, dahası, devletler resmi radyo ve televizyonlarında sansürlü de olsa haftada birkaç ayet okutup onunla ilgili programlar yapıyor, üstelik matbaacısından kitapçısına kadar bunca insan ve bu kadar meslek erbabı ondan ekmek yiyor ve geçimini onunla sağlıyor.
Bütün bunlar yapılmasına yapılıyor, ama toplum neden bir türlü Kur’an’ın şekillendirdiği Kur’an toplumu olmuyor? Neden Kur’an gönüllerde olan şirkten münafıklığa, riyadan kıskançlığa, dünya perestlikten aşağılık bir hayat yaşamaya kadar, haramlardan, zillet ve meskenet hayatı yaşamaya kadar toplumsal bütün hastalıklara neden bir türlü şifa olmuyor? Neden Kur’an, insanları Allah’tan başkasına kulluk etmekten, bütün çeşitleriyle şirk hayatı yaşamaktan, vahyin hesabına cahiliye ile uzlaşmaktan, kötülük ahlakından, ezilmek ve sömürülmekten, çimentosuz harç gibi dökülmekten ve her türlü perişanlıktan kurtarmıyor?
Neden Kur’an insanları tek Allah’a kulluk için, putperestliği red etmek için, cahiliye baskısından ve yaşantısından kurtulmak için, ahlaksızlıklardan kaçınmak için, cahiliye mensuplarının heveslerini kursaklarında bırakmak için, Allah’tan uzaklaştıran her türlü yönlendirmeyi red etmek için, din ve inancını özgürce yaşamak için, her alanda özgürlüğe kavuşmak için her şeyi feda etmeyi göze alacak kıvama getirmiyor?
Sahabenin yaptığı gibi gerektiğinde anadan, yardan, maldan, diyardan vazgeçecek seviyeye çıkarmıyor? Yüce Allah’ın “Ey İnananlar! Sizden kim dininden dönerse bilsin ki, Allah, sevdiği ve onların da onu sevdiği, inananlara karşı şefkatli inkarcılara karşı güçlü, Allah yolunda cihad eden, yerenin yermesinden korkmayan bir toplum getirir. Bu, Allah'ın dilediğine verdiği bol nimetidir. Allah her şeyi kuşatır ve bilir.” (5 Maide 54) dediği bir toplumu bu Kur’an neden ortaya çıkarmıyor? Neden dünyada iken “İyilik yarışında önceliği kazanan Muhacirler ve Ensar ile, onlara güzelce uyanlardan Allah hoşnut olmuştur, onlar da Allah'tan hoşnutturlar. Allah onlara, içinde temelli ve ebedi kalacakları, içlerinde ırmaklar akan cennetler hazırlamıştır; işte büyük kurtuluş budur.” (9 Tevbe 100) müjdesiyle müjdelenen insanlar gibi bir nesil meydana getirmiyor?
Kur’an’ın bunları yapmamasının tarih içinde oluşan ve değişik anlayışlardan kaynaklanan dinsel, yönetsel, toplumsal ve kültürel birçok sebepleri vardır, ama hepsinin başında, bu ümmetin artık Kur’an’ı üzerinde düşünmek, anlamak ve yaşamak için değil, başka gerekçelerle okuması gelmektedir.
Müslümanların öteden beri Kur’an-ı Kerim’e karşı tavrı, Allah’ın indirdiği kudret helvası ile bıldırcın etine ve her peygamberle beraber kendilerine verdiği nimetlere karşı İsrailoğullarının tavrından daha iyi sayılmaz. İsrailoğulları bu semavi sofradan usanmış ve yerden biten şeyleri tercih etmişlerse, Müslümanlar da Kur’an’ın kendilerine getirdiği rahmet, hidayet, ahkam ve öğretileri yadsımış, onlardan yan çizmiş ve yer yüzünün ürettiği beyinsizliklere ve sapkınlıklara yüzünü çevirmiş, onlara serserice dalmış, içinde yaşamış, Allah’ın yükselmelerini istediği yüksek mertebeye çıkmayı reddetmişlerdir. Bunun neticesinde de hayat onlardan yüz çevirmiş ve bu kötü duruma düşürmüş, hezimetler ve kötülükler onları kovalamış, Kur’an’ı Hz. Muhammed’den öğrendikleri, kalplerini sevgisiyle doldurdukları ve gölgesinde yaşadıkları gün yükseldikleri makamı terk etmek zorunda kalmışlardır.
Kur’an’ı anlamak için okuma konusunda sürüp gelen umursamazlığın, Kur’an’la diyalog bozukluğunun veya kopukluğunun bugün Müslümanların içinde bulunduğu olumsuz durumun sebebi olduğu unutulmamalıdır. Başta İlahiyat mensupları olmak üzere Müslümanların Kur’an’ı anlamak ve yaşamak için okumadığını özeleştiri olarak ilahiyatçı bir akademisyen şöyle dile getirir:
“Müslüman aydın-entelektüel, okuryazarın en önemli eksikliği Kur’an okumamak, içlerinde belki günde vird olarak bir miktar okuyan varsa bile, yine Kur’an “okumamak”tır. Bir zaman hem de İslami hassasiyet sahibi bazı edebiyatçıların yayınladığı bir edebiyat dergisinde bir yazar “Rilke’yi 105 defa okudum, tam anlayamadım, bir defa daha okuma ihtiyacı hissediyorum” diye yazıyordu…
Günümüzün Müslüman ilahiyatçısı -elbette istisnaları vardır- Kur’an meali de yazar, ama Kur’an’ı okumaz; Kur’an üzerine doktora yapar, profesör de olur, ama Kur’an’ı okumaz. O, Kur’an karşısında- İslam karşısında bir müsteşriktir, ayrıca, kendince veya taşıdığı unvana göre bir “bilim adamı”dır. Kur’an ve İslam, onun için bir inceleme, yargılama ve unvan alma malzemesidir. Günümüzün Müslüman edebiyatçısı, entelektüeli için de -yine istisnaları hariç- durum farklı değildir. O, önce edebiyatçıdır, “düşünür”dür, entelektüeldir, aydındır ve sonra Müslüman’dır, Kur’an da İslam da onun için bir malzemedir. Müslüman gazeteci-yazar da -istisnaları hariç- önce gazeteci-yazardır, sonra Müslüman’dır. Belki Kur’an’ı eline almaya vakti bile olmaz” .
Müslümanların Kur’an’ı ihmal ettiğini ve iki tarafın birbirlerine yabancılaştığını Abdulkerim el-Hatib de şöyle anlatır:
“Müslümanlar, Kur’an’ın üzerlerindeki hakkını uzun zamandır gereği gibi gözetmediler ve emanetini yerine getirmediler. Bu hakkı gözetmeyi ve emaneti yerine getirmeyi ihmal ettiler. Bu ihmalden ve taksirden dolayı hesapları, insanların hesap vermek için Allah’ın huzuruna çıkacakları ahiret günü hesabından önce bu dünyada acil olarak fena bir şekilde görüldü. Müslümanlar, ancak Kur’an’a bağlılıkları gevşediği ve onun gölgesinde yaşamayı bıraktıkları yahut bırakmaya başladıkları andan itibaren hayat kervanından koptular ve geri kaldılar.
Müslümanların Kur’an’la beraberliklerinin tarihi, doğru ve ters orantılı olarak buna tanıklık etmektedir. Kur’an-ı Kerim’e ne kadar yakın olmuşlarsa, hakkını gözetip emanetini ne kadar yerine getirmişlerse, canlarda, mallarda, vatanlarda hayırdan nasipleri, emniyet ve selametten payları ve insanlık ailesi içinde izzet ve efendilik yerleri de o kadar büyük olmuştur. Ama Kur’an’dan uzaklaştıkları, hakkını vermedikleri ve önemini unuttukları oranda da hayırdan, emniyet ve selametten uzaklıkları, dünya milletleri arasında sıkıntı ve zorlukları da o oranda büyük olmuştur.
Aslında bu durum, yalnız Müslümanlarla ilgili değildir. Belki hakka çağrıldığı halde onu dinlemeyen veya umursamayan her toplum için böyledir. Hayat gerçeğinde ve olaylar sahnesinde bunun örnekleri ve ibret yerleri çoktur. İsrailoğulları bunun tipik bir örneğidir.
Allah onlara en güzel yemeği yedirdi. Canın çektiği ve hayatın hoşlandığı bir yemek! Onlara bıldırcın eti ve kudret helvası indirdi. Her zaman ve gittikleri her yerde onu hazır buldular. Hazırlamak için hiç yorulmadılar ve elde etmek için bir kuruş bile vermediler.
Buna rağmen İsrailoğullarının canı gökten indirilen, rahmet ve bereketle kuşatılan bu yemekten yüz çevirdi, ağzını toprağa götürüp hayvanlarla beraber yerde otlamak ve onların yediğinden yemek için diretti. Kur’an, Allahın indirdiği bu değerli nimete karşı çirkin tavırlarını ortaya koyarak şöyle der:
“Ey Musa! Bir çeşit yemeğe dayanamayacağız, bizim için Rabbine yalvar, bize, yerin bitirdiği sebze, hıyar, sarımsak, mercimek ve soğan yetiştirsin" demiştiniz de, "İyi olanı daha düşük şeyle mi değiştirmek istiyorsunuz? Bir şehre inin, şüphesiz orada istediğiniz vardır" demişti. Onlara yoksulluk ve düşkünlük damgası vuruldu, Allah'ın gazabına uğradılar. Bu, Allah'ın ayetlerini inkar etmeleri ve haksız yere peygamberleri öldürmeleri, karşı gelmeleri ve taşkınlık yapmalarındandı.” (2 Bakara 61).
Şehre indiler. Hem maddi hem manevi olarak indiler. Onun için kendilerine zillet ve meskenet damgası vuruldu, Allah’ın gazabına da uğradılar...
“Onlara, şeytanın peşine taktığı ve kendisine verdiğimiz ayetlerden sıyrılarak azgınlardan olan kişinin olayını anlat. Dileseydik, onu ayetlerimizle üstün kılardık; fakat o, yere çakılıp kaldı ve hevesine uydu. Durumu, üstüne varsan da, kendi haline bıraksan da, dilini sarkıtıp soluyan köpeğin durumuna benzer. İşte ayetlerimizi yalan sayan kimselerin hali budur. Sen onlara bu kıssayı anlat, belki üzerinde düşünürler.” (7 Araf 175-176).
Ya biz Müslümanlar, elimizde bulunan Kur’an’a karşı tavrımız ne oldu? Allah onu bize gökten bir sofra olarak indirdi. En güzel rızıklarla dolu, en bol ve değerli nimetlerle döşeli bir sofra olarak!...
Fakat ne yazık ki, kısa bir dönemden sonra Müslümanların Kur’an’la beraberliğinin her durumda adalete ve ihsana dayanan güzel bir beraberlik olduğu söylenemez. Müslümanlar bu beraberliği çoğu zaman bozdular, değerini bilemediler, Kur’an’la aralarına mesafeler koydular ve bağlarını gevşettiler. Kur’an aralarında garip olarak yaşıyor, halini sormuyorlar ve ne dediğini anlamıyorlar. İçerdiği iyilik ve hidayetten yararlanmıyorlar. Sanki Kur’an’ın “Bunlar Kuran'ı düşünmezler mi? Yoksa kalpleri kilitli midir?” (47 Muhammed 24), ”Peygamber: Ey Rabbim! Şüphesiz toplumum bu Kuran'ı terk etti, der.” (25 Furkan 30) ayetlerini okumuyorlar!
Şüphesiz Kur’an dindir. Her Müslümanın gücü oranında dinini öğrenmesi ve gereklerini yerine getirmesi farz-ı ayndır. Kur’an’ı öğrenmek, örneğin cenaze namazı gibi, ekonomik yönden muhtaç kişilerin ihtiyaçlarını gidermek gibi, farz-ı kifaye değildir. Çünkü cenaze namazını bir topluluk kıldığı veya muhtaç kişilerin ihtiyaçlarını bazıları giderdiği zaman, farz yerine gelmiş ve kılmayanların yahut o ihtiyacın giderilmesine katılmayanların dinlerinde bir eksiklik veya bozukluk meydana gelmiş olmaz.
Oysa Kur’an istisnasız bütün müminlerin dini olduğundan herkes dinini öğrenmek ve yerine getirmekle yükümlüdür. Bunun için zaman ayırmak ve emek vermek herkesin elindedir. Herkes yirmi dört saatin en az yarım saatini bunun için ayırabilir. Bunu yapmadığı zaman sorumlu olur ve başkaları yerine getirdiğinde kendisi de yerine getirmiş olmaz. Kur’an ayrı ayrı her Müslümanın dini olup herkes dinini öğrenmek ve yerine getirmekle yükümlü olduğundan, akil ve baliğ kadın ve erkek her Müslümanın Kur’an’ı anlamak için okuması farzdır. Şüphesiz okumaktan amaç, kelimelerini okumayı öğrenmenin vereceği bilgidir. Onun için okumayı öğrenmekten amaç, anlamını öğrenmektir. Çünkü kelimelerini okumayı bildiğimiz bir yazının anlamını bilmediğimiz sürece o kelimeleri okumanın bize bir yararı olmaz. Kelimeleri bu şekilde söylemeye de okumak değil, ancak harfleri veya kelimeleri telaffuz etmek denir.
“Fakihler ve alimler, kendi anlayışlarına göre Kur’an’a daha büyük ve yüksek bir kutsallık vermek için, onu okumak ve elle ona dokunmak için en ağır şartlar ileri sürdüler. Böylece Kur’an’ı rafa kaldırdılar. Millet de Kur’an’a dokunmamak için güzel süslü kılıflar, keseler yaptılar, bir muska gibi onu duvarlara astılar, el erişmez dolaplarda sakladılar. Bu suretle Kur’an okunmaz, tutulmaz, dokunulmaz hale getirildi. Kur’an’ın okunması için abdest alıp kıbleye dönüp diz çökerek rahleye konarak okunmasını en büyük saygı ve ibadet saydılar. Manasını anlamanın en büyük ibadet olduğunu söylemediler, anlaşılmayacağını ilan ettiler. Bu suretle Kur’an Müslümanların kafasına muammalı, anlaşılmaz, erişilmez kutsal bir kitap adı olarak nakşedildi. Onu anlamamak, anlamadan sözlerini söylemek en iyi Müslümanlık inancı sayıldı. Bunun için onu sadece ölenlere okumak üzere mezar kitabı yaptılar. Sipariş hatimlerden başlayıp hazır hatimlere kadar işi azıttılar. Nasıl ki, elbisesi olmayan, konfeksiyoncuya gider hazır dikilmiş bir elbise alırsa, ölüsü olan ve geçmiş ölülerine sevap göndermek isteyen kimse de, imama, müezzine, hafıza gider, o, daha önce okumuş olduğu hatmini bu adama satar, o da alır ölüsüne gönderir. İşte Kur’an’a böyle muamele ettiler. Kur’an da onları yere çaldı, dünya milletlerine rezil etti. Bunu cahil ve alim din adamları beraber yaptılar. Cahiller (halk ve din adamı olarak) bunları yaparken iyi din alimleri sustular ve böylece cehalete taviz verdiler, dinsizliğin, yayılmasına göz yumdular, cahillerin bu davranışını dine bağlılık sayma gafletini gösterdiler. Şimdi gelin çıkın işin içinden” .
Yukarıda canlandırıldığı şekilde değilse, ne söylediğini bilmedikleri, bilmek için çalışmadıkları, tercüme veya tefsirini okumadıkları ve yalnızca kutsayıp kelimelerini tekrarlamakla yetindikleri, onu okuyup anlamak ve yaşamak yerine, başkalarının söylediklerini din olarak bellemeyi ve yaşamayı tercih ettikleri bir kitabı insanlar ne diye kutsamaktadır?! Bunların yaptıkları, kendileriyle konuşmayan, seslerini işitmeyen, yarar ve zararı dokunmayan BABA dedikleri bir yatırın mezar taşlarına varıp onlarla konuşmaktan öte ne anlam ifade eder?!
“Kur’an ısrarla kendisinin Allah katından bütün insanlar ve inananlar için “rehber”, “yol gösterici”, “uyarıcı”, “açıklayıcı”, “kolaylaştırılmış” bir kitab olarak bir rahmet olarak gönderildiğini hatırlatır dururken; O’nun “zorlaştırılmış”, “kapalı”, “şifrelerle dolu” veya “sadece bazı uzmanların çözüp anlayabileceği” bir kitab olduğunu söylemek, gaflet değilse, ihanettir. Kur’an’ın kapağını açıp da birkaç sayfa okuyan bir Müslüman, Allah’ın Kitabı’nın ne kadar kolay anlaşılır, ne kadar çekici ve ne kadar kuşatıcı bir kitab olduğunu hemen fark edecektir. Kur’an’ın Arapça’dan herhangi bir dile yapılan çeviri ya da mealindeki kapalılık, hata, dil yanlışı veya isabetsizlikler, Kur’an’ı okumamanın veya O’nu anlamaya çalışmamanın mazereti olamaz. Üstelik, meal, tercüme veya tefsirlerdeki -bir yerde doğal karşılanması gereken- beşeri hatalar da öyle sanıldığı kadar büyük ve düzeltilemez yanlışlar değildir. Kaldı ki, bu engelleri aşmak da yine Kur’an’la doğrudan muhatab olması gereken Müslümana düşmektedir. Ancak, görünen o ki, Müslümanlar arasında yaygınlaştırılan anlayış, bu tür meal ya da tercüme yanlışlarına karşı ihtiyatlı olmak değil, tam tersine şudur: “Sakın ha, doğrudan Kur’an’la muhatap olmayın; onu her önüne gelen anlayamaz, o halde onu anlamak için mutlaka bir aracıya başvurmak zorundasınız.” İşte Kur’an’la Müslüman arasındaki en büyük engel budur ve kafalardaki bu betonlaşmış zihniyeti yıkmadan da Müslümanların iflah olması mümkün değildir. İslam dünyasının ve Türkiye Müslümanlarının içinde bulundukları düşünce tembelliği, zihin kirliliği, karamsarlık, üretimsizlik, bağnazlık, kısırlık, parçalanmışlık, rezalet ve sefalet bu granitleşmiş zihniyetin bir sonucu olarak “Kur’an’ın terkedilmiş bırakılması”ndan (25/30) kaynaklanmaktadır.”
Kur’an’a din ve kutsal kitap olarak inandığı halde anlamını öğrenmeyen ve üzerinde düşünmeyen insanların anlayışında Kur’an’ın “Kutsal Bakımsız İnek”ten farksız olduğunu söyleyen değerli yazar Rasim Özdenören’in şu tespitlerine katılmamak mümkün değildir:
“...Dokunulmaya kıyılmadığı için asıl işlevinin dışında bırakılmış olan şey, âtıl, dahası çürümeye bırakılmış sayılır. Her şey kendi istikameti doğrultusunda ve kendi işlevini icra etmek üzere kullanılmayı bekler. Bu ülkede yaşayan bir kısım insanların hayatında dinin yeri de aynen “kendisine kıyılmadığı için” dokunulmadan bırakılan nesneye dönüştürülmüştür. Ona gösterilmesi gereken “saygı”, onu hayatın dışında tutmayı gerektiriyormuş gibi telakki edilmiştir. Kitaba o kadar saygı ile yaklaşılmıştır ki o, daima başlar üstünde tutulduğu sanılırken, aslında hayatın dışına itilmiştir. Onu el altında bulundurmak yerine, torba içlerinde muhafaza edip duvara asmak, onu hayatın dışına itmekle birdir.
Kitab’ı torbasına koyup duvardaki çiviye asanın, sonra da onu asıldığı yerde unutanın, bu işi, dine ve Kitaba duyduğu saygı yüzünden yaptığına kuşku yoktur. Fakat o kişi acaba dine düşman olsaydı bundan farklı mı davranacaktı? Ve daha farklı davranmakla bundan daha düşmanca bir iş mi yapmış olacaktı?
Kullanılmayan bir inancın, kullanılmayan bir itikadın yaşanan hayat içinde ölü bir nesne durumunda bırakılmaktan farklı bir yanı kalır mı? İnanan bir insan için, şerefesinde ezan okunmasına müsaade edilmeyen görkemli bir minare mi anlam taşır, yoksa üzerinde ezan okunabilen tenekeden bir minare mi? İnançlara saygılı olduğunu ileri süren birisinden görkemli minareler inşa edip ezan okunmasını yasaklaması mı beklenir, yoksa tenekeden de olsa bir minareden okunan ezanın duyulmasını sağlaması mı?
Nehru, ineklerini tabu telakki edip onlara saygı gösteren hemşehrilerine sık sık “Hint ineklerinin, ineklerin o denli saygı görmediği ülkelerinkine göre daha sefil bir hayat sürdürdüklerini” hatırlatırmış. Müslüman ülkelerin domuzları da, başka ülkelerinkinden daha hür sayılmaz mı?
Kutsallık, hayatın dışına itilmeyi değil, hayatın ta göbeğinde yer almayı tazammun etmeli/içermelidir. Buna bakarak, öldürmek istedikleri değerleri kutsallık maskesi altında hayatın dışına itenlerin, bize karşı ahlaki bir katakülli içinde olduklarını iddia edebiliriz.”

Blog Arşivi

ÇOCUKLARA GÜZEL ALIŞKANLIKLARI NASIL KAZANDIRABİLİRİZ?

Doğruluk, dürüstlük, merhamet, diğerkâmlık, adalet gibi güzel ahlakın emarelerini çocuklarında görmek, her anne babanın isteği ve emelidir. ...

Etiketler İSLAM