MA'RÛF EL-KERHî:
"Tasavvuf, gerçekleri almak, mahlûkatın elinde olan şeylere gönül bağlamamaktır.1
Gerçekleri almak, hak ve hakikat olmayan, yani doğru olmayan her şeyi bırakıp, ancak ilahî hakikatleri edinmeye çalışmaktır.
"Tasavvuf, eşyanın hakikatine bakıp, halkın bildiğini terketmektir."
Eşyanın hakikatine bakmak, mahiyetini tetkik etmek, sebeb-i hilkatini düşünmek, neye yaradığını araştırmak, nasıl istifade edileceğini öğrenmek demektir. Zira halk, yalnız görülen evsaftan bazılarını görür geçer; ârif tetkik ile mükelleftir.
SERİYY-Î SAKATî:
"Tasavvuf üç manayı içine alan bir isimdir: 1) Marifetin nûru vera'ın nûrunu söndürmez, 2) Kitab ve sünnetin zahirine muhalif olacak şekilde ilm-i bâtından bir söz ile konuşmaz, 3) Kerametleri kendisini, Allah'ın mahrem olan sırlarını açıklamaya sevk etmez.2
Tarikatte ilim
Bu üç maddeyi açıklayalım:
1) İlim ve takvâ: Meşhur büyük mürşidlerin hemen hepsi, tarikat yolunda ilmi öne almışlardır. Çünkü ilimsiz yola çıkılmaz; çıkan yolu sapıtabilir. İlim, öncünün elindeki en kuvvetli ışıktır. İlimsiz amel hederdir. Ümmî urefânın bilgileri de ilimdir.
"Allah, cahili asla velî edinmez" buyurulmuş. Ancak bu ilmin amel ile tezyini icab eder. Hatta mutlak amel değil, takvaya mukarin olan amel, amel-i salihdir. Cenab-ı Hak nazm-ı celîlinde, mealen:
"Kulları arasında ancak alim ve arif olanlar Allah'ı haşyetle ta'zim ederler"3 buyurmuştur.
Tarikatte irfan
İrfan da ilmin bir koludur ki, tarik erbabı arasında derecesi ilmin fevkindedir. İlim yoluyla anlaşılamayan birtakım hakikatler, seziş, feraset, keşf ü keramet tarikiyle anlaşılabilir.
Kıymetli profesörlerimizden merhum Necati Logal'in dediği gibi, şarkın ikinci Mevlana'sı olan, büyük mutasavvıf alim, "Rûhu'l Beyan" tefsirinin sahibi, Bursalı İsmail Hakkı hazretleri "Kenz-i Mahfî" adıyla te'lif etmiş olduğu eserinin başında, meşhur olan "Küntü kenzen mahfiyyen"4 vedzesi için.
"...Hadis-i menkûl gerçi inde'l-huffâz sabit değildir. Nitekim İmam Süyûti "Dürer-i Münteşire" nam kitabında "la asle lehu" demiştir. Feemmâ inde'l-mükaşifîn hadîs sahihdir. Zira huffâz sened ile naklederler; mükaşifûn ise fem-i Nebevî'den bizzat ahzedip söylerler ve bir nesnenin sened-i mâlûmu olmamaktan fî nefsi'l-emr adem-i sübûtu lazım gelmez; belki keşf-i sahih ile olacak esah olur. Zira kaşifte vehim ve hayal olmaz, belki iyan-ı tam ve hakka'l-yakîn olur ve ilhamat ve varidat mu'tekidlere göre hüccet olmak kafidir. Gerekse ehl-i zahire göre burhan olmasın. Zira onlar huffâş gibidir ki afitâb-ı rûşeni göremez ve ayne'l-yakîn nedir bilmez. Pes bizim muhabbetimiz o makûle ile değildir ve bazı kütüb-i mu'teberede gelir ki:
"Davud aleyhisselam şöyle söyledi:
"Ya Rabbi! Mahlûkatı niçin yarattın?"
"Ben gizli bir hazine idim, bilinmeyi murad ettim."
"Yani Hazret-i Davud aleyhisselam münacaatında sırr-ı halktan, yani icaddan sual edicek Cenab-ı Kibriya'dan kelam-ı mezkur varid oldu. Pes bu kelam fi'l-asl ehadis-i kudsiyye-i Davudiyye'den olmuş olur..."5 deyip, vecizeyi tefsir ve izah buyurarak küçük bir kitab haline getirmiştir.
Kitab ve sünnetten ayrılmamak
2) Kitab ve sünnetten ayrılmamak: Bir mutasavvıfın Kitab ve Sünnet dışı söz ve hareketi, kendisi hakkında şüphe uyandıracağı gibi, mensup olduğu tariki de zan altında bırakır. Her ne kadar kat'î naslar haricinde teferruat-ı mesâilde, muhtelif ehl-i sünnet ictihadlarıyla amel eden erbab-ı tasavvuf, zâhir ulemâsı gibi muhtardır. Sofî, bu bir ilim-i batındır diyerek Kitab ve sünnetin zahirine muhalif bir söz söylemez.
3) Kendisine münkeşif olan hakâyıkı her zaman, herkese, her yerde açıklamaz; zamanını yerini ve adamını bilir.
EBÛ HAFS EL-HADÂD:
"Tasavvuf tamamen edebden ibarettir".6
Tasavvuf edeb-i Muhammedi'dir ki, sîret-i nebeviyye ile tahallük etmektir. Bu ef'ali de, ahvali de câmi'dir.
"Edeb İlahî nurdan bir taçtır ki, onu başına geçirdikten sonra istediğin yere gidebilirsin".
Edebin gerek tarifi, gerek izahı babında pek çok söz söylenmiştir; ileride bunlara tesadüf edilecektir .
Bu çok şümûllü vasf-ı umumînin en yüksek mertebesi şu iki beyitte tecelli eder:
"Bir kısım evliya tanırım ki, onlar duadan dahi teeddüp ederek ancak zikir ile meşguldürler. O yüce şahsiyetler rızaya boyun kestiklerinden, kazayı def etmek için teşebbüse geçmeyi, kendilerine haram bilmişlerdir."
Bu babda Hafız Şirâzî'nin beyti çok ârifânedir:
"İhtiyaç içindeyiz ve birşey istemiyoruz. Kerim-i Müteal huzurunda istemeye ne lüzum var".
Hind'in meşhur şairi Feyzi Hindî de:
"Madem ki bizim ihtiyaçlarımızı kendisi biliyor, o halde duaya ne hacet var? Allah Allah!" diyerek hayretini izhar ediyor. Zira kullar evâmir ve hikmet-i rabbâniyeyi idrakten acizdirler.
Fakat bununla beraber, acaba neden: "Rabbiniz buyurdu: Bana dua edin. Size icabet edeyim, duanızı kabul edeyim. Çünkü bana ibadetten büyüklük taslayıp uzaklaşanlar, hor ve hakir cehenneme gireceklerdir"7 buyurulmuştur.
Biz de, şair Ziya Paşa ile hemzeban olalım:
İdrâk-i meâli bu küçük akla gerekmez,
Zira bu terazû o kadar sıkleti çekmez.
Ölünceye kadar kulluk et
Bazıları bu ve emsali beyitleri izahda "duaya ve ibadete hacet yoktur" diye manalandırırlar. Biz kimseyi dalalete delalet veya nisbet etmek istemeyiz. Ancak kendilerini vahdet-i vücüd felsefesini benimsemiş zanneden vahdet-i vücudçular, böyle beyitlere ve cümlelere yukarıdaki manayı vererek, teklifi ıskat etmiş olurlar ki bu, umumî manada hatimlerin: "Rabbini hamd ile tesbih et, secde edenlerden ol ve sana yakîn gelinceye (ölünceye) kadar Rabbine kulluk et"8 ayet-i kerimesindeki ölüm ile vukubulacak olan yakîni, hayatta idrake karîn olacak yakîn ile te'vil etmelerine benzer. Yani "Ölünceye kadar Rabbine ibadet et" manasını, "Hakk'a yakîn peyda edinceye, yani manen yükselip olgunlaşıncaya kadar ibadet et" yollu te'vil ederler ki, bu hüküm daha hayatta iken tekâliften kurtulmak için kaçamak yoludur.
Bunlar: "O'nda, kitabın temeli olan kesin manalı ayetler vardır, diğerleri de çeşitli manalıdırlar (müteşabih ayetlerdir). Kalblerinde eğrilik olan kimseler, fitne çıkarmak, kendilerine göre yorumlamak için, onların müteşabih olanlarına uyarlar..."9 ayet-i kerimesindeki hükme müstehak olurlar.
EBÛ'L-HÜSEYİN EN-NURİ:
"Tasavvuf ne şekil, ne de ilimdir; o sadece güzel ahlaktan ibarettir. Eğer şekil olsaydı, mücahede ile hasıl olurdu, ilim olsaydı öğrenmekle meydana gelirdi. Bu sebebten şekil ve ilim maksadı hasıl etmez. Tasavvuf, Hakk'ın ahlakıyla mütehallî olmaktır."10
"Biz dahi alırdık, otuza kırka"
Tasavvuf, şekil, kılık, kıyafet ve merasim değildir. Sadece ahlaktır ki: "Allah'ın ahlakı ve Resülüllah'ın ahlakı ile ahlaklanınız"11 hadis-i şerifi mantûkunca Allah'ın ve resûlünün sıfatları ile ittisâfâ çalışmaktır.
Dervişlik olaydı tâc ile hırka
Biz dahi alırdık otuza kırka.12
"Tasavvuf, hürriyet, kerem, merâsimi terk ve cömertliktir."13
Tasavvuf, kerem ve cömertliktir, yoksa kuyûd ve merasim değildir. Sofî, elinde bulunan nimetten başkasının istifadesini düşünen adamdır. Şeyh Sa'di:
"insanın şeref ve haysiyeti, lütuf ve keremi, ihsan ve atâsıyla, sehâsıyla ölçülür; insanlığı da Hakk'a şükretmesiyle, yani umumî manada ibadetiyle anlaşılır. Kendisinde bu iki haslet olmayan kimsenin yokluğu, varlığına müreccahdır".
"Tasavvuf, nefsin nasibini terk ile, Hak'tan nasibini istemektir".
Emeller ve elemler
Tasavvuf, kendi isteklerini bırakıp, Hakk'ın takdirine razı olmaktır. Çünkü insanın emellerinin sonu yoktur, birini elde etse, gönlü diğerine takılır. Bu suretle de kalb Hak'tan cüdâ kalır. Bundan dolayı emele, elem bozuntusu demişlerdir.
Her emel tahakkukuna kadar insana elem verir. Her emelin nihayeti, başka bir emelin bidâyetidir. Bu suretle emel silsilesi ölünceye kadar devam eder. Emeller terkedilince, Hakk'a bağlanılmış olur. Emelin terki dünyayı, işi gücü matıyye-i nefsi, yani vücudu, nefsini ihmal etmek demek değildir. Hayatın tabiî icaptan hiçbir zaman terk edilemez. Eldeki nimete şükrü bırakıp, daha fazlasını istemek, emel peşinden koşmaktır. Eğer eldekine hakkıyla şükür edilse Cenab-ı Hak nimetini artıracağını beyan buyuruyor:
"Rabbiniz: Şükrederseniz and olsun ki, size karşılığını artıracağım; nankörlük ederseniz, bilin ki azabım pek çetindir, diye bildirmişti".14
Şükür nasıl yapılır?
Şükrün ne olduğunu iyi bilmek lazımdır. Yemek yiyip, bittikten sonra "Ya Rabbi şükür el-hamdülillah" demekle şükür ifa edilmiş olmaz. "Şükür odur ki, her aza ne için yaratılmış ise, ona sarfetmektir".15
Her nimetin şükrü kendi cinsiyle eda edilir. Nasıl ki zekat vermek, sadaka vermek yani maddeten yardım yaparak iyilik etmek suretiyle servetin şükrü eda edilirse, bir sofrada kendini ve aile efradını doyuracak bir kap yemeğin yerine, mesela üç kap yemek yer ve bir kap yemeği bulamayan yakını, komşusu veya tanıdığını düşünmez, onları doyurmaya çalışmaz, gece sabahlara kadar ve iki yemek arasında ağzıyla binlerce defa "Ya Rabbi şükür" dese, hiçbir zaman şükrünü eda etmiş olmaz. Her öğün etini, sebzesini, tatlısını Hakk'ın lütfuyla te'min etmiş olan kimse, eğer takva yolunda yaşamak ve bir amel-i salih icra etmek ve cemiyete karşı sorumluluğundan kurtulmak istiyorsa, bir gün et, bir gün sebze, bir gün tatlı yiyerek, diğer iki nimeti münavebe ile ihtiyaç sahiblerine yedirecektir.
Bunu, Hakk'ın rızası için yapmak en büyük sofuluktur. Böyle yapan: "Onlar, içleri çektiği halde, yiyeceği, yoksula, öksüze ve esire yedirirler"16 ayet-i kerimesinin sırrına mazhar olur ve: "Mallarını Allah yolunda sarfedip, sonra sarfettikleri şeyin arıdından başa kakmayan ve ezâ etmeyenlerin ecirleri Rablerinin katındadır. Onlara korku yoktur ve onlar üzülmeyeceklerdir"17 saffında bulunanlar arasına girer ki, işte evliyâullah bu zümreye dahil olanlardır.
SEHL BİN ABDİLLAH ET-TÜSTERî:
"Tasavvuf, az yemek, Cenab-ı Hakk'ın huzurunda rahata kavuşmak ve insanlardan kalben uzaklaşmaktır".18
Çünkü tokluk insanı gaflete ve şehvete sevkettiği gibi, verdiği rehavetten dolayı hakkıyla ibadet-i bedeniyyeye de mani olur. Onun için kanaatkarlık ve perhizkarlık yapan, yani eline geçenle yetinen ve fazlasını muhtaca veren, ancak Cenab-ı Hakk'ın huzurunda rahata kavuşabilir; bu hususta sorumluluğu kalmaz.
Yani helalinden çok kazanmak için fazla çalışacak, yeteri kadarını kendisine ayırdıktan sonra, kalanını muhtaca verecektir. Bundan maksat, "fakir ilallah" dedikleri yalnız Hakk'a arz-ı ihtiyaç edip, halkın elindekilerden müstağni olmaktır. Müstağni olan sofînin nazarında,
"Müstağni o kimsedir ki, ona göre bir başakla, bir harman arasında fark yoktur". Elinde hangisi bulunursa fark etmez, başkalarının elindekini de öyle görür.
"Tasavvufun aslı, Kitab ve sünnete yapışmak; hevâ, heves ve bid'atleri terk etmektir".19
Tasavvuf, ahkâm-ı dine ve sünnet-i Resûl'e sarılmaktan ibarettir.
AMR BİN OSMAN EL-MEKKî:
"Tasavvuf, zamanın en uygun vaktinde, kulun her an Hak ile meşgul olmasıdır".20
Uyku ve hacatın kazası gibi zamanlar haricinde, kalbin her an Hak ile meşgul olmasını da tasavvufun tarifi içine almıştır ki, bu da bir zikirdir.
SÜMMÜN EL-MUHİB:
"Tasavvuf, hiçbir şeye malik olmamak ve bir malın esiri bulunmamaktır".
Hiçbir şeye malik olmamak, mal ve mülkünü nefsine mal etmemek, o malda başkalarının hakkı bulunduğunu, asıl sahibinin Malikü'l-Mülk olduğunu, kendisinin onu yerli yerinde sarfedecek küçük bir haznedar olduğunu bilecek ve ona göre davranacak, sûret-i sarfı Kur'an'dan öğrenecektir. Hiçbir zaman kendini mal ü menâl sevgisine kaptırmayacaktır. İşte o zaman masivadan ilgisini kesmiş olur.
"Eğer sende dünya ile kıl kadar iç rabıtası bulunursa, senin Hakk'ın manevî nimetlerinden mahrum kalmaklığın tabiîdir. O kıl kadar alaka bir zünnar, yani alamet-i küfürdür ki, insanı şirk-i hafiye götürür, harem-i İlahî'de de namahremdir, yabancıdır".
Kıl kadar kalsa vücudundan eser,
Alamazsın kıl kadar andan haber.
Kelim Hemedanî bir beytinde bu mazmûnu ne güzel beyan eder:
"Hak'tan başkasına olan rabıtanı kesmedikçe, bütün ibadetlerin boşunadır. Bu alakadan başını koparıp kurtarmadıkça, başını secdeye koymaya müstahak değilsin".
Yine Kelim başka bir beytinde şöyle tasvir yapar:
"Alakalar, bu dünyanın levazımındandır, yalnız neş'esi değil, hem de zînetidir, süsüdür. Hükümdarların zindanlarında mahkumlara vurulan zincir şakırtıları, hapishanenin ihtişamını gösterir".
Yani, demek istiyor ki, alakadan zahiren kurtulmak mümkün değildir. Evlat muhabbeti, torun sevgisi, onları memnun etmek için sarfedilen gayretleri ve a'mal-i hayriyye, bu dünya neş'esinin zaruretleridir. Nasıl olsa insan bunlara mahkumdur. Bunlar ise birer esaret alameti olan zincirdir. İşte, zincire kıymet vermemek, zindan hayatının serbest, kayıtsız, zincirsiz hayattan farklı bir yaşayış olmadığını nefsine telkin edip, kabul ve hazm etmek, zincir vurandaki hizmeti düşünmek, eğer bu hal seni üzüyorsa, "Gerçekten, güçlükle beraber bir kolaylık vardır"21 ile müekkeb tebşirat-ı sübhâniyyeyi düşünerek, bütün kayıtlardan ruhun selameti için sabra sarılmayı bilmek lazımdır.
CÜNEYD-İ BAĞDADÎ:
"Tasavvuf, Hakk'ın seni senden gidermesi ve kendisiyle ihya etmesidir".
"Tasavvuf, mâsivâ ile alakayı keserek, Cenab-ı Hak ile beraber olmaktır".22
Masiva ile alakayı kesmek demek, Hak'tan gayrı olan herşeyi terketmek demektir.
Masiva şâibesinden dili tathîre çalış
Pertev-i hikmet ü irfan ile tenvire alış.
Evet, masiva ilgisi kalbte bir lekedir; Hakk'ın kalbe tecellisine manidir. Bu leke ancak hikmet ve irfan güneşiyle giderilebilir. Hikmet, ilmin mahiyyetini araştırmaktır; irfan ise bir nevi' sezerek anlayıştır, ayrı bir mevhibedir.
Mâsivâ nasıl terk edilir?
Acaba bu masiva nasıl terk edilecektir? Bunun için ashab-ı tarik birtakım yollar göstermiştir. Bunların arasında üzerinde en çok durulan zikir yoludur. Zikir yolu, en kestirme bir tarik ise de, zikrin ne yolda yapılacağını iyi bilmek lazımdır. Yoksa şairin:
"Tesbih elde, tevbe dudakta iken, gönül günaha girilecek bir iş düşünecek olursa, bizzat günahın kendisi, yani onu bize telkin eden şeytan, bu tevbemize gülecektir".
Nâbi de bu manada şöyle söyler:
Leb zikirde ammâ ki gönül fikr-i cihanda
Kaldı arada sübha-i mercan mütereddid.
"Bizim dudaklanmız zikr-i Hak'la meşgul iken, fikrimiz dünya işleriyle alakalı bulunursa, eldeki mercan tesbih de tereddütte kalır".
Maddeye gönül vermemek
Şimdi sâlikin masivadan kendisini nasıl sıyırabileceğini dü-şünelim:
İnsan, hayatı müddetince masiva ile beraber yaşar. O halde bundan kurtulma yolu nedir? Tabiî insan, yaşamak için yiyecek, içecek, yatacak, yakacak, doyacak, sevecek, bütün hayatî ihtiyaçlara bağlanacağı gibi, mehâsine de gönül verecektir. İşte, tarikat dervişe zikir, fikir ve aşk yoluyla bunları gönülden nasıl çıkaracağını bildirir.
Masivadan ilgiyi kesmek demek, maddeye gönül vermemek, ona bağlanmamak demektir; yoksa madde ile meşgul olmamak demek değildir. Sofî, herkes gibi umumî hayata karışacak, kendi işini ve başkalarının işlerini yapmaya çalışacak, mukadderse zengin olacak, hiçbir surette Hak'tan ayrılmayacaktır. Fakat bünün bunlara gönlünü bağlamıyacak, Malikü'l-Mülk'ü düşünecek, bugün kendi elinde Hakk'ın emaneti ve atası olan her türlü nimetin, yarın başkasının eline geçmesinin tabiî olduğunu teemmül edecek ve kaybından dolayı asla müteessir olmayacaktır.
Bir mutasavvıf şairin:
Ehl-i tevhid olmak istersen sivâya meyli kes,
Aç gözün merdâne bak, Allah bes bâki heves.
Dediği gibi, Hak'tan maâdasına gönülde yer veren kimse, muhabbet ve aşk ile şirk-i hafiye kadar gidebilir. Her ne kadar bazı tarik erbabı "Hakikate, mecaz köprüsünün geçilerek varılır" demişlerse de, erbabı, bunun hududunu tayin eder.
Mal ve nefisle mücadele
"Tasavvuf, sulh ile değil, cenk ile hasıl olur".23
Tasavvuf, mücadele ile elde edilir. Cenab-ı Hakk'ın emri, önce mal ile, sonra nefisle mücadele etmektir. Mal ile mücahede, zarüriyyat-ı şer'iyye dışında kalan servetini, malını, mülkünü infak etmek suretiyle yapılır. Zarüriyyât-ı şer'iyye, kendisinin ve ailesinin yiyeceği, yiyeceği, yakacağı, yatacağı şeylerden ibarettir. Bunun dışındakini infak etmek Allah'ın emri muktezasıdır. Kur'an-ı Kerim'de:
"Ne vereceklerini sana sorarlar, de ki: Artanı!"24 buyurulmuştur.
İnfak hakkındaki bütün ayet-i kerimeler bu esasa irca edilir.
Nefis ile mücahedeye gelince: Nefsin meşru olmayan bütün dileklerine karşı gelmektir. Nefsiyle mücadele, vatana saldıran düşmana karşı cihad, sulh zamanında memleket içinde zulme karşı mücahede, hakkı korumak için yapılan çabalar, nefsinin hevesatına kapılmamak için her türlü mehârim ve mekârihten ictinab, nefis ile mücahede medlûlünde mündemiçtir.
"Tasavvuf, toplulukla birlikte zikir, dinleyenlerle birlikte vecd ve işlenmek suretiyle de ameldir".25
Toplum içinde, halk arasındaki derecat-ı mütefâviteyi, mahlûkatın tenevvü'-i bi-nihayesini, sibgatullahın renk renk tecellîlerini görüp zikretmek ve bunu görmeyenlere anlatarak onlann kendisiyle birlikte vecidlerini husûle getirmek ve a'mâl-i sâliha ile örnek olmak tasavvuf ehlinin başlıca şiârıdır.
"Tasavvuf, kulun kendisiyle kaim olduğu bir vasıftır. Cüneyd'e: O Hakk'ın sıfatı mıdır? dediler, O da: Sıfat olarak "Hakk'ın, resim olarak halkındır, diye cevap verdi".26
Hazret-i Cüneyd'e tasavvufun ne olduğunu sordukları zaman: "O bir hâldir ki, daima kul ile beraberdir" buyurmuş. "Bu hal Hakk'ın sıfatının tecellîsi midir, yoksa halkın evsâfından mıdır? denilince: "Sıfat olarak Hakk'ındır, merasim ve şekil olarak da halkındır" demiştir.
Allah ve Resûlünün ahlakı
Peygamber Efendimiz: "Allah'ın ahlakıyla ve Resûlüllah'ın ahlakıyla ahlaklanınız" buyurmuştur.
Bu, Allah'ın ve Resûlünün evsafıyla muttasıf olmak demektir. İmdi, bütün esma-i hüsna ve evâmir-i ilahiyye Hakk'ın evsafının tecellîsidir. Sîret-i nebeviyye ve sünnet-i resûl kezâ, Peygamber Efendimizin evsaf-ı seniyyelerindendir. Bunlara uymayı nefsinde kabul eden kimse Hakk'ın sıfatını iktisab etmiş olur. "Allah'ın ahlakı ile ahlaklanınız" sırrı tecellî eder. Sîrete ittiba ile sünnetin ifası da yine evsaf-ı peygamberi ile muttasıf olmaktır. Bununla da: "Ve Resûlüllah'ın ahlakıyla ahlâklamnız" hükmü zahir olur.
Bunların, kabul ve imanı, sıfat-ı Hak'la tehallî etmektir; icrası da merasimdir, halka aittir.
Erbab-ı tasavvuftan biri bu hususu ne güzel hülasa etmiştir:
"Hayatın öyle geçsin ki, öldükten sonra bir yolun toprağı olursan; senin üstünden geçenlerin yolun tozundan bile müteessir olduklarım işitmeyesin."
Pertev Paşa bu manayı şu şekilde tafsil ve izah eder:
Ne semmet bülbülün verdin, ne de hârden incin
Ne gayrın yarine meyl et, ne sen ağyârden incin
Ne sen bir kimseden âh al, ne âh ü zârden incin
Ne sen bir kimseden incin, ne senden kimse incinsin.
"Zahir ile amel et, sana yeter"
Cüneyd'e gelerek tasavvufun ne olduğunu sordular. O da: "Zahir ile amel et, sakın onun hakikatlerinden bir şey sorma, onu ifsad edersin" diye cevap verdi.27
Yine Hazret-i Cüneyd'e tasavvufun ne olduğu sorulduğu zaman: "Amelini bozmak istemezsen emir ve nehyin hakikatini araştırmaya kalkma, zahir ile amel et, bu sana yeter" buyurmuştur ki, herkes kendine göre mana vermeye kalkıp te'villere sapmasın ve günaha girmesin diye bu tavsiyede bulunmuştur.
Şîrazlı Hafız bir kabasofuya şöyle demiştir:
"Ey kabasofu, yoluna git, bana hakikati anlatmaya kalkma, çünkü bu kainatın esrarı senin ve benim gözüme kapalıdır ve öyle kalacaktır".
MÎMŞÂD ED-DÎNEVERî:
"Tasavvuf, serâire ıttılâın verdiği safâ ve Hakk'ın razı olacağı amelleri işlemek halk ile ancak zarurî hususlarda temas etmektir".28
Bu tariften de anlaşılıyor ki tedricen hakaik-i ilahiyye anlaşıldıkça kalbte husûle gelen itminan insana en büyük huzuru verir. Bütün efal ü muamelatında Hakk'ın rızasını düşünmek, halk ile rastgele münasebetler kurmayıp, onlarla teması zarurî hususlara hasretmek, seyr ü sülükün icabıdır.
Bilinmemek, faydasızdan sakınmak
"Tasavvuf, mâsivallahdan müstağni olmak, bilinmemeyi ihtiyar etmek ve hayırlı olmayan şeylerden sakınmaktır".29
Tasavvuf, ihtiyaç içinde bulunulmasına rağmen müstağni görünmek, masivaya rağbet etmemek, bilinmemeyi tercih ve ihtiyar etmek, hayır ve faydası olmayan şeylerden sakınmaktır ki, ihtiyacı izhar eden kimse züll-i suale (dilenme alçaklığına) kapı açıyor demektir. Bu izzet-i İslam'a iras-ı halelde bulunmak gibi bir günaha vesile olabilir. Şeref ve haysiyyeti muhildir.
İkincisi, hüviyetini, şahsiyetini, kıymet ve meziyetini meydana koymamak, ahad-ı nasdan biri gibi hareket etmek, adab-ı sofîyyeden olan bir tevazu'dur. Hayırlı olmayan şeylerden sakınmaktan maksat da efal-i mübâhada bile hayrı gözetmektir.
ALÎ BİN EL-ISFAHANî:
"Tasavvuf, Hakk'ın gayrından uzak ve masivallahdan halî olmaktır".30
EBÛ MUHAMMED EL-CÜVEYNî:
"Tasavvuf ahvâli kontrol etmek ve güzel olan şeyleri iltizam etmektir"31
Daima iyiyi ve hayrı aramak, insanın içinde bulunduğu ve maruz kaldığı ahvalin tetkikiyle zararları def ve faydaları celp için çalışmaktır.
EBÛ AMR ED-DIMIŞKî:
"Tasavvuf alemi noksan gözle görmektir, yahut bütün noksanlardan münezzeh olanı müşahede etmek için her noksandan gözü yummaktır".32
Kemal-i mutlakı Hak'da müşahede edebilen kimse her şeyde bir noksan görür. Kemal-i mutlak Allah'a mahsustur. Her varlığın kendine göre bir ayb, kusur ve noksanı vardır. Bir şeyde kemal tecellî ettiği sanılınca, derhal zeval yüz gösterir. "Her şey tamam olunca noksanlık başlar" buyurulmuştur.
Ahmed Paşa "Yârsız kalmış cihanda aybsız yâr isteyen" der ki, her güzelin istenmeyen bir tarafı olur. İşte noksan denen şey budur. Fakat erbab-ı tasavvuf hiçbir şeyde noksan aramıyacaktır. Noksandan göz yumacak, yani noksanı görmeyecek, noksan gördüğü zaman kemal-i mutlakı tahattur ve zikredecektir.
"Senin vücudun bir ayıptır. Bunun üzerine, bir başka ayıp aramanın manası yoktur" sözü insanın baştan aşağı kusur olduğunu gösterir.
"Küsûf güneşin, husûf da ayın kusurudur" demişlerdir. O halde cihanda aslolan noksandır. Kemal nisbî ve izafîdir.
Şu manayı veren kıt'a da güzel bir ders-i ibrettir:
"Diline dikkat et, kimsenin kusurunu söyliyeyim deme; çünkü sen baştan aşağı kusurlarla mahmulsün; halkın ise binbir dili vardır. Gözlerin sana, başkalarının ayıplarını gösterirse, ona: Ey nûr-i didem, halkın binbir gözü sana bakıyor, de".
EBÛ'L-HASAN EL-MÜZEYYEN:
"Tasavvuf, Hakk'a inkıyattır".33
Burada Hakk'a inkıyat, mertebe-i rızadır ki; rıza, tarikatte müntehayı meratiptir; sabırla tev'emdir. Rızanın, mertebelerin sonu olması, sabrın emir, tavsiye ve telkin neticesi nüfûsa te'siriyle tecellîsine mukabil, rızanın her musîbetine bir hikmet düşünülerek tabiî karşılanmasıdır. Hele kendini aradan çıkarıp, yalnız Hakk'ın rızasını düşünecek olanlar, Peygamberler ve vasılîndir. Merhum Osman Şems Efendi'nin:
Vasıl-ı vuslat-saray-ı mutlakım na'leyn-vâr
Saff-ı na'le terk kıldım küfrü de imânı da.
Beytinden de anlaşılacağı üzere, iki zıt vasıf, beşeriyette hayır ve şerri tefrîka medârdır. İman itaat, küfür isyandır. Hakk'a vasıl olan hakka'l yakîne ulaştığından küfür mefhumu zihne tebadür etmiyeceği için lafz-ı bî-mana kalıyor.
Hakikat-ı vûcudu idrak etmiş olduğundan: "Onlar gaybe inanırlar"34 vasf-ı sübhanîsine mazhar, silsile-i beşeriyetten ayrılarak, mertebe-i melekiyete intikal ediyor ki, alem-i melekût için küfür mefhumu mutasavver olmadığından, bir şuhûd-i tam içinde âyat-i ilahiye ile sermest oluyorlar. İmana inkardan geçilir, inkarı imha eden imandır. İman, şuhûd-i hakayık-ı ilahiyye haline intikal edince, gayb perdesi ortadan kalkıyor. Bu, insan için bir salah-ı küllî mertebesidir ki, her kula müyesser olamıyor. Fakat, her salikin gayesi olmakta devam ediyor. Bu mertebe, imanı hakka'l-yakîne çıkarmakla mümkün olabiliyor.
Halka rehber olmak
İmdi, süllem-i rızadan, arş-ı hakikate yükselebilmek, daima Hakk'ın yolunda bulunmakla, yani: "Onlar ayakta iken, otururken, yanları üstüne yatarken, Allah'ı anarlar..."35 ayet-i celîlesini bir an hatırdan çıkarmayarak, evamire mülâzemet, nevâhiden mücânebet, Allah ve Resülüne ve onlara tabi olanlara sırf muhabbet beslemekle, halkın içinde onlara rehber olarak çalışmakla mümkündür. Bu bir hususiyettir. Bu hali herkesin görüp idrak etmesi mümkün değildir.
Kişinin hüviyet ve derecesi, ef'aliyle anlaşılır. Fakat bu, umum içindir. Havâss-ı mümtaze ancak kendilerini tanırlar. Arapça bir beyit şöyle der ki: "Kişi işiyle kendini göstermedikçe, derece ve hüviyeti anlaşılamaz".
Vasılîn me'mur olmadıkça ipucu vermezler. Temkinli sofiler nezdinde vusul, ale'd-derecât, esrar-ı Hakk'a aşinalıktır. Tafsili vahdet-i vücûd bahsinde gelecektir.
EBÛ YA'KÛB:
"Tasavvuf, beşeriyete ait evsafın kaybolmasıdır".36
Tasavvuf yolu, insanın kemale ulaşmasına mâtuf bulunduğu için, beşerî noksanlardan nefsini temizlemesi gerekir. Bu tasfiye ne kadar etraflı olursa, sofînin ruhu o kadar yükselir. Fakat bu keyfiyet daha çok teslîke muktedir ki bir mürşid-i kamilin himmetiyle vücûd bulur.
EBÛ ABDÎLLAH BİN HAFÎF:
"Tasavvuf, kadere sabır, Hakk'ın atâsına rıza ve hakikatleri aramak için dere tepe dolaşmaktır".37
Sabır ve rıza yukarıda geçti. Seyahate gelince, onun maddî ve manevî değerleri pek çoktur. Bir Arap şairi şöyle der:
"Durgun su bulanık ve bozuktur. Akan su ise berraktır ve pislik tutmaz. Altın kendi ma'deninde bulunurken bir kıymet ifade etmez. Ud ağacı da ormanda odundan farksızdır; işlenir ve ellere geçerse kıymetini bulur".
Yolcu, iyi niyetle yaptığı seyahatte izzet ve şeref kazanır. Hak, fazilet ve hayır için yapılan muhaceretler de böyledir.
EBÛ SAÎD BÎN EL-ARABÎ:
"Tasavvuf, fuzuli şeyleri tamamen terketmektir".38
Lüzumsuz şeyleri terketmek demek, dinin, aklın, kanunun, örfün, an'anenin, adetin ve zaruretlerin gerektirdiği işler dışında abes ile meşgul olmamak demektir. İşte bu suretle insan, faydalı şeylerle meşgul bulunmuş ve hiç bir faydası olmayan şeyleri terketmiş olur. Bu yalnız sofî için değil, medenî her insan için lüzumlu bir vasıftır.
EBÛ'L-HASAN EL-BÜŞENCÎ:
"Tasavvuf, emeli ihmal ve amele devam etmektir".39
Emel ve amel mes'elesi: Emelin sonu yoktur. Beşere şuur lâhik olduktan sonra, ölüme kadar devam eder.
Bağlıdır dâman-ı haşre rişte-i tûl-i emel
Hay ü hûy-i ehl-i dünya bitmeden dünya biter.
Yavuz Sultan Selim'in bir mısra'ını tazmin yollu yazdığı "Ümid" adlı manzûmede, Namık Kemalzade Ali Ekrem Bey şöyle söyler:
Ümmid cihandan da büyük, zevk ise mahdûd
Her saati ömrü emel-efzâ elem-efzûd
Mâzi mütevâli ezelî sâye-i memdûd
Müstakbel ebedle dolu bir makber-i mesdûd
Hal ise saadet gibi rahat gibi mefkûd
Feryad ez in nev vücûd-i adem-âlûd.
Sonu gelmeyen emeller
Evet, insanın ümitleri ve amelleri cihandan da büyük, yani sonsuzdur. Ömrün her anı bir taraftan emelleri, bir taraftan da elemleri artırır. Maziye dönüp baksan, uzayıp gitmiş bir gölge, hakikat zannettiklerimiz silinmiş, istikbal kapalı bir kabir, kim olduğu, ne olduğu belli değil. Hâl denen zaman ise, izafî bir varlık. Bu dünyada rahat ve huzur nasıl izafî ve muvakkat ise, hâl de her an maziye intikal etmekte olduğundan ma'dûmdur. Binâenaleyh böyle yokluğa müncer olan varlıktan feryad!
İşte insana düşen, bu sonu gelmeyen emelleri ihmal edip, ubûdiyyetinin icaplarını yerine getirmek ve intizam içinde çalışmaktır. Saatleri ayarlamak, hayatı ayarlamak demektir.
EBÛ AMR BİN EN-NECÎD:
"Tasavvuf, emir ve nehiy hayatında sabretmektir, yani Cenab-ı Hakk'ın emirlerine râm olmak, nehyettiği şeylerden de kaçınmaktır".40
Emir ve nehiyleri gönülden hüsn-i telakki etmek, bunların icrasında veya sakınmasında güçlük varsa, onlara tam bir inkıyad ile sabretmek, tasavvuf ve sülûk icabıdır.
ŞEYH EBÛ ÎSHAK İBRAHİM EL-KARZÛNÎ:
"Tasavvuf, iddiaları terk ve manaları gizlemektir."41
Tasavvuf erbabı, bir iddia sahibi olmayacaktır. Bildiği hakikatleri muhatabının seviyesine göre açıklayacak, muhatabının umumî bilgisinin kavrayamayacağı hakayıkı tafsil etmeyecektir. Ne, ben bilirim bu böyledir, diyecek, ne de anlaşılmayan ve işitilmemiş mefhumları rastgele açıklayacaktır.
"Her bilenin üstünde daha iyi bilen vardır"42 ayet-i kerimesi onun düstür-i reşâdeti, "İnsanlara, akıllarının aldığı derecede hitap ediniz" vecizesi sözlerinin rehberi olacaktır.
Wikipedia
Arama sonuçları
13 Kasım 2008 Perşembe
ŞEHİTLER CENNETİ ÖZLER
Meşhur sahabe Sa’d b. Ebu Vakkas’ın kardeşi olan Umeyr b. Ebu Vakkas, henüz çocukken İslam’ın ilk günlerinde kardeşleri ile birlikte Müslüman oldu. Onlarla birlikte Erkam’ın evine giderek Efendimizden ilim irfan öğrendi, onlarla birlikte hicret etti.
İslam ordusu Bedir’e giderken yine onlarla birlikte yola çıktı. Allah Resulü (a.s.m.) Medine’yi çıkar çıkmaz, Ebu İnebe kuyusunun yanında sahabeleri durdurup, teftiş etti. Yaşları küçük olanları ayırıp geri gönderiyordu.
O sırada Umeyr on altı yaşındaydı. Savaşa katılma yaşına gelmesine gelmişti ama vücudu fazla gelişmemişti. Bunun için geri gönderilirim korkusu ile saklanmaya çalışıyor, arkalara kaçıyordu.
Sa’d b. Ebu Vakkas anlatıyor: Allah Resulü (a.s.m.) sahabeleri teftiş yapmadan hemen önce, kardeşim Umeyr’in saklandığını gördüm. Niçin böyle yaptığına anlam veremedim ve sordum:
– Niçin arkalara saklanıyorsun?
– Allah Resulü’nün (a.s.m.) beni gördüğünde, küçük bulup geri çevirmesinden korkuyorum. Savaşa gelmek istiyorum. Belki Allah bana şehadeti nasip eder, dedi.
Saklanması işe yaramadı. Allah Resulü (a.s.m.) onu küçük bularak:
– Geri dön! Buyurdu. Efendimizin sözleri biter bitmez ağlamaya başladı. Allah Resulü (a.s.m.) Umeyr’in ağladığını görünce, savaşa gelmesine izin verdi. Boyu kısa kılıcı uzundu. Kuşanmakta zorluk çekiyordu. Kılıcını alarak beline bağladım. Savaş başlayınca kahramanca düşmana saldıran Umeyr bir süre sonra şehit oldu. Şehit olduğunda on altı yaşındaydı. (Vâkidî, Megâzî, 1:21; İbnü'l-Esîr, Üsdü’l-Gâbe, 4089. Sahabe; Ebu Nuaym, Marifetü’s-Sahabe, 3:461; İbn Kudâme, Ensâb, 291.)
Vücudumu Paramparça Etsinler!
Allah Resulü’nün (a.s.m.) halasının oğlu, Zeynep annemizin kardeşi Abdullah b. Cahş, İslam davetinin başladığı ilk günlerde ebedî saadete kavuştu. Bütün aile İslam’la şereflenerek, Efendimize tabi oldu.
Mekke’nin en güzel evleri onlarındı. Müşriklerin baskısından evleri dâhil, her şeylerini terk ederek ailece önce Habeşistan’a sonra Medine’ye hicret ettiler. Acıydı acı olmasına vatanını, yurdunu, malını, mülkünü, evini, dostunu, insanını bırakıp gitmek ama Allah ve Resulü’nün rızasını kazanmak için her sıkıntıya, her fedakârlığa değerdi. İmanın selameti, davetin hedefe ulaşması için her şeyini, ama her şeyini feda edilebilirlerdi. Şair olan kardeşi Ahmed, hicret ederken söylediği bir şiirle duygularını şöyle dile getirdi:
“Ahmet’in annesi (eşi) benim, Allah’ın himayesinde hicret edip, vatanımdan ayrılacağımı anladığı zaman, beni engellemek istedi. Medine’ye hicrette kararlı olduğumu görünce, endişelendi. Bunun için ona şöyle dedim:
“Bugün niyetimiz, hedefimiz ve gayemiz Yesrib’dir. Korkuya hacet yok, sonuçta Allah’ın dediği olur. Kul bineğine binmiş hedefine yönelmiştir. İyi bil ki! Ben Allah’a ve Resulü’ne teslim oldum. Resule yöneldim. Allah Resulü’ne (a.s.m.) yönelen asla zarar etmez.
“Nice samimi dostlardan ayrılacağız. Eşim peşimden gözyaşı döküp ağıt yakıyor. Biz ise, güzelin peşindeyiz. Güzeli arıyoruz, onu elde etmek için hicret ediyoruz. Allah Resulü (a.s.m.) İslam’ı tebliğ ettikten sonra, hak ve hakikat açıkça ortaya çıkınca, Ganm sülalesini hakikati kabule davet ettim. Onlar teşekkür edip, Allah’a hamd ettiler. Sonra da kendilerini hakikate, kurtuluşa davet edenin çağrısına koşarak geldiler. Biz ve yanımızdaki dostlarımız, küfrün karanlığında neredeyse doğru yolu bulamayacak, ondan kopacaktık.
“Hicretten sonra dostlarımız iki gurup olup birbirlerinden ayrıldılar. Bazıları doğru yolu seçerken diğerleri batılda kaldı. Bizim hak tarafında olmamız güzel oldu. İkinci grupta yakın akrabalarımız var, ama hakka yakın olmadıktan sonra akrabalığın ne önemi var.
“Bir gün birbirimizden ayrılıp, ahirette işlerimizin hesabını verirken, hangimizin doğru olduğunu hep birlikte göreceğiz.”
Onların inançları uğruna yaptıkları bu fedakârlık, müşrikleri bile hüzne boğuyordu. Abdullah b. Cahş ve ondan sonra hicret edenler çoğalınca, Kureyşlilerin ileri gelenleri hicret eden Müslümanları tespit etmek için mahalleleri dolaşıp, evlerini tek tek belirlediler. Ebu Cehil ve Utbe b. Rebia evleri kontrol için birlikte geziyor, onlara bir bir bakıyorlardı. Dolaşa dolaşa kardeş bacı, çoluk çocuk bütün ailesi ile hicret eden Cahş oğullarının evlerinin önüne gelmişlerdi. Onların evleri, özelliklede Abdullah b. Cahş’ın evi, çok güzel ve bakımlıydı. Ancak, bir süredir içinde kimse olmadığı için pencereler rüzgârdan çarpıyor, kapılar gıcırdıyordu. Evlerin bulunduğu yerde ölüm sessizliği vardı. Utbe bu hali görünce:
– Cahş oğullarının evleri sahiplerine ağlayan, ıssız virane haline gelmiş, diyerek üzüntüsünü ve acısını dile getirdi. Ebu Cehil:
– Onlar kim oluyor da evleri onların arkasından ağlasın, diye karşılık vererek, her zamanki gibi yine kalbindeki kini dışa vurdu, zehrini boşalttı hiç utanmadan. Daha sonra da Abdullah b. Cahş’ın evine el koyarak, orada oturdu.
Abdullah b. Cahş evlerine el konduğunu duyunca, çok üzüldü. Hemen Allah Resulü’nün (a.s.m.) yanına giderek, durumu anlatıp onunla dertleşti. Allah Resulü (a.s.m.) bu duruma çok üzüldü. Onu teselli ederek, şöyle buyurdu:
– Ey Abdullah! Allah’ın sana Mekke’deki, evine karşılık cennette bir ev vermesi hoşuna gitmez mi? Müjdeyi duyan Abdullah b. Cahş rahatladı, sevinçle:
– Elbette Yâ Resulallah! Diyerek, hoşnutluğunu ifade etti. Allah Resulü (a.s.m.) onun sevincini gözlerinden okuyarak tekrar müjdeledi:
– İşte cennette senin için böyle bir ev olacaktır.
Sabrı ve sebatı Efendimiz tarafından takdir edilen Abdullah b. Cahş, ilk İslam komutanıdır. Bedir’de destan yazan Abdullah, şehadeti özlüyor, bir an önce ona kavuşmak istiyordu. Bu arzusunu ilk olarak Uhud’a giderken mola verildiğinde dile getirdi.
Muttalib b. Abdullah anlatıyor:
– Allah Resulü (a.s.m.) Uhud’a giderken ordu geceyi Şeyheyn’de geçirdi. Sabah olunca Hz. Ümmü Seleme et pişirerek Allah Resulü’ne (a.s.m.) gönderdi. Etin yanında bir miktarda içecek de vardı. Allah Resulü (a.s.m.) getirilen eti yedikten sonra içeceği içti. Kalan içeceği orada bulunan mücahitlerden biri aldı. O da biraz içtikten sonra artanını Abdullah b. Cahş’a verdi. Abdullah b. Cahş, kendine sunulan içeceği bir nefeste içince, onun suyu bu şekilde içmesi, yanında bulunan sahabelerden birinin dikkatini çekti ve onu uyarmak istedi:
– Yavaş yavaş içsene! Yarın nerede olacağını biliyor musun? Abdullah b. Cahş cevapladı:
– Evet! Yarın Allah’a suya kanmış olarak kavuşmaktansa susamış olarak kavuşmayı tercih ederim!
Sonra ellerini semaya kaldırarak duaya başladı:
– Ey Allah’ım! Senden şehadet diliyorum! Düşmanlarım cesedime işkence yapsınlar istiyorum! Huzuruna varınca bana, “Bunu sana niçin yaptılar?” diye sorduğunda ben:
– Bu bana, Senin ve Resulün için yapıldı, diyeyim.
Abdullah b. Cahş’ın şehadet özlemi artarak aşka dönüşmüştü. Bu aşk, kalbinin üzerindeki gayb perdelerini kaldırmış; ona adeta şehadet anını seyrettiriyordu. Şehit olacağı, müşriklerin onun burnunu kulağını keseceğini bir bir görüyor ve bundan dolayı seviniyor gibiydi. Allah için maruz kalınan her sıkıntının karşılığının kat kat verileceğinden adı gibi emindi.
İslam ordusu Şeyheyn’den ayrılarak Uhud’a gitti. İki ordu karşı karşıya gelmiş savaş hazırlığı yapıyordu. Ötelerin ötesini gören Abdullah b. Cahş, yerinde duramıyordu. Savaş başlayacağı akşam Sa’d b. Ebu Vakkas’ın yanına gitti.
– Biraz benimle gelir misin? diyerek onu kenara çekti.
– Haydi seninle birlikte Allah’a dua edelim ve birbirimizin duasına “amin” diyelim, dedi. Onun bu teklifi Sa’d’ın çok hoşuna gitmişti. Uhud’un bir köşesinde oturarak dua etmeye başladılar. Önce Sa’d duaya başladı:
– Ey Rabbim! Savaş başlayınca, beni son derece acımasız, kızgın ve iyi savaşan bir kişi ile karşılaştır. Senin için onunla savaşayım. Ona karşı bana zafer nasip et, onu öldürüp, ganimetlerini alayım.
Dua bitince Abdullah b. Cahş, Sa’d’ın duasına “amin” dedikten sonra, kendi duasına başladı:
– Ey Allah’ım! Savaş başlayınca, beni son derece acımasız, kızgın ve savaşçı bir adamla karşılaştır. Senin için onunla savaşayım. O da benimle savaşarak beni şehit etsin. Elbisemi soyup, burnumu kulağımı kessin. Sana kavuştuğum zaman kesilen uzuvlarımı göstererek, “Ey Rabbim! Bunlar Senin ve Resulün uğrunda kesildi” diyeyim. Sen de, “Doğru söylüyorsun” diyerek beni tasdik et!
Sa’d şaşkın bir halde Abdullah b. Cahş’ı dinliyordu. Sa’d’dan ses çıkmadığını gören Abdullah ona dönerek:
– Amin desen ya! diyerek onu “amin” demeye zorladı. Sa’d da onu kırmayarak “amin” dedi.
Sa’d b. Ebu Vakkas anlatıyor:
– Vallahi, Abdullah b. Cahş’ın duası benim duamdan daha hayırlı idi. Günün sonuna doğru, onun kulak ve burnunu bir ipe dizili olarak gördüm. Ben de falan müşrikle karşılaştım, onu vurup öldürdüm. Elbiselerini aldım.”
Ebu-l Hakem b. Ahnes, Abdullah b. Cahş’ı şehit ettiğinde Abdullah’ın yaşı kırkı geçiyordu. İslam ordusu dağıldığı sırada o düşman karşısında dimdik ayakta duruyordu. Allah Resulü’nü (a.s.m.) korumak için yanına koştu. Hem ölümüne savaşıyor, hem mücahitleri savaşa teşvik ederek onları toparlamaya çalışıyordu.
Çok sert kılıç salıyor, önüne geleni deviriyordu. Sonunda kılıcı Abdullah b. Cahş’a ayak uyduramayıp param parça oldu. Bir anda kılıçsız kalmıştı. Şaşkın şaşkın etrafına bakınıyordu. Allah Resulü (a.s.m.) onun kılıcının kırıldığını görünce, ona bir hurma dalı uzattı. Dal bir anda Abdullah b. Cahş’ın elinde kılıca dönüştü. Cihad arzusu daha da artan Abdullah, hemen düşman safları arasına daldı. Düşmana göz açtırmadı. Aslanlar gibi savaşa savaşa şehit oldu.
Şehitler defnedildiklerinde Abdullah b. Cahş, dayısı Hz. Hamza ile birlikte aynı kabre konuldu.
(İbn Sa’d, Tabakât, 3:89; İbnü'l-Esîr, Üsdü’l-Gâbe, 2856. Sahabe; İbn Hacer, İsâbe, 4585. Sahabe; İbn Abdilberr, İstîab, 3:877; Ebu Nuaym, Hilyetü’l-Evliyâ, 1:239.)
İslam ordusu Bedir’e giderken yine onlarla birlikte yola çıktı. Allah Resulü (a.s.m.) Medine’yi çıkar çıkmaz, Ebu İnebe kuyusunun yanında sahabeleri durdurup, teftiş etti. Yaşları küçük olanları ayırıp geri gönderiyordu.
O sırada Umeyr on altı yaşındaydı. Savaşa katılma yaşına gelmesine gelmişti ama vücudu fazla gelişmemişti. Bunun için geri gönderilirim korkusu ile saklanmaya çalışıyor, arkalara kaçıyordu.
Sa’d b. Ebu Vakkas anlatıyor: Allah Resulü (a.s.m.) sahabeleri teftiş yapmadan hemen önce, kardeşim Umeyr’in saklandığını gördüm. Niçin böyle yaptığına anlam veremedim ve sordum:
– Niçin arkalara saklanıyorsun?
– Allah Resulü’nün (a.s.m.) beni gördüğünde, küçük bulup geri çevirmesinden korkuyorum. Savaşa gelmek istiyorum. Belki Allah bana şehadeti nasip eder, dedi.
Saklanması işe yaramadı. Allah Resulü (a.s.m.) onu küçük bularak:
– Geri dön! Buyurdu. Efendimizin sözleri biter bitmez ağlamaya başladı. Allah Resulü (a.s.m.) Umeyr’in ağladığını görünce, savaşa gelmesine izin verdi. Boyu kısa kılıcı uzundu. Kuşanmakta zorluk çekiyordu. Kılıcını alarak beline bağladım. Savaş başlayınca kahramanca düşmana saldıran Umeyr bir süre sonra şehit oldu. Şehit olduğunda on altı yaşındaydı. (Vâkidî, Megâzî, 1:21; İbnü'l-Esîr, Üsdü’l-Gâbe, 4089. Sahabe; Ebu Nuaym, Marifetü’s-Sahabe, 3:461; İbn Kudâme, Ensâb, 291.)
Vücudumu Paramparça Etsinler!
Allah Resulü’nün (a.s.m.) halasının oğlu, Zeynep annemizin kardeşi Abdullah b. Cahş, İslam davetinin başladığı ilk günlerde ebedî saadete kavuştu. Bütün aile İslam’la şereflenerek, Efendimize tabi oldu.
Mekke’nin en güzel evleri onlarındı. Müşriklerin baskısından evleri dâhil, her şeylerini terk ederek ailece önce Habeşistan’a sonra Medine’ye hicret ettiler. Acıydı acı olmasına vatanını, yurdunu, malını, mülkünü, evini, dostunu, insanını bırakıp gitmek ama Allah ve Resulü’nün rızasını kazanmak için her sıkıntıya, her fedakârlığa değerdi. İmanın selameti, davetin hedefe ulaşması için her şeyini, ama her şeyini feda edilebilirlerdi. Şair olan kardeşi Ahmed, hicret ederken söylediği bir şiirle duygularını şöyle dile getirdi:
“Ahmet’in annesi (eşi) benim, Allah’ın himayesinde hicret edip, vatanımdan ayrılacağımı anladığı zaman, beni engellemek istedi. Medine’ye hicrette kararlı olduğumu görünce, endişelendi. Bunun için ona şöyle dedim:
“Bugün niyetimiz, hedefimiz ve gayemiz Yesrib’dir. Korkuya hacet yok, sonuçta Allah’ın dediği olur. Kul bineğine binmiş hedefine yönelmiştir. İyi bil ki! Ben Allah’a ve Resulü’ne teslim oldum. Resule yöneldim. Allah Resulü’ne (a.s.m.) yönelen asla zarar etmez.
“Nice samimi dostlardan ayrılacağız. Eşim peşimden gözyaşı döküp ağıt yakıyor. Biz ise, güzelin peşindeyiz. Güzeli arıyoruz, onu elde etmek için hicret ediyoruz. Allah Resulü (a.s.m.) İslam’ı tebliğ ettikten sonra, hak ve hakikat açıkça ortaya çıkınca, Ganm sülalesini hakikati kabule davet ettim. Onlar teşekkür edip, Allah’a hamd ettiler. Sonra da kendilerini hakikate, kurtuluşa davet edenin çağrısına koşarak geldiler. Biz ve yanımızdaki dostlarımız, küfrün karanlığında neredeyse doğru yolu bulamayacak, ondan kopacaktık.
“Hicretten sonra dostlarımız iki gurup olup birbirlerinden ayrıldılar. Bazıları doğru yolu seçerken diğerleri batılda kaldı. Bizim hak tarafında olmamız güzel oldu. İkinci grupta yakın akrabalarımız var, ama hakka yakın olmadıktan sonra akrabalığın ne önemi var.
“Bir gün birbirimizden ayrılıp, ahirette işlerimizin hesabını verirken, hangimizin doğru olduğunu hep birlikte göreceğiz.”
Onların inançları uğruna yaptıkları bu fedakârlık, müşrikleri bile hüzne boğuyordu. Abdullah b. Cahş ve ondan sonra hicret edenler çoğalınca, Kureyşlilerin ileri gelenleri hicret eden Müslümanları tespit etmek için mahalleleri dolaşıp, evlerini tek tek belirlediler. Ebu Cehil ve Utbe b. Rebia evleri kontrol için birlikte geziyor, onlara bir bir bakıyorlardı. Dolaşa dolaşa kardeş bacı, çoluk çocuk bütün ailesi ile hicret eden Cahş oğullarının evlerinin önüne gelmişlerdi. Onların evleri, özelliklede Abdullah b. Cahş’ın evi, çok güzel ve bakımlıydı. Ancak, bir süredir içinde kimse olmadığı için pencereler rüzgârdan çarpıyor, kapılar gıcırdıyordu. Evlerin bulunduğu yerde ölüm sessizliği vardı. Utbe bu hali görünce:
– Cahş oğullarının evleri sahiplerine ağlayan, ıssız virane haline gelmiş, diyerek üzüntüsünü ve acısını dile getirdi. Ebu Cehil:
– Onlar kim oluyor da evleri onların arkasından ağlasın, diye karşılık vererek, her zamanki gibi yine kalbindeki kini dışa vurdu, zehrini boşalttı hiç utanmadan. Daha sonra da Abdullah b. Cahş’ın evine el koyarak, orada oturdu.
Abdullah b. Cahş evlerine el konduğunu duyunca, çok üzüldü. Hemen Allah Resulü’nün (a.s.m.) yanına giderek, durumu anlatıp onunla dertleşti. Allah Resulü (a.s.m.) bu duruma çok üzüldü. Onu teselli ederek, şöyle buyurdu:
– Ey Abdullah! Allah’ın sana Mekke’deki, evine karşılık cennette bir ev vermesi hoşuna gitmez mi? Müjdeyi duyan Abdullah b. Cahş rahatladı, sevinçle:
– Elbette Yâ Resulallah! Diyerek, hoşnutluğunu ifade etti. Allah Resulü (a.s.m.) onun sevincini gözlerinden okuyarak tekrar müjdeledi:
– İşte cennette senin için böyle bir ev olacaktır.
Sabrı ve sebatı Efendimiz tarafından takdir edilen Abdullah b. Cahş, ilk İslam komutanıdır. Bedir’de destan yazan Abdullah, şehadeti özlüyor, bir an önce ona kavuşmak istiyordu. Bu arzusunu ilk olarak Uhud’a giderken mola verildiğinde dile getirdi.
Muttalib b. Abdullah anlatıyor:
– Allah Resulü (a.s.m.) Uhud’a giderken ordu geceyi Şeyheyn’de geçirdi. Sabah olunca Hz. Ümmü Seleme et pişirerek Allah Resulü’ne (a.s.m.) gönderdi. Etin yanında bir miktarda içecek de vardı. Allah Resulü (a.s.m.) getirilen eti yedikten sonra içeceği içti. Kalan içeceği orada bulunan mücahitlerden biri aldı. O da biraz içtikten sonra artanını Abdullah b. Cahş’a verdi. Abdullah b. Cahş, kendine sunulan içeceği bir nefeste içince, onun suyu bu şekilde içmesi, yanında bulunan sahabelerden birinin dikkatini çekti ve onu uyarmak istedi:
– Yavaş yavaş içsene! Yarın nerede olacağını biliyor musun? Abdullah b. Cahş cevapladı:
– Evet! Yarın Allah’a suya kanmış olarak kavuşmaktansa susamış olarak kavuşmayı tercih ederim!
Sonra ellerini semaya kaldırarak duaya başladı:
– Ey Allah’ım! Senden şehadet diliyorum! Düşmanlarım cesedime işkence yapsınlar istiyorum! Huzuruna varınca bana, “Bunu sana niçin yaptılar?” diye sorduğunda ben:
– Bu bana, Senin ve Resulün için yapıldı, diyeyim.
Abdullah b. Cahş’ın şehadet özlemi artarak aşka dönüşmüştü. Bu aşk, kalbinin üzerindeki gayb perdelerini kaldırmış; ona adeta şehadet anını seyrettiriyordu. Şehit olacağı, müşriklerin onun burnunu kulağını keseceğini bir bir görüyor ve bundan dolayı seviniyor gibiydi. Allah için maruz kalınan her sıkıntının karşılığının kat kat verileceğinden adı gibi emindi.
İslam ordusu Şeyheyn’den ayrılarak Uhud’a gitti. İki ordu karşı karşıya gelmiş savaş hazırlığı yapıyordu. Ötelerin ötesini gören Abdullah b. Cahş, yerinde duramıyordu. Savaş başlayacağı akşam Sa’d b. Ebu Vakkas’ın yanına gitti.
– Biraz benimle gelir misin? diyerek onu kenara çekti.
– Haydi seninle birlikte Allah’a dua edelim ve birbirimizin duasına “amin” diyelim, dedi. Onun bu teklifi Sa’d’ın çok hoşuna gitmişti. Uhud’un bir köşesinde oturarak dua etmeye başladılar. Önce Sa’d duaya başladı:
– Ey Rabbim! Savaş başlayınca, beni son derece acımasız, kızgın ve iyi savaşan bir kişi ile karşılaştır. Senin için onunla savaşayım. Ona karşı bana zafer nasip et, onu öldürüp, ganimetlerini alayım.
Dua bitince Abdullah b. Cahş, Sa’d’ın duasına “amin” dedikten sonra, kendi duasına başladı:
– Ey Allah’ım! Savaş başlayınca, beni son derece acımasız, kızgın ve savaşçı bir adamla karşılaştır. Senin için onunla savaşayım. O da benimle savaşarak beni şehit etsin. Elbisemi soyup, burnumu kulağımı kessin. Sana kavuştuğum zaman kesilen uzuvlarımı göstererek, “Ey Rabbim! Bunlar Senin ve Resulün uğrunda kesildi” diyeyim. Sen de, “Doğru söylüyorsun” diyerek beni tasdik et!
Sa’d şaşkın bir halde Abdullah b. Cahş’ı dinliyordu. Sa’d’dan ses çıkmadığını gören Abdullah ona dönerek:
– Amin desen ya! diyerek onu “amin” demeye zorladı. Sa’d da onu kırmayarak “amin” dedi.
Sa’d b. Ebu Vakkas anlatıyor:
– Vallahi, Abdullah b. Cahş’ın duası benim duamdan daha hayırlı idi. Günün sonuna doğru, onun kulak ve burnunu bir ipe dizili olarak gördüm. Ben de falan müşrikle karşılaştım, onu vurup öldürdüm. Elbiselerini aldım.”
Ebu-l Hakem b. Ahnes, Abdullah b. Cahş’ı şehit ettiğinde Abdullah’ın yaşı kırkı geçiyordu. İslam ordusu dağıldığı sırada o düşman karşısında dimdik ayakta duruyordu. Allah Resulü’nü (a.s.m.) korumak için yanına koştu. Hem ölümüne savaşıyor, hem mücahitleri savaşa teşvik ederek onları toparlamaya çalışıyordu.
Çok sert kılıç salıyor, önüne geleni deviriyordu. Sonunda kılıcı Abdullah b. Cahş’a ayak uyduramayıp param parça oldu. Bir anda kılıçsız kalmıştı. Şaşkın şaşkın etrafına bakınıyordu. Allah Resulü (a.s.m.) onun kılıcının kırıldığını görünce, ona bir hurma dalı uzattı. Dal bir anda Abdullah b. Cahş’ın elinde kılıca dönüştü. Cihad arzusu daha da artan Abdullah, hemen düşman safları arasına daldı. Düşmana göz açtırmadı. Aslanlar gibi savaşa savaşa şehit oldu.
Şehitler defnedildiklerinde Abdullah b. Cahş, dayısı Hz. Hamza ile birlikte aynı kabre konuldu.
(İbn Sa’d, Tabakât, 3:89; İbnü'l-Esîr, Üsdü’l-Gâbe, 2856. Sahabe; İbn Hacer, İsâbe, 4585. Sahabe; İbn Abdilberr, İstîab, 3:877; Ebu Nuaym, Hilyetü’l-Evliyâ, 1:239.)
Ehl-i Sünnetin Temel İnanç Esasları
Ehl-i sünnete göre dinin temel iki kaynağı vardır. Birincisi Kur’an-ı Kerim, ikincisi ise Hz. Peygamber’in sünnetidir. İman ve amel birbiriyle sıkı bir ilişki içerisindedir. Ancak ameller imana dâhil değildir. Bütün inananlar kardeştirler. Ehl-i kıbleyi tekfir etmek kesinlikle caiz değildir. Ehl-i kıble olmasına rağmen, büyük günah işleyenler, imandan çıkmazlar fakat günahkârdırlar. Ancak işledikleri günahlardan tövbe etmeleri farzdır.
Allah katında insanlar ancak takvayla üstünlük sağlarlar.
İman edilecek hususlar açısından iman artıp eksilmez. Ancak kalplerdeki iman nuru, Allah sevgisi, kulluk şuuru ve ibadet zevki, kulun haline, edebine ve niyetine göre artar ve eksilir. Sürekli işlenen günahlar kalbi öldürür, imanı zayıflatır ve ibadet neşesini yok eder.
Bütün müminler Allah’ın dostudur. Ancak müminlerden muttaki olanlar, takvada üstün olanlar Allah’ın veli kullarıdır. Allah dostlarından ve veli kullardan sadır olan kerametler haktır. Fakat velilik için keramet şart ve lazım değildir.
Ehl-i sünnet, sevdiğini Allah için sever, buğz ettiğine de Allah için buğz eder. Nefsi için kimseye düşman olmaz.
Ehl-i sünnet, bütün âlemlere rahmet olarak gönderilen Hz. Muhammed (s.a.s) Efendimizi hayatında örnek edinir. Bunun için bir Müslüman, hiçbir halde hiçbir kimseye zulüm yapamaz. Müslümanın temel ahlâkı, kusurları affetmek, insanları güzel öğüt ve ikna yoluyla hayra davet etmek, doğruyu yaşayarak göstermek ve herkese iyiliği emretmek ve kötülüklerden de sakındırmaktır.
Ehl-i Sünnete göre, ahirette peygamberlerin ve Allahu Teala’nın izin verdiği salihlerin şefaati haktır. Allahu Teala ahirette müminlere cemalini gösterecektir.
Eh-i Sünnete göre, Cennet ve cehennem ebedidir. Kalbinde zerre kadar iman ve Allah sevgisi ile ilâhî huzura gelenler, günahları yüzünden cehenneme girseler de, orada ebedî olarak kalmayacaklardır.
Gülistan Dergisi
Allah katında insanlar ancak takvayla üstünlük sağlarlar.
İman edilecek hususlar açısından iman artıp eksilmez. Ancak kalplerdeki iman nuru, Allah sevgisi, kulluk şuuru ve ibadet zevki, kulun haline, edebine ve niyetine göre artar ve eksilir. Sürekli işlenen günahlar kalbi öldürür, imanı zayıflatır ve ibadet neşesini yok eder.
Bütün müminler Allah’ın dostudur. Ancak müminlerden muttaki olanlar, takvada üstün olanlar Allah’ın veli kullarıdır. Allah dostlarından ve veli kullardan sadır olan kerametler haktır. Fakat velilik için keramet şart ve lazım değildir.
Ehl-i sünnet, sevdiğini Allah için sever, buğz ettiğine de Allah için buğz eder. Nefsi için kimseye düşman olmaz.
Ehl-i sünnet, bütün âlemlere rahmet olarak gönderilen Hz. Muhammed (s.a.s) Efendimizi hayatında örnek edinir. Bunun için bir Müslüman, hiçbir halde hiçbir kimseye zulüm yapamaz. Müslümanın temel ahlâkı, kusurları affetmek, insanları güzel öğüt ve ikna yoluyla hayra davet etmek, doğruyu yaşayarak göstermek ve herkese iyiliği emretmek ve kötülüklerden de sakındırmaktır.
Ehl-i Sünnete göre, ahirette peygamberlerin ve Allahu Teala’nın izin verdiği salihlerin şefaati haktır. Allahu Teala ahirette müminlere cemalini gösterecektir.
Eh-i Sünnete göre, Cennet ve cehennem ebedidir. Kalbinde zerre kadar iman ve Allah sevgisi ile ilâhî huzura gelenler, günahları yüzünden cehenneme girseler de, orada ebedî olarak kalmayacaklardır.
Gülistan Dergisi
11 Kasım 2008 Salı
Nebî'nin Nefesi Olmak
Arabistan Yarımadası nefesleri kesen bir dumandan boğuluyordu. Peygamber'in nefesiyle hayat bulmuş bu çöl coğrafyasının üç beş kör köşesinde körüklenen ateştendi yarımadanın her vahasına, vadisine, kasabasına çöken bu kesif duman. Nebevî dokunuşla mayalanmış ve sıkı bir bey'atle kenetlenmiş Arabistan halkı bir yandan Nebî'nin yokluk acısını sarmaya çalışırken, bir yandan da yarımada sathından yükselen boğuk seslere ve sahte nübüvvet nidalarına yanıyordu.
Ciğerleri yanan mü'minlerin gözü, Peygamber dostu taze halife Hz. Ebû Bekir'in üzerindeydi. Ancak Hz. Ebû Bekir ayrı bir telaş içindeydi. Peygamberin yarım kalmış bir işini tamamlama sorumluluğu, bütün öncelikleri geride bırakıyordu. Hastalığından kısa bir süre önce Nebî'nin Üsâme (r.a) komutasında Suriye bölgesine göndermeye hazırladığı ordu, onun vefatı nedeniyle yola çıkamamıştı. Nebî'nin ayrılışını müteakip Üsâme'nin çok genç ve tecrübesiz oluşu vurgulanıyor; irtidat ve sahte peygamberlerin toplumda yol açtığı infial ortadayken Üsâme ordusunun Suriye'ye gönderilmesiyle uğraşmanın uygun olmayacağı yönünde halifeye yoğun baskılar yapılıyordu. Bütün bunlar karşısında Hz. Ebû Bekir'in tavrı netti: Rasûlullah'ın niyetlendiği bu iş mutlaka tamamlanacaktı.
Üsâme ordusu, Hz. Ebû Bekir'in tarihe düşecek şu sözleriyle uğurlandı: "Davanıza ihanet etmeyin. Savaşta dahi insaftan ayrılmayın. Çocukları, yaşlıları, kadınları öldürmeyin, zulümde bulunmayın. Hurma ve diğer meyve ağaçlarını, koyun, keçi ve diğer hayvanları yemenin dışında bir amaçla kesmeyin, telef etmeyin. Kiliselerde ibadete çekilenlere rastlarsanız onları ibadetleri ile başbaşa bırakın. Size yiyecek, içecek ikram edilirse ‘Bismillah' demeden yeyip içmeyin."
İslâm için çok yararlı sonuçları olan bu seferden Üsâme bir çok ganimetle döndü ve Peygamberin yarım kalmış işini tamamlamak, yeni halifenin ilk icraatı oldu.
Peygamber rızası alan Hz. Ebû Bekir, ancak bundan sonra yarımadayı tehdit eden meselelere yönelebilirdi. Yarımadanın muhtelif yerlerinde peygamberlik iddiasında bulunanlarla, dinin bazı hükümleri konusunda muafiyet isteyenler konusunda acil çözümlere gidilmesi gerekiyordu. Sahte peygamberlerle savaş konusunda ihtilaf olmasa da, dine karşı yalnızca zekat vermeme noktasında direnç gösteren kitlelere karşı nasıl bir tavır takınılacağı yönünde farklı görüşler dile getirilmekteydi.
Hz. Ebû Bekir son noktayı koydu: Din tamamlanmıştı. Dinin öngördüğü hükümler bir bütündü. Bu bakımdan namaz ile zekât birbirinden ayrı düşünülemezdi. Hz. Ali'nin ifadesiyle, fırtınaların ve en şiddetli kasırgaların oynatamadığı bir dağı andıran Hz. Ebû Bekir, "Lâ ilâhe illallah" diyenlerle savaşmanın doğru olmayacağını söyleyen Hz. Ömer'e de, o yıl için zekât toplanmaması yönünde teklifte bulunanlara da yanaşmadı. Dinde çatlaklar açmayı hedefleyen bu yaklaşımlar, savaşı kaçınılmaz kılmaktaydı. Halife derhal harekete geçti ve 100 kişilik bir süvari birliğinin başına geçerek kabilesinin zekâtına el koyan ve Medine'ye saldırıya hazırlanan Hârice b. Hısn el-Fezârî ve taraftarlarının üzerine yürüdü. Arap yarımadasını kuşatmış bu yangına karşı Medine ve çevredeki kabilelerin de desteğini alan Halife, yola çıkacak ordunun başına geçmekte ısrar etse de, Hz. Ömer ve Hz. Ali'nin telkinleriyle zor zaptedilebildi. Zira Halife, Nebî'nin vekili sıfatıyla oturduğu Peygamber şehri Medine'den ayrılmamalıydı.
Ordunun başına, dalga dalga yayılan irtidat ateşinin söndürülmesinde büyük başarılar kazanacak olan bir isim getirildi. Meydanlarda adeta kükreyecek bu büyük kumandan, Hâlid b. Velid'den başkası değildi. Tuleyha, Secah, Müseylemetü'l-Kezzâb gibi sahte nübüvvet müddeilerinin maskelerinin bir bir düşürüldüğü savaşların ardından, önce yarımadanın Yemen ve Hadramut kolları Muhacir b. Ebi Ümeyye kumandasında sükunet buldu; ardından da Bahreyn ve Uman nefese kavuşturuldu.
Hz. Ebû Bekir'in kararlı ve azimli tutumlarıyla tüm yarımada sathında nebevî bir üfürüşün güçlü nefesi olmayı başaran Hâlid b. Velid, bu sefer de İslâm dininin hızla yayılacağı Kisrâ'nın topraklarında esmeye başladı. Basra körfezinin önemli yerleşim merkezleri ardarda İslâm topraklarına katıldı. Bu zengin coğrafyada açılan cephelerin ardından müslümanlar, Bizans iktidarının zulmü altındaki Suriye bölgelerinde ilerleyişe geçtiler. Önce Amr b. el-Âs, ardından Ebû Ubeyde b. Cerrah başkumandanlığında bir araya gelen birlikler Filistin bölgesinde fetihler gerçekleştirirken, bölgeye gelen Hâlid b. Velid ile güçlerini pekiştirdiler ve Filistin kapılarını müslümanlara açtılar. Hem sayı, hem de teknik bakımdan müslümanlara göre oldukça üstün olan İran ve Bizans karşısında kazanılan zaferler tarihe düştü ve dünya tarihinin en kalıcı ve hızlı fetihleri gerçekleşti.
Bir yıl gibi kısa bir süre içinde bastırılan irtidat yangını ve dönemin iki büyük gücü Sasanî ve Bizans karşısında gösterilen başarıların ardından Hz. Ebû Bekir bir başka alana el attı. Nebî'nin insanlığa mirası yüce Kitap, mushaf haline getirildi. Yalancı peygamberlerle yapılan savaşlar sırasında Kur'an-ı Kerim'i ezbere bilenlerden bir kısmının şehit olması bu süreci hızlandırmış; meşhur hâfız ve vahiy katiplerinden oluşan bir heyet denetiminde Kur'an ayetleri, Nebî'nin en son okuduğu sıra dikkate alınarak tek bir mushafta toplanmıştır.
Hz. Ebû Bekir, halife seçildikten altı ay kadar sonra evinin yanında kurduğu beytülmâl ile İslâm devletinin ilk hazinesinin de bânîsi olmuştur. Fethedilen topraklardan sağlanan ganimet ve fey gelirlerinin toplandığı bu kurum, evrensel bir adalet anlayışıyla yoğrulmuştur. Bu gelirlerin İslâm'a öncelik sırasına göre dağıtılmasının daha uygun olacağını söyleyen Hz. Ömer'e itiraz eden Hz. Ebû Bekir, İslâm'a girmedeki önceliğin mükâfatının ahirete kalması gerektiğini dile getirerek, dünyevî rızkın devlet başkanı tarafından tebea arasında eşit dağıtılması gerektiği ilkesini ortaya koymuştur. Çölün olumsuz şartlarında hayat süren bedevîye bu yolla belli bir zenginlik ve refah sunarken, Halife Rabbinin huzuruna eski elbiseleriyle çıkmayı yeğlemiştir. Vefat edince maaşının kalan kısmının beytülmâle iade edilmesini vasiyet eden Hz. Ebû Bekir'in tek bir arzusu vardır: Sevgililer sevgilisi Nebî'ye kabirde de komşu olmak. Nebî'den ilham alarak Arap yarımadasına üflediği nefes, ona şimdi kabirde serinlik olmuştur.
Ciğerleri yanan mü'minlerin gözü, Peygamber dostu taze halife Hz. Ebû Bekir'in üzerindeydi. Ancak Hz. Ebû Bekir ayrı bir telaş içindeydi. Peygamberin yarım kalmış bir işini tamamlama sorumluluğu, bütün öncelikleri geride bırakıyordu. Hastalığından kısa bir süre önce Nebî'nin Üsâme (r.a) komutasında Suriye bölgesine göndermeye hazırladığı ordu, onun vefatı nedeniyle yola çıkamamıştı. Nebî'nin ayrılışını müteakip Üsâme'nin çok genç ve tecrübesiz oluşu vurgulanıyor; irtidat ve sahte peygamberlerin toplumda yol açtığı infial ortadayken Üsâme ordusunun Suriye'ye gönderilmesiyle uğraşmanın uygun olmayacağı yönünde halifeye yoğun baskılar yapılıyordu. Bütün bunlar karşısında Hz. Ebû Bekir'in tavrı netti: Rasûlullah'ın niyetlendiği bu iş mutlaka tamamlanacaktı.
Üsâme ordusu, Hz. Ebû Bekir'in tarihe düşecek şu sözleriyle uğurlandı: "Davanıza ihanet etmeyin. Savaşta dahi insaftan ayrılmayın. Çocukları, yaşlıları, kadınları öldürmeyin, zulümde bulunmayın. Hurma ve diğer meyve ağaçlarını, koyun, keçi ve diğer hayvanları yemenin dışında bir amaçla kesmeyin, telef etmeyin. Kiliselerde ibadete çekilenlere rastlarsanız onları ibadetleri ile başbaşa bırakın. Size yiyecek, içecek ikram edilirse ‘Bismillah' demeden yeyip içmeyin."
İslâm için çok yararlı sonuçları olan bu seferden Üsâme bir çok ganimetle döndü ve Peygamberin yarım kalmış işini tamamlamak, yeni halifenin ilk icraatı oldu.
Peygamber rızası alan Hz. Ebû Bekir, ancak bundan sonra yarımadayı tehdit eden meselelere yönelebilirdi. Yarımadanın muhtelif yerlerinde peygamberlik iddiasında bulunanlarla, dinin bazı hükümleri konusunda muafiyet isteyenler konusunda acil çözümlere gidilmesi gerekiyordu. Sahte peygamberlerle savaş konusunda ihtilaf olmasa da, dine karşı yalnızca zekat vermeme noktasında direnç gösteren kitlelere karşı nasıl bir tavır takınılacağı yönünde farklı görüşler dile getirilmekteydi.
Hz. Ebû Bekir son noktayı koydu: Din tamamlanmıştı. Dinin öngördüğü hükümler bir bütündü. Bu bakımdan namaz ile zekât birbirinden ayrı düşünülemezdi. Hz. Ali'nin ifadesiyle, fırtınaların ve en şiddetli kasırgaların oynatamadığı bir dağı andıran Hz. Ebû Bekir, "Lâ ilâhe illallah" diyenlerle savaşmanın doğru olmayacağını söyleyen Hz. Ömer'e de, o yıl için zekât toplanmaması yönünde teklifte bulunanlara da yanaşmadı. Dinde çatlaklar açmayı hedefleyen bu yaklaşımlar, savaşı kaçınılmaz kılmaktaydı. Halife derhal harekete geçti ve 100 kişilik bir süvari birliğinin başına geçerek kabilesinin zekâtına el koyan ve Medine'ye saldırıya hazırlanan Hârice b. Hısn el-Fezârî ve taraftarlarının üzerine yürüdü. Arap yarımadasını kuşatmış bu yangına karşı Medine ve çevredeki kabilelerin de desteğini alan Halife, yola çıkacak ordunun başına geçmekte ısrar etse de, Hz. Ömer ve Hz. Ali'nin telkinleriyle zor zaptedilebildi. Zira Halife, Nebî'nin vekili sıfatıyla oturduğu Peygamber şehri Medine'den ayrılmamalıydı.
Ordunun başına, dalga dalga yayılan irtidat ateşinin söndürülmesinde büyük başarılar kazanacak olan bir isim getirildi. Meydanlarda adeta kükreyecek bu büyük kumandan, Hâlid b. Velid'den başkası değildi. Tuleyha, Secah, Müseylemetü'l-Kezzâb gibi sahte nübüvvet müddeilerinin maskelerinin bir bir düşürüldüğü savaşların ardından, önce yarımadanın Yemen ve Hadramut kolları Muhacir b. Ebi Ümeyye kumandasında sükunet buldu; ardından da Bahreyn ve Uman nefese kavuşturuldu.
Hz. Ebû Bekir'in kararlı ve azimli tutumlarıyla tüm yarımada sathında nebevî bir üfürüşün güçlü nefesi olmayı başaran Hâlid b. Velid, bu sefer de İslâm dininin hızla yayılacağı Kisrâ'nın topraklarında esmeye başladı. Basra körfezinin önemli yerleşim merkezleri ardarda İslâm topraklarına katıldı. Bu zengin coğrafyada açılan cephelerin ardından müslümanlar, Bizans iktidarının zulmü altındaki Suriye bölgelerinde ilerleyişe geçtiler. Önce Amr b. el-Âs, ardından Ebû Ubeyde b. Cerrah başkumandanlığında bir araya gelen birlikler Filistin bölgesinde fetihler gerçekleştirirken, bölgeye gelen Hâlid b. Velid ile güçlerini pekiştirdiler ve Filistin kapılarını müslümanlara açtılar. Hem sayı, hem de teknik bakımdan müslümanlara göre oldukça üstün olan İran ve Bizans karşısında kazanılan zaferler tarihe düştü ve dünya tarihinin en kalıcı ve hızlı fetihleri gerçekleşti.
Bir yıl gibi kısa bir süre içinde bastırılan irtidat yangını ve dönemin iki büyük gücü Sasanî ve Bizans karşısında gösterilen başarıların ardından Hz. Ebû Bekir bir başka alana el attı. Nebî'nin insanlığa mirası yüce Kitap, mushaf haline getirildi. Yalancı peygamberlerle yapılan savaşlar sırasında Kur'an-ı Kerim'i ezbere bilenlerden bir kısmının şehit olması bu süreci hızlandırmış; meşhur hâfız ve vahiy katiplerinden oluşan bir heyet denetiminde Kur'an ayetleri, Nebî'nin en son okuduğu sıra dikkate alınarak tek bir mushafta toplanmıştır.
Hz. Ebû Bekir, halife seçildikten altı ay kadar sonra evinin yanında kurduğu beytülmâl ile İslâm devletinin ilk hazinesinin de bânîsi olmuştur. Fethedilen topraklardan sağlanan ganimet ve fey gelirlerinin toplandığı bu kurum, evrensel bir adalet anlayışıyla yoğrulmuştur. Bu gelirlerin İslâm'a öncelik sırasına göre dağıtılmasının daha uygun olacağını söyleyen Hz. Ömer'e itiraz eden Hz. Ebû Bekir, İslâm'a girmedeki önceliğin mükâfatının ahirete kalması gerektiğini dile getirerek, dünyevî rızkın devlet başkanı tarafından tebea arasında eşit dağıtılması gerektiği ilkesini ortaya koymuştur. Çölün olumsuz şartlarında hayat süren bedevîye bu yolla belli bir zenginlik ve refah sunarken, Halife Rabbinin huzuruna eski elbiseleriyle çıkmayı yeğlemiştir. Vefat edince maaşının kalan kısmının beytülmâle iade edilmesini vasiyet eden Hz. Ebû Bekir'in tek bir arzusu vardır: Sevgililer sevgilisi Nebî'ye kabirde de komşu olmak. Nebî'den ilham alarak Arap yarımadasına üflediği nefes, ona şimdi kabirde serinlik olmuştur.
9 Kasım 2008 Pazar
Tevbenin Kısım ve Mertebeleri
Tevbe, inabe ve icabeden ibaret iki ana noktadan oluşur. İnabe: Kulun Allah-u Zülcelal'den korkarak isyanı terketmesidir. Kul, acizliğini ve cesaretini kullanarak, Allah korkusunu ve Allah-u Zülcelal'in azametini düşünürse, kalbine gelen şiddetli korkudan vücudu titrer. Bu yüzden isyanı terkeder.
İcabe: Kul, günahların, Allah-u Zülcelal ile kendi arasında bir yerde olduğunu düşünür. Allah-u Zülcelal'in kendine şah damarından daha yakın olduğunu murakebe ederek önceden işlediği günahlarından dolayı Allah-u Zülcelal'den haya eder. Ve bu haya, sahibini tevbeye sevkeder.
Tevbenin yapılış sekline ve tevbe eden kişinin durumuna göre birkaç kısma ayrılır. Genel olarak tevbe iki kısımdır.
A- Avamın tevbesi: Avamın tevbesi üç mertebededir:
a- Kâfirlerin tevbesi, İslamı kabul ederek inkârcılığı bırakmalarıdır.
b- Fasıkların tevbesi; aşağıda zikrettiğimiz hususlara dikkat ederek, işlemeye devam ettikleri günahların Allah-u Zülcelal tarafından bağışlanmasını dilemektir:
1-Geçmiş günahlardan pişmanlık duymak.
2-Yaşadığı anda, hata ve günah işlemekten çok sakınmak.
3- Zulmü terkederek her türlü varlığa karşı merhamet sahibi olmak.
4- Geçmiş olan farzların kazasına dikkat ve ifasına gayret etmek.
5- Nefsini terbiye ederek, taat ve ibadetleri severek yaptırmak.
6- Seher vakitlerinde çok çok ağlamak.
İşte bu ahir zamanda, insan boğazına kadar günah bataklığına gömüldüğü için tevbesinde durabilmekte çok gayret göstermekle birlikte, sohbet zikir ve ibadetlere ehemmiyet verip geri kalmaması lazımdır. Hele hele bir mürşid-i kâmile ittiba yoksa, çok zor duruma düşer. Bundan dolayı bir mürşid-i kâmilin tasarrufuna girip emir ve nehiylere özen göstermesi, ahiret ve dünya saadeti için en önemli yoldur.
c- Mü’minlerin tevbesi; gafletle, yanlışlıkla, bilmeyerek meydana gelen günahlardan pişmanlık duyarak Allah-u Zülcelal'den mağfiret dilemektir.
Allah-u Zülcelal mü'minlerin tevbesi hakkında şöyle buyurmuştur; "Allah, kötülüğü bilmeyerek yapıp da hemen tevbe edenlerin tevbesini kabul etmeyi üzerine almıştır. Allah işte onların tevbesini kabul eder. Allah, en iyi bilen ve herşeyi yerli yerinde olandır." (Nisa; 17)
B- Hasların tevbesi, bu da iki mertebededir:
a- Hasların tevbesi; fikir hatalarından dolayı kalbe, Allah-u Zülcelal'in rızasının hilafına arız olan duygu ve düşüncelerden, dünya sevgisinden bir an bile olsa gafletten dolayı duyulan pişmanlık ve bunların affını Allah-u Zülcelal'den niyaz etmektir.
b- Hasların hası kamil insanların tevbesi; kalbe Allah-u Zülcelal'den başkasının girmesi ve bu vesile ile kalbin az bir zaman dahi olsa Allah-u Zülcelal'den başka şeylerle meşgul olmasından dolayı pişmanlık duyup, bu hususların affını Allah-u Zülcelal'den istemektir. Peygamber Efendimiz sallallahu aleyhi ve sellem bu hususa işaret ederek şöyle buyurmuştur: "Kalbime öyle şeyler gelir ki, her gün ve her gece bunlardan yetmiş defa Allah'a istiğfar ederim." (Müslim, Zikir:41, Ebu Davud, Vitr:26)
İcabe: Kul, günahların, Allah-u Zülcelal ile kendi arasında bir yerde olduğunu düşünür. Allah-u Zülcelal'in kendine şah damarından daha yakın olduğunu murakebe ederek önceden işlediği günahlarından dolayı Allah-u Zülcelal'den haya eder. Ve bu haya, sahibini tevbeye sevkeder.
Tevbenin yapılış sekline ve tevbe eden kişinin durumuna göre birkaç kısma ayrılır. Genel olarak tevbe iki kısımdır.
A- Avamın tevbesi: Avamın tevbesi üç mertebededir:
a- Kâfirlerin tevbesi, İslamı kabul ederek inkârcılığı bırakmalarıdır.
b- Fasıkların tevbesi; aşağıda zikrettiğimiz hususlara dikkat ederek, işlemeye devam ettikleri günahların Allah-u Zülcelal tarafından bağışlanmasını dilemektir:
1-Geçmiş günahlardan pişmanlık duymak.
2-Yaşadığı anda, hata ve günah işlemekten çok sakınmak.
3- Zulmü terkederek her türlü varlığa karşı merhamet sahibi olmak.
4- Geçmiş olan farzların kazasına dikkat ve ifasına gayret etmek.
5- Nefsini terbiye ederek, taat ve ibadetleri severek yaptırmak.
6- Seher vakitlerinde çok çok ağlamak.
İşte bu ahir zamanda, insan boğazına kadar günah bataklığına gömüldüğü için tevbesinde durabilmekte çok gayret göstermekle birlikte, sohbet zikir ve ibadetlere ehemmiyet verip geri kalmaması lazımdır. Hele hele bir mürşid-i kâmile ittiba yoksa, çok zor duruma düşer. Bundan dolayı bir mürşid-i kâmilin tasarrufuna girip emir ve nehiylere özen göstermesi, ahiret ve dünya saadeti için en önemli yoldur.
c- Mü’minlerin tevbesi; gafletle, yanlışlıkla, bilmeyerek meydana gelen günahlardan pişmanlık duyarak Allah-u Zülcelal'den mağfiret dilemektir.
Allah-u Zülcelal mü'minlerin tevbesi hakkında şöyle buyurmuştur; "Allah, kötülüğü bilmeyerek yapıp da hemen tevbe edenlerin tevbesini kabul etmeyi üzerine almıştır. Allah işte onların tevbesini kabul eder. Allah, en iyi bilen ve herşeyi yerli yerinde olandır." (Nisa; 17)
B- Hasların tevbesi, bu da iki mertebededir:
a- Hasların tevbesi; fikir hatalarından dolayı kalbe, Allah-u Zülcelal'in rızasının hilafına arız olan duygu ve düşüncelerden, dünya sevgisinden bir an bile olsa gafletten dolayı duyulan pişmanlık ve bunların affını Allah-u Zülcelal'den niyaz etmektir.
b- Hasların hası kamil insanların tevbesi; kalbe Allah-u Zülcelal'den başkasının girmesi ve bu vesile ile kalbin az bir zaman dahi olsa Allah-u Zülcelal'den başka şeylerle meşgul olmasından dolayı pişmanlık duyup, bu hususların affını Allah-u Zülcelal'den istemektir. Peygamber Efendimiz sallallahu aleyhi ve sellem bu hususa işaret ederek şöyle buyurmuştur: "Kalbime öyle şeyler gelir ki, her gün ve her gece bunlardan yetmiş defa Allah'a istiğfar ederim." (Müslim, Zikir:41, Ebu Davud, Vitr:26)
Tevbe-i Nasuh
Allah-u Zülcelal ayet-i kerimede şöyle buyurmuştur:
"Ancak tevbe edip inanan ve salih amel işleyenler, İşte Allah onların kötülüklerini iyiliklere çevirecektir. Allah çok bağışlayan ve çok esirgeyendir." (Furkan; 70)
Nasuh tevbesi demek; geçmişte işlenen günahlara pişmanlık duymak, derhal o günahlardan sıyrılıp çıkmak, bir daha da o gibi günahlara girmemeye de kesin kararlı olmaktır. Tevbe tüm hayırların anahtarıdır ve mü'minlerin kurtuluşu tevbededir.
Hasan-ı Basri' den rivayet edildiğine göre, Allah-u Zülcelal şeytanı dergahından kovunca, şeytan Allah-u Zülcelal'e: "Ululuğun hakkı için, ademoğlunun ruhu cesedinden ayrılmadıkça, bende onu rahat bırakmam." dedi. Allah-u Zülcelal de şeytana şu cevabı verdi: "Ululuğum ve yüceliğim hakkı için, ben de kulumun canı boğazına gelinceye kadar tevbe kapısını önünde açık tutarım."
Anlatıldığına göre, Allah-u Zülcelal Davud (A.S)'a şöyle buyurmuştur: "Ey Davud! Benden yüz çevirenleri benim nasıl beklediğimi, günahları terk edip bana yönelenleri nasıl arzu ettiğimi bilseydiler, hemen bana yönelirlerdi. İşte benden yüz çevirenlere karşı muamelem budur. Bana yönelenlere karşı muamelemin nasıl olacağını sen düşün!"
Burada dikkat edilmesi gereken nokta şudur ki; bilindiği gibi her baba çocuğunu aşık olmuşcasına sever. Bir çocuk aniden babasından yüz çeviripte kaçarsa, o şevkatli baba bir an önce çocuğunun evine dönmesini ister. Allah-u Zülcelal'in merhameti kulların merhametinden daha fazladır. Herkes kendisine sormalıdır! Bu kadar şevkat ve merhamet sahibi olan Rabb'imize, muhabbet beslemek, tevbe edip O'na layık bir kul olmaya çalışmak hak değil midir?
İnsan ne isterse Allah-u Zülcelal onu o kuluna veriyor. İnsanın tek çaresi hatalarını itiraf edip, merhametlilerin en merhametlisi olan Allah-u Zülcelal'e yönelmektir.
Allah-u Zülcelal' in kullarına dönük rahmetine ve esirgeyiciliğine bakın! O, ne kadar çok merhamet sahibidir. O kullarını affetmek için küçük bir bahane arıyor. Onun için her zaman tevbe ederek Allah' a yönelmeliyiz ve beş vakit namazı zamanında kılmaya gayret etmeliyiz. Çünkü Allah-u Zülcelal, beş vakit namazı, büyükleri dışında kalan tüm günahlardan arınma vesilesi kılmıştır. Gerçekten eski insanlar bir defa Allah-u Zülcelal' e söz veriyorlardı ve bir daha sözlerinden dönmüyorlardı.
Hasan-ı Basri bir gün, arkadaşları ile yolda yürüyordu. Karşısına devlet erkanının çocuklarından biri çıktı, hizmetçileri ve yardımcıları da beraberinde idi. Kendisi de atın üstündeydi. Hasan-ı Basri yol ortasında durdu ve: "Ey Emiroğlu, ben bir cümle satıyorum, alır mısın?" dedi.
Emiroğlu: "Kaç dirhem gümüşe satıyorsun?" diye sordu. Hasan-ı Basri: "Bir dirhem gümüşe sattığım var, iki dirhem gümüşe sattığım var." dedi. Emiroğlu: "Önce, bana bir dirhem gümüşe sattığın cümleyi söyle." dedi. Bunun üzerine Hasan-ı Basri: "Ey Emiroğlu, senin evin var mı?" diye sordu. O da: "Var!" dedi.
Hasan-ı Basri: "O evi sen mi yaptırdın, yoksa sana miras mı kaldı?" diye sordu. Emiroğlu: "Ben yaptırdım." diye cevap verdi. Hasan-ı Basri: "Ne kadar sürede yaptırdın?" diye sordu. Emiroğlu: "Şu kadar sürede yaptırdım." dedi. Hasan-ı Basri: "Neden daha kısa bir sürede yaptırmadın?" diye sordu. Emiroğlu: "O binanın taşını taşıyan eşeğe acıdım, bunun için de, kısa zamanda yapamadım." dedi. Bunun üzerine Hasan-ı Basri: "Ey Emiroğlu, başkasının eşeğine acıyorsun. Ama günahların, masiyetin yükünü çeken nefsine acımıyorsun. Hem de günahlar, masiyetler dağlar, tepeler gibi yığılmış iken!" dedi.
Hasan-ı Basri' nin bu sözü Emiroğlu'na tesir etti. Hemen atından indi, Hasan-ı Basri'nin elini öptü ve: "Ya Şeyh, iki dirhem gümüşe sattığın cümleyi de bana söyle!" dedi. Bunun üzerine Hasan-ı Basri: "Nereye gidiyorsun?" diye sordu. Emiroğlu: "Kardeşlerle bir memurluk meselesi için devlet başkanının yanına gidiyorum." diye cevap verdi. Hasan-ı Basri: "Haline bir bak ki, değerli elbiseler giymişsin. Güzel kokular sürünmüşsün ki; onlara karşı mahcup olmayasın. Halbuki, onlar da senin gibi bir insan! Yarın Peygamberlerin, salih zatların yanına gittiğin zaman; bu kadar çok günahla, isyan kiri ile utanmayacak mısın?" dedi.
Bu sözler Emiroğlu'na daha çok tesir etti. Hemen atını kölesine bağışladı. Bundan sonra Hasan-ı Basri'nin elini tutup tevbe ve biat etti. Ölünceye kadar ibadet ve taat işleri ile meşgul oldu.
İşte onlar tevbe ettikten sonra, bir daha aynı hatayı işlemiyorlardı. Allah-u Zülcelal' in merhametine sığınıp günaha dönmüyorlardı. Nitekim Allah-u Zülcelal ayet-i kerimede şöyle buyurmuştur:
"O, kullarının tevbesini kabul eden, kötülükleri bağışlayan ve yaptıklarınızı bilendir." (Şura: 25)
Abdullah İbn-i Mes'ud (R.A)' dan rivayet edildiğine göre, Hz. Peygamber (S.A.V) hadis-i şerifte şöyle buyurmuştur:
"Günahından tevbe eden kimse hiç günah işlememiş gibidir." (İbn Mace)
Yani insan, anasından doğduğu zaman, nasıl günahsız ve tertemiz olarak dünyaya geliyorsa, günahından tevbe eden kimse de anasından yeni doğup, günahsız ve tertemiz dünyaya gelmiş gibi olur. Allah-u Zülcelal çok merhametlidir. Bizlere çok büyük bir nimet olarak tevbe kapısını açmıştır.
Anlatıldığına göre bir adam, bir gün pazara gidip bir hıristiyan köle satın alır ve İslam dininin güzelliğini köleye anlatır. Köle kelime-i şehadet getirerek müslüman olur. Sonra, hesap yapabilmesi için köleye rakamları öğretmeye çalışır. Adam bir dediği zaman köle de bir der. Adam iki dediği zaman, köle: "Hayır iki diyemem, ben Allah'a söz verdim. Çünkü ben bir olan Allah'a secde ediyorum." diye karşılık verir. Kölenin efendisi de, köleyi Allah için azad eder.
İşte onların Allah'a bağlılıkları böyleydi. İnsanın Allah-u Zülcelal'e karşı vermiş olduğu sözde durması lazımdır. Evet, Allah-u Zülcelal çok merhamet sahibidir. Allah'ın merhameti neredeyse o tarafa meyilli olalım. İslam tarihine baktığımız zaman, İslam dinine göre, şimdiki insanların davranışları ile o zamanki insanların davranışları birbirinden çok farklıdır. Bunun için Allah-u Zülcelal'e çok yalvarmamız lazımdır.
Cüneyd-i Bağdadi şöyle anlatmıştır:
"Bir gün rüya aleminde ya da hal esnasında gördüm ki, şeytan çıplak olarak insanlarla oynuyor. Ona dedim ki: "Ey Lain, sen o kadar hayasızsın ki, insanlarla çıplak olarak oynuyorsun." Şeytan: "Bunlar insan mıdır? Bunlar insan değil ki, ben onlardan haya edeyim. Bunların Allah ile hiç bir alakası yoktur." diye karşılık verdi. Ona: "Peki seni yakan insanlar kimdir?" diye sordum. Şeytan "Filan camiye git, orada bazı insanlar görürsün, işte onlar beni yakıp mahvettiler." diye cevap verdi. Şeytana: "Onlar seni ne ile yakıyorlar?" diye sordum.
Şeytan: "Ben onları aldatmak için yanlarına yaklaşıyorum; hemen "Allah" diyorlar. Bu sebeple beni yakıyorlar." diye cevap verdi. Bu halden sonra uyandım baktım ki, gece yarısıdır. Hemen o camiye gittim. Oradakilere selam verdim ve birisi bana dönerek: "Sen o köpeğe inanma!" dedi. Anladım ki onlar, benim bu halimden haberdardırlar." İşte onlar, daima Allah-u Zülcelal ile beraber bulunuyorlardı. İnsan Allah' la beraber bulunduğu zaman, Allah-u Zülcelal' in kudret ve azametinin karşısında kimsenin duramayacağını anlar.
Onun için sahabeler, Hz. Peygamber (S.A.V)'e:
"Ya Rasulallah, Allah'ın velileri kimdir?" diye sormuşlar, Hz. Peygamber (S.A.V) de şöyle cevap vermiştir: "Görüldüklerinde Allah'ı hatırlatan kimselerdir." (İbn Mace, İbn Ebi'd-Dünya)
Çünkü evliyalar daima Allah-u Zülcelal'den bahsederler. Onun için her zaman iyi kişilerle beraber olup, onların sohbetlerine gitmek gereklidir.
Bir mürşid-i kamile: "Sizin işiniz nedir, ne ile meşgulsunuz?" diye sorduklarında: "Bizim işimiz, çözmek ve bağlamaktır." cevabını vermiş, tekrar: "Bağlamak ve çözmek ne demektir bizi aydınlatır mısınız?" diye sorduklarında, şöyle cevap vermiştir: "Biz, bize gelen kimselerin kalplerini dünyadan çözer, ahirete bağlarız."
İşte bu söz, çok doğru bir sözdür. Allah'a ulaşabilmek için bir Allah dostuna ihtiyaç vardır. İnsan ancak bir Allah dostu vasıtasıyla Allah'a ulaşabilir. Bu yolu takip etmek lazımdır, aksi halde Allah'a ulaşmak çok zor olur. İnsan devamlı zikir ve sohbet meclislerine gittiği zaman, günahkar da olsa,. Allah-u Zülcelal'in af ve mağfiretine mazhar olur. Nasıl, kar güneşin karşısında eriyorsa, günahlar da o şekilde eriyip yok olur.
Hz. Peygamber (S.A.V) şöyle buyurmuştur:
"İyi insanla kötü insanın yanında oturanların hali, misk satanla demirci körüğü çekenin yanlarında oturanın hali gibidir. Miskçinin yanında oturursan ya sana misk verir veya satın alırsın, yahut onun güzel kokusundan faydalanırsın. Demirci körüğü çekene gelince, ya elbiseni yakar, yahut onun pis kokusundan rahatsız olursun." (Buhari, Müslim)
Anlatıldığına göre, Ka'bü'l-Ahbar şöyle demiştir:
"Allah-u Zülcelal mahlukatı yaratmadan önce iki cümle yazıp Arş'ın altına astı. Bu cümlelerden birincisi şöyledir: Kötü arkadaşlarla düşüp kalkan kimse, tüm iyi kulların amelleri kadar iyi amel işlese bile ben onun tüm amellerini kötülüklere çevirerek kıyamet günü kendisini kötülerle birlikte haşrederim.
Diğer cümle de şöyledir: İyi arkadaşlarla düşüp kalkan kimse, tüm kötülerin kötülükleri kadar günah işlese bile, ben onun kötülüklerini iyi amellere çevirerek kıyamet günü, kendisini iyilerle birlikte haşrederim." Bilindiği gibi, kötü arkadaşlarla düşüp kalkan kimse, iyi amellerini bir kenara bırakır ve kötülüklere yönelir. İyi arkadaşlarla düşüp kalkan kimse ise, kötü amelleri bırakır, pişman olur ve iyi amellere yönelir.
Evliyalarla, salih kimselerle beraber olan kişilerin Allah' a muhabbetleri artar. Marifetullah sahibi olurlar. İbadetler tatlı gelmeye başlar, günahlar ise onlar için çirkinleşir, iğrençleşir. Allah' ın aşkı, sevgisi kalplerine dolar. İnsan ibadetlerinde ne kadar kusurlu olduğunu, nefsinin ne kadar zelil olduğunu, Allah' ın azametine karşı kendi acizliğini anlar. İşte bunlar iyi kişilerle, evliyalarla beraber olmanın faydalarıdır.
Onun için insan Allah-u Zülcelal'in yolunda sapmadan doğru bir şekilde yürüyebilmek için daima iyi kişilerle birlikte olmalıdır. Böyle kimselerle beraber olmak hem Allah-u Zülcelal'i, hem Hz. Peygamber (S.A.V)'i hem de evliyaları razı eder.
Allah-u Zülcelal kendi fazlı ve keremi ile bizlere muamele etsin ve hepimize razı olacağı şekilde salih amel nasip etsin...
"Ancak tevbe edip inanan ve salih amel işleyenler, İşte Allah onların kötülüklerini iyiliklere çevirecektir. Allah çok bağışlayan ve çok esirgeyendir." (Furkan; 70)
Nasuh tevbesi demek; geçmişte işlenen günahlara pişmanlık duymak, derhal o günahlardan sıyrılıp çıkmak, bir daha da o gibi günahlara girmemeye de kesin kararlı olmaktır. Tevbe tüm hayırların anahtarıdır ve mü'minlerin kurtuluşu tevbededir.
Hasan-ı Basri' den rivayet edildiğine göre, Allah-u Zülcelal şeytanı dergahından kovunca, şeytan Allah-u Zülcelal'e: "Ululuğun hakkı için, ademoğlunun ruhu cesedinden ayrılmadıkça, bende onu rahat bırakmam." dedi. Allah-u Zülcelal de şeytana şu cevabı verdi: "Ululuğum ve yüceliğim hakkı için, ben de kulumun canı boğazına gelinceye kadar tevbe kapısını önünde açık tutarım."
Anlatıldığına göre, Allah-u Zülcelal Davud (A.S)'a şöyle buyurmuştur: "Ey Davud! Benden yüz çevirenleri benim nasıl beklediğimi, günahları terk edip bana yönelenleri nasıl arzu ettiğimi bilseydiler, hemen bana yönelirlerdi. İşte benden yüz çevirenlere karşı muamelem budur. Bana yönelenlere karşı muamelemin nasıl olacağını sen düşün!"
Burada dikkat edilmesi gereken nokta şudur ki; bilindiği gibi her baba çocuğunu aşık olmuşcasına sever. Bir çocuk aniden babasından yüz çeviripte kaçarsa, o şevkatli baba bir an önce çocuğunun evine dönmesini ister. Allah-u Zülcelal'in merhameti kulların merhametinden daha fazladır. Herkes kendisine sormalıdır! Bu kadar şevkat ve merhamet sahibi olan Rabb'imize, muhabbet beslemek, tevbe edip O'na layık bir kul olmaya çalışmak hak değil midir?
İnsan ne isterse Allah-u Zülcelal onu o kuluna veriyor. İnsanın tek çaresi hatalarını itiraf edip, merhametlilerin en merhametlisi olan Allah-u Zülcelal'e yönelmektir.
Allah-u Zülcelal' in kullarına dönük rahmetine ve esirgeyiciliğine bakın! O, ne kadar çok merhamet sahibidir. O kullarını affetmek için küçük bir bahane arıyor. Onun için her zaman tevbe ederek Allah' a yönelmeliyiz ve beş vakit namazı zamanında kılmaya gayret etmeliyiz. Çünkü Allah-u Zülcelal, beş vakit namazı, büyükleri dışında kalan tüm günahlardan arınma vesilesi kılmıştır. Gerçekten eski insanlar bir defa Allah-u Zülcelal' e söz veriyorlardı ve bir daha sözlerinden dönmüyorlardı.
Hasan-ı Basri bir gün, arkadaşları ile yolda yürüyordu. Karşısına devlet erkanının çocuklarından biri çıktı, hizmetçileri ve yardımcıları da beraberinde idi. Kendisi de atın üstündeydi. Hasan-ı Basri yol ortasında durdu ve: "Ey Emiroğlu, ben bir cümle satıyorum, alır mısın?" dedi.
Emiroğlu: "Kaç dirhem gümüşe satıyorsun?" diye sordu. Hasan-ı Basri: "Bir dirhem gümüşe sattığım var, iki dirhem gümüşe sattığım var." dedi. Emiroğlu: "Önce, bana bir dirhem gümüşe sattığın cümleyi söyle." dedi. Bunun üzerine Hasan-ı Basri: "Ey Emiroğlu, senin evin var mı?" diye sordu. O da: "Var!" dedi.
Hasan-ı Basri: "O evi sen mi yaptırdın, yoksa sana miras mı kaldı?" diye sordu. Emiroğlu: "Ben yaptırdım." diye cevap verdi. Hasan-ı Basri: "Ne kadar sürede yaptırdın?" diye sordu. Emiroğlu: "Şu kadar sürede yaptırdım." dedi. Hasan-ı Basri: "Neden daha kısa bir sürede yaptırmadın?" diye sordu. Emiroğlu: "O binanın taşını taşıyan eşeğe acıdım, bunun için de, kısa zamanda yapamadım." dedi. Bunun üzerine Hasan-ı Basri: "Ey Emiroğlu, başkasının eşeğine acıyorsun. Ama günahların, masiyetin yükünü çeken nefsine acımıyorsun. Hem de günahlar, masiyetler dağlar, tepeler gibi yığılmış iken!" dedi.
Hasan-ı Basri' nin bu sözü Emiroğlu'na tesir etti. Hemen atından indi, Hasan-ı Basri'nin elini öptü ve: "Ya Şeyh, iki dirhem gümüşe sattığın cümleyi de bana söyle!" dedi. Bunun üzerine Hasan-ı Basri: "Nereye gidiyorsun?" diye sordu. Emiroğlu: "Kardeşlerle bir memurluk meselesi için devlet başkanının yanına gidiyorum." diye cevap verdi. Hasan-ı Basri: "Haline bir bak ki, değerli elbiseler giymişsin. Güzel kokular sürünmüşsün ki; onlara karşı mahcup olmayasın. Halbuki, onlar da senin gibi bir insan! Yarın Peygamberlerin, salih zatların yanına gittiğin zaman; bu kadar çok günahla, isyan kiri ile utanmayacak mısın?" dedi.
Bu sözler Emiroğlu'na daha çok tesir etti. Hemen atını kölesine bağışladı. Bundan sonra Hasan-ı Basri'nin elini tutup tevbe ve biat etti. Ölünceye kadar ibadet ve taat işleri ile meşgul oldu.
İşte onlar tevbe ettikten sonra, bir daha aynı hatayı işlemiyorlardı. Allah-u Zülcelal' in merhametine sığınıp günaha dönmüyorlardı. Nitekim Allah-u Zülcelal ayet-i kerimede şöyle buyurmuştur:
"O, kullarının tevbesini kabul eden, kötülükleri bağışlayan ve yaptıklarınızı bilendir." (Şura: 25)
Abdullah İbn-i Mes'ud (R.A)' dan rivayet edildiğine göre, Hz. Peygamber (S.A.V) hadis-i şerifte şöyle buyurmuştur:
"Günahından tevbe eden kimse hiç günah işlememiş gibidir." (İbn Mace)
Yani insan, anasından doğduğu zaman, nasıl günahsız ve tertemiz olarak dünyaya geliyorsa, günahından tevbe eden kimse de anasından yeni doğup, günahsız ve tertemiz dünyaya gelmiş gibi olur. Allah-u Zülcelal çok merhametlidir. Bizlere çok büyük bir nimet olarak tevbe kapısını açmıştır.
Anlatıldığına göre bir adam, bir gün pazara gidip bir hıristiyan köle satın alır ve İslam dininin güzelliğini köleye anlatır. Köle kelime-i şehadet getirerek müslüman olur. Sonra, hesap yapabilmesi için köleye rakamları öğretmeye çalışır. Adam bir dediği zaman köle de bir der. Adam iki dediği zaman, köle: "Hayır iki diyemem, ben Allah'a söz verdim. Çünkü ben bir olan Allah'a secde ediyorum." diye karşılık verir. Kölenin efendisi de, köleyi Allah için azad eder.
İşte onların Allah'a bağlılıkları böyleydi. İnsanın Allah-u Zülcelal'e karşı vermiş olduğu sözde durması lazımdır. Evet, Allah-u Zülcelal çok merhamet sahibidir. Allah'ın merhameti neredeyse o tarafa meyilli olalım. İslam tarihine baktığımız zaman, İslam dinine göre, şimdiki insanların davranışları ile o zamanki insanların davranışları birbirinden çok farklıdır. Bunun için Allah-u Zülcelal'e çok yalvarmamız lazımdır.
Cüneyd-i Bağdadi şöyle anlatmıştır:
"Bir gün rüya aleminde ya da hal esnasında gördüm ki, şeytan çıplak olarak insanlarla oynuyor. Ona dedim ki: "Ey Lain, sen o kadar hayasızsın ki, insanlarla çıplak olarak oynuyorsun." Şeytan: "Bunlar insan mıdır? Bunlar insan değil ki, ben onlardan haya edeyim. Bunların Allah ile hiç bir alakası yoktur." diye karşılık verdi. Ona: "Peki seni yakan insanlar kimdir?" diye sordum. Şeytan "Filan camiye git, orada bazı insanlar görürsün, işte onlar beni yakıp mahvettiler." diye cevap verdi. Şeytana: "Onlar seni ne ile yakıyorlar?" diye sordum.
Şeytan: "Ben onları aldatmak için yanlarına yaklaşıyorum; hemen "Allah" diyorlar. Bu sebeple beni yakıyorlar." diye cevap verdi. Bu halden sonra uyandım baktım ki, gece yarısıdır. Hemen o camiye gittim. Oradakilere selam verdim ve birisi bana dönerek: "Sen o köpeğe inanma!" dedi. Anladım ki onlar, benim bu halimden haberdardırlar." İşte onlar, daima Allah-u Zülcelal ile beraber bulunuyorlardı. İnsan Allah' la beraber bulunduğu zaman, Allah-u Zülcelal' in kudret ve azametinin karşısında kimsenin duramayacağını anlar.
Onun için sahabeler, Hz. Peygamber (S.A.V)'e:
"Ya Rasulallah, Allah'ın velileri kimdir?" diye sormuşlar, Hz. Peygamber (S.A.V) de şöyle cevap vermiştir: "Görüldüklerinde Allah'ı hatırlatan kimselerdir." (İbn Mace, İbn Ebi'd-Dünya)
Çünkü evliyalar daima Allah-u Zülcelal'den bahsederler. Onun için her zaman iyi kişilerle beraber olup, onların sohbetlerine gitmek gereklidir.
Bir mürşid-i kamile: "Sizin işiniz nedir, ne ile meşgulsunuz?" diye sorduklarında: "Bizim işimiz, çözmek ve bağlamaktır." cevabını vermiş, tekrar: "Bağlamak ve çözmek ne demektir bizi aydınlatır mısınız?" diye sorduklarında, şöyle cevap vermiştir: "Biz, bize gelen kimselerin kalplerini dünyadan çözer, ahirete bağlarız."
İşte bu söz, çok doğru bir sözdür. Allah'a ulaşabilmek için bir Allah dostuna ihtiyaç vardır. İnsan ancak bir Allah dostu vasıtasıyla Allah'a ulaşabilir. Bu yolu takip etmek lazımdır, aksi halde Allah'a ulaşmak çok zor olur. İnsan devamlı zikir ve sohbet meclislerine gittiği zaman, günahkar da olsa,. Allah-u Zülcelal'in af ve mağfiretine mazhar olur. Nasıl, kar güneşin karşısında eriyorsa, günahlar da o şekilde eriyip yok olur.
Hz. Peygamber (S.A.V) şöyle buyurmuştur:
"İyi insanla kötü insanın yanında oturanların hali, misk satanla demirci körüğü çekenin yanlarında oturanın hali gibidir. Miskçinin yanında oturursan ya sana misk verir veya satın alırsın, yahut onun güzel kokusundan faydalanırsın. Demirci körüğü çekene gelince, ya elbiseni yakar, yahut onun pis kokusundan rahatsız olursun." (Buhari, Müslim)
Anlatıldığına göre, Ka'bü'l-Ahbar şöyle demiştir:
"Allah-u Zülcelal mahlukatı yaratmadan önce iki cümle yazıp Arş'ın altına astı. Bu cümlelerden birincisi şöyledir: Kötü arkadaşlarla düşüp kalkan kimse, tüm iyi kulların amelleri kadar iyi amel işlese bile ben onun tüm amellerini kötülüklere çevirerek kıyamet günü kendisini kötülerle birlikte haşrederim.
Diğer cümle de şöyledir: İyi arkadaşlarla düşüp kalkan kimse, tüm kötülerin kötülükleri kadar günah işlese bile, ben onun kötülüklerini iyi amellere çevirerek kıyamet günü, kendisini iyilerle birlikte haşrederim." Bilindiği gibi, kötü arkadaşlarla düşüp kalkan kimse, iyi amellerini bir kenara bırakır ve kötülüklere yönelir. İyi arkadaşlarla düşüp kalkan kimse ise, kötü amelleri bırakır, pişman olur ve iyi amellere yönelir.
Evliyalarla, salih kimselerle beraber olan kişilerin Allah' a muhabbetleri artar. Marifetullah sahibi olurlar. İbadetler tatlı gelmeye başlar, günahlar ise onlar için çirkinleşir, iğrençleşir. Allah' ın aşkı, sevgisi kalplerine dolar. İnsan ibadetlerinde ne kadar kusurlu olduğunu, nefsinin ne kadar zelil olduğunu, Allah' ın azametine karşı kendi acizliğini anlar. İşte bunlar iyi kişilerle, evliyalarla beraber olmanın faydalarıdır.
Onun için insan Allah-u Zülcelal'in yolunda sapmadan doğru bir şekilde yürüyebilmek için daima iyi kişilerle birlikte olmalıdır. Böyle kimselerle beraber olmak hem Allah-u Zülcelal'i, hem Hz. Peygamber (S.A.V)'i hem de evliyaları razı eder.
Allah-u Zülcelal kendi fazlı ve keremi ile bizlere muamele etsin ve hepimize razı olacağı şekilde salih amel nasip etsin...
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)
Blog Arşivi
-
▼
2008
(34)
- ► 06/22 - 06/29 (5)
- ► 09/21 - 09/28 (1)
- ► 10/12 - 10/19 (4)
- ► 10/19 - 10/26 (3)
- ► 10/26 - 11/02 (2)
- ► 11/02 - 11/09 (5)
- ▼ 11/09 - 11/16 (6)
- ► 11/16 - 11/23 (7)
- ► 12/21 - 12/28 (1)
-
►
2009
(16)
- ► 01/11 - 01/18 (1)
- ► 03/01 - 03/08 (1)
- ► 04/26 - 05/03 (1)
- ► 06/14 - 06/21 (2)
- ► 06/21 - 06/28 (1)
- ► 06/28 - 07/05 (2)
- ► 07/05 - 07/12 (2)
- ► 07/19 - 07/26 (1)
- ► 09/20 - 09/27 (1)
- ► 09/27 - 10/04 (1)
- ► 11/08 - 11/15 (1)
- ► 11/15 - 11/22 (2)
-
►
2010
(16)
- ► 04/11 - 04/18 (3)
- ► 05/02 - 05/09 (1)
- ► 06/06 - 06/13 (1)
- ► 06/13 - 06/20 (1)
- ► 06/27 - 07/04 (3)
- ► 10/03 - 10/10 (2)
- ► 10/17 - 10/24 (1)
- ► 10/24 - 10/31 (1)
- ► 10/31 - 11/07 (1)
- ► 11/21 - 11/28 (1)
- ► 11/28 - 12/05 (1)
-
►
2011
(22)
- ► 01/02 - 01/09 (1)
- ► 01/23 - 01/30 (1)
- ► 02/20 - 02/27 (1)
- ► 03/06 - 03/13 (2)
- ► 05/15 - 05/22 (1)
- ► 05/29 - 06/05 (1)
- ► 06/12 - 06/19 (1)
- ► 07/10 - 07/17 (2)
- ► 07/31 - 08/07 (9)
- ► 10/02 - 10/09 (1)
- ► 10/09 - 10/16 (1)
- ► 11/20 - 11/27 (1)
-
►
2012
(38)
- ► 01/01 - 01/08 (1)
- ► 01/08 - 01/15 (1)
- ► 01/22 - 01/29 (2)
- ► 01/29 - 02/05 (1)
- ► 02/26 - 03/04 (1)
- ► 04/08 - 04/15 (1)
- ► 04/22 - 04/29 (1)
- ► 05/06 - 05/13 (1)
- ► 05/13 - 05/20 (1)
- ► 05/27 - 06/03 (1)
- ► 06/17 - 06/24 (1)
- ► 06/24 - 07/01 (1)
- ► 07/01 - 07/08 (2)
- ► 07/15 - 07/22 (1)
- ► 07/29 - 08/05 (1)
- ► 08/05 - 08/12 (1)
- ► 08/12 - 08/19 (1)
- ► 08/26 - 09/02 (1)
- ► 09/02 - 09/09 (1)
- ► 09/09 - 09/16 (1)
- ► 09/16 - 09/23 (1)
- ► 09/23 - 09/30 (1)
- ► 09/30 - 10/07 (1)
- ► 10/14 - 10/21 (2)
- ► 10/28 - 11/04 (1)
- ► 11/04 - 11/11 (1)
- ► 11/11 - 11/18 (1)
- ► 11/18 - 11/25 (3)
- ► 12/02 - 12/09 (1)
- ► 12/09 - 12/16 (1)
- ► 12/16 - 12/23 (1)
- ► 12/23 - 12/30 (1)
- ► 12/30 - 01/06 (1)
-
►
2013
(32)
- ► 01/06 - 01/13 (1)
- ► 01/13 - 01/20 (1)
- ► 01/20 - 01/27 (1)
- ► 02/10 - 02/17 (2)
- ► 02/17 - 02/24 (1)
- ► 02/24 - 03/03 (2)
- ► 03/03 - 03/10 (1)
- ► 03/10 - 03/17 (1)
- ► 03/17 - 03/24 (1)
- ► 03/31 - 04/07 (2)
- ► 04/07 - 04/14 (1)
- ► 04/14 - 04/21 (2)
- ► 04/21 - 04/28 (3)
- ► 04/28 - 05/05 (1)
- ► 05/12 - 05/19 (2)
- ► 05/26 - 06/02 (1)
- ► 06/02 - 06/09 (1)
- ► 06/09 - 06/16 (1)
- ► 07/07 - 07/14 (1)
- ► 07/28 - 08/04 (1)
- ► 12/01 - 12/08 (1)
- ► 12/08 - 12/15 (1)
- ► 12/15 - 12/22 (1)
- ► 12/22 - 12/29 (1)
- ► 12/29 - 01/05 (1)
-
►
2014
(52)
- ► 01/05 - 01/12 (1)
- ► 01/19 - 01/26 (1)
- ► 01/26 - 02/02 (4)
- ► 02/02 - 02/09 (1)
- ► 02/09 - 02/16 (2)
- ► 02/16 - 02/23 (1)
- ► 03/02 - 03/09 (1)
- ► 03/16 - 03/23 (1)
- ► 03/30 - 04/06 (1)
- ► 04/06 - 04/13 (2)
- ► 04/13 - 04/20 (2)
- ► 04/20 - 04/27 (2)
- ► 04/27 - 05/04 (1)
- ► 05/04 - 05/11 (1)
- ► 05/11 - 05/18 (2)
- ► 05/18 - 05/25 (1)
- ► 05/25 - 06/01 (1)
- ► 06/01 - 06/08 (1)
- ► 06/08 - 06/15 (1)
- ► 06/15 - 06/22 (1)
- ► 06/22 - 06/29 (1)
- ► 06/29 - 07/06 (1)
- ► 07/06 - 07/13 (1)
- ► 07/13 - 07/20 (2)
- ► 07/20 - 07/27 (1)
- ► 07/27 - 08/03 (1)
- ► 08/03 - 08/10 (1)
- ► 08/10 - 08/17 (1)
- ► 08/17 - 08/24 (1)
- ► 09/14 - 09/21 (2)
- ► 09/21 - 09/28 (1)
- ► 09/28 - 10/05 (1)
- ► 10/05 - 10/12 (1)
- ► 10/12 - 10/19 (1)
- ► 10/26 - 11/02 (1)
- ► 11/02 - 11/09 (1)
- ► 11/09 - 11/16 (1)
- ► 11/16 - 11/23 (1)
- ► 11/23 - 11/30 (1)
- ► 12/07 - 12/14 (1)
- ► 12/14 - 12/21 (1)
- ► 12/21 - 12/28 (1)
-
►
2015
(25)
- ► 01/04 - 01/11 (1)
- ► 01/11 - 01/18 (1)
- ► 01/18 - 01/25 (1)
- ► 01/25 - 02/01 (1)
- ► 02/08 - 02/15 (1)
- ► 02/22 - 03/01 (1)
- ► 03/01 - 03/08 (1)
- ► 03/08 - 03/15 (1)
- ► 03/15 - 03/22 (1)
- ► 04/12 - 04/19 (1)
- ► 04/19 - 04/26 (1)
- ► 05/10 - 05/17 (1)
- ► 05/17 - 05/24 (3)
- ► 06/07 - 06/14 (1)
- ► 06/21 - 06/28 (1)
- ► 07/12 - 07/19 (1)
- ► 07/19 - 07/26 (1)
- ► 10/18 - 10/25 (1)
- ► 10/25 - 11/01 (1)
- ► 11/01 - 11/08 (1)
- ► 11/29 - 12/06 (1)
- ► 12/13 - 12/20 (1)
- ► 12/20 - 12/27 (1)
-
►
2016
(3)
- ► 01/24 - 01/31 (1)
- ► 05/01 - 05/08 (2)
-
►
2018
(24)
- ► 02/25 - 03/04 (1)
- ► 03/04 - 03/11 (5)
- ► 03/18 - 03/25 (2)
- ► 04/08 - 04/15 (2)
- ► 04/29 - 05/06 (9)
- ► 05/06 - 05/13 (1)
- ► 06/03 - 06/10 (2)
- ► 07/15 - 07/22 (1)
- ► 08/19 - 08/26 (1)
-
►
2019
(2)
- ► 04/14 - 04/21 (1)
- ► 09/22 - 09/29 (1)
-
►
2020
(1)
- ► 02/16 - 02/23 (1)
-
►
2021
(1)
- ► 04/11 - 04/18 (1)
-
►
2022
(1)
- ► 03/20 - 03/27 (1)
ÇOCUKLARA GÜZEL ALIŞKANLIKLARI NASIL KAZANDIRABİLİRİZ?
Doğruluk, dürüstlük, merhamet, diğerkâmlık, adalet gibi güzel ahlakın emarelerini çocuklarında görmek, her anne babanın isteği ve emelidir. ...
-
Peygamber Efendimiz (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) bir hadis-i şerifte şöyle buyurmuştur: "Hased etmekten sakının. Çünkü hased, sevaplar...
-
Bir imtihan diyarıydı Uhud… Bedir’de ilk mağlubiyetlerini alan müşrikler, daha kalabalık bir orduyla, Uhud Dağı eteklerine kadar gelmişlerd...
-
Osmanlı Devleti’nde nikâh akitleri ya bizzat kadılar veya kadıların verdiği izinnâme ile yetkili kılınan imamlar tarafından yapılırdı. Şer‘i...