Wikipedia

Arama sonuçları

23 Ağustos 2018 Perşembe

Şeytan İnsanı Fakirlikle Korkutur

Allah-u Zülcelal bir ayet-i kerimede buyuruyor ki; “Şeytan, sizi yoksullukla korkutup çirkin işlere teşvik ediyor. Allah ise, kendi katından bir bağışlama ve fazla bir kar vadediyor. Allah'ın gücü geniş, ilmi çoktur.”(Bakara; 268) İnsanoğlu fakir düşüp sıkıntı çekmekten korkar. Çünkü insan kendini çok muhtaç ve aciz görür. Şeytan da insandaki bu korkuyu dürter, daima dünya hayatına hırslandırır. İblis, Hz. Adem ve Havva aleyhisselamı da böyle kuruntuya düşürerek cennetten çıkardı. "Ey Âdem! dedi, sana ebedîlik ağacını ve eskimeyen bir saltanatı göstereyim mi?" (Tâhâ, 120) diyerek Allah’ın yasakladığı ağaçtan yedirdi. Bu dünyada da insan, şeytanın dürtüklemesiyle Allah'a karşı suizanna düşer. Sanki elindeki rızkı tükenince bir daha verilmeyecek diye kuruntuya kapılır. Eğer hırslanır, helal haram demeden kazanmaya bakarsa Allah'ın takdirinin önüne geçebileceğini zanneder. İnsanın bir kalbi vardır, onunla dünya işleri için tasalanırsa ahireti düşünmeye, Allah'ın huzurunda gibi ibadet yapmaya imkânı olmaz. Onun için kul geleceği düşünüp tasalanmayı bırakmalı, içinde bulunduğu günü Allah'a ibadetle değerlendirmeye bakmalıdır. Şakik-i Belhî demiştir ki, “Geçmişin pişmanlığı ve geleceğin endişesi, insanın içinde bulunduğu vaktin bereketini alır!” İnsan gelecekteki rızkının endişesini çekmek yerine bugün elindeki rızka razı olup, gelecek için Allah'a tevekkül etmelidir. İbn Ataullah kuddise sirruh buyurdu ki: “Rızâ Allahü Teâlâ'nın, kul için takdir ettiği şeyleri, kalbin sükûnetle karşılamasıdır. Çünkü Allah, onun için, en iyi olanı seçmiştir. Böylece kul, takdire rıza göstermiş ve hoşnutsuzluktan kurtulmuş olur.” Düşünecek olursak, hiçbir kul türlü türlü kuruntulara kapılmakla veya hırslanmakla nasibinden fazlasını elde etmez. Allah'ın takdir ettiğine razı olmakla da nasibinden hiçbir şey eksilmez. Aksine nasibi karşısına çıktığı zaman onu rıza ile karşıladığı için nasibini kaçırmamış olur. Nasibine şükrettiği için şükür nimeti artırır, bereketlendirir. Bir mümin, Allah'ın onun için seçtiği nasibi Allah için sever ve rıza gösterirse, o şey bereketlenir. Peygamber sallallahu aleyhi ve selleme süt getirdiklerinde şöyle buyururdu: “Allahım, bunu bize bereketli kıl ve arttır!” Bir seferinde de şöyle dedi: “…bundaki hayrı arttır!” (Tirmizî, Da’avât, 3451) Şeytan bizi fakirlikle korkutup dünya için yarışmaya hırslandırırsa kendi kendimize şöyle diyelim; “Bu yaşıma kadar Allah-u Zülcelal beni rızık vererek besledi; bundan sonra da rızkımı vermeye kadirdir. Kimseye muhtaç olmamak için çalışır, sebeplere sarılırım ondan sonrasını Rabbim tevekkül ederim.” Eğer böyle yaparsak dünyada da rahata kavuşuruz, ahireti de kazanırız. Sehl kuddise sirruh: “Rabbi ile kulu birbirlerinden râzı olunca, itminân hâli ve "Onlar ki inandılar ve iyi işler yaptılar, mutluluk onların, güzel gelecek onların" (Rad, 29) âyetinin mânâsı ortaya çıkar" buyurmuştur. Allah dostlarından birçokları dünyada helal rızık kazanmak için sebeplere müracat etmişlerdir. Ama kalplerinde dünyanın tasasını ve hırsını taşımamışlardır. Çünkü onlar, Allah'ın kendileri için takdir ettiği ister fakirlik olsun ister zenginlik olsun fark görmeden razı olmuşlardır. İşte bu hal en büyük zenginliktir. Abdülkâdir Geylâni kuddise sirruh Feth’ur-Rabbanî adlı eserinde talebelerine ve sevenlerine şöyle nasihat ediyor: “Ey oğul! Kadere rızâ göstermek, kavgalar, çekişmeler ve didişmeler sonunda dünyalığa nâil olmaktan daha güzeldir. Kadere rıza göstermenin siddîklerin kalplerinde husûle getirdiği tatlılık, nefsânî arzularla zevklere nâiliyetin verdiği tattan çok daha büyüktür. Allah dostlarının nazarında, kadere razı olmak, dünyadan ve bütün dünyadakilerden çok daha tatlıdır. Zira Allah'ın takdirine razı olmak, her hal ü kârda hayatı güzelleştirir, tatlılaştırır, huzurlu kılar..." Mal ve Evlat Sevgisi Fitnedir İnsanı bu dünyada oyalayan ve gaflete sürükleyen şeylerden biri de kişinin ehli, evlatları, malları ve onlar hakkındaki uzun emelleridir. Her insan çoluk çocuğunu kimseye muhtaç etmeden bakıp büyütmek ister. Bu da dünya hayatı için çalışmayı gerektirir. Fakat insanın evlatları hakkındaki hisleri aşırı olursa, onlara fazla gönül bağlarsa, onların dünyası için kendi ahiretini harap eder. Allah-u Zülcelal buyuruyor ki, “Ey iman edenler! Eşlerinizden ve çocuklarınızdan size düşman olanlar da vardır. Onlardan sakının. Ama affeder, kusurlarını başlarına kakmaz, kusurlarını örterseniz, bilin ki, Allah çok bağışlayan, çok esirgeyendir. Mallarınız ve çocuklarınız ancak birer fitnedir (imtihandır); Allah katında ise büyük bir mükâfat vardır.” (Teğâbun, 14-15) Bu ayet, bir kısım müminler için nazil oldu. Onlar iman etmişler ve Peygamberimizin yanına hicret etmeyi arzu etmişlerdi. Fakat hanımları ve çocukları onlara mani oldular, “Gidersen senin hasretine dayanamayız. Sana bir hal olursa artık biz yaşayamayız!” diyerek, Peygamberimizin yanına gitmesine, İslam hizmeti yapmasına engel çıkardılar. İşte bu ayet, kişinin ehline ve çocuklarına olan sevgisinde aşırıya gitmemesini bildiriyor. Zamanımızda da insanlar ekseriyetle “Çocuklarıma iyi bir istikbal hazırlayayım,” diye hep dünyaya çalışıyor. Hatta bu uğurda helal harama dikkat etmeyip, sadece bol bol dünyalık kazanmayı düşünüyor. Bu yüzden hem kendi ahiretini, hem çocuklarının ahiretini heba ediyor. Halbuki eğer Allah'a tevekkül etse, Allah-u Zülcelal kendisine nasıl rızık veriyorsa, çocuklarının rızkını da verir. Çocuklarının rızkı ezelde takdir edilmiştir, onlara muhakkak ulaşacaktır. Etrafınıza bir bakın, herkese babasından mı mal kalıyor? Yalnız babasından bol miras kalanlar mı zengin oluyor? Allah-u Zülcelâl kime zenginlik dilemişse ona dünya malı verir, onunla imtihan eder. Kimi de fakirlikle imtihan etmeyi dilemişse babası ona ne kadar bol miras bırakmış olsa da yine onu fakirleştirir. Hiç kimse çocuklarına çok miras bırakmakla onun başına gelecek imtihanlara mani olamaz. Allah dilerse bol dünyalık nimetler bırakmış olsa da onları elinden alabilir. Bilhassa anne babası, çocuklarını şımartmış ve nefsine uymaya alıştırmışsa, çocuğuna hazineler bıraksa bile hepsini saçar savurur, yine muhtaç duruma düşer. Hâlbuki çocuklarını kanaatkâr ve sabırlı yetiştirirse, Allah'ın takdir ettiği rızık onlara yeter. Bu sebeple uzun emeller besleyerek, “Çocuklarıma ev alayım, mal mülk toplayayım” diye ahiret hazırlığını geciktirmek çok yanlıştır. Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem buyuruyor: “Ölüyü (kabre kadar) üç şey takip eder: Çoluk-çocuğu, malı ve ameli. Bunlardan ikisi (onu kabirde yalnız bırakıp geri) döner, biri kalır. Çoluk-çocuğu ve malı döner, ameli (kendisiyle) kalır.” (Buhârî, Rikāk, 42; Müslim, Zühd, 5) Akıllı insan, yanında ahirete götüreceği sevapları kazanmaya bakar, arkada bırakacağı mal ve çocukları için ahiretini ihmal etmez. Dünyayı Seven Ölümü ve Ahireti Hatırlamaz Nefis bu dünya hayatında imkan buldukça şımarıp azar, kendini başıboş zanneder. Hele bir de dünyadaki nimetlerle hoş bir hayat sürmekteyse ölümü ve ahireti hatırlamak istemez. Allah-u Zülcelal buyuruyor ki, “Biz yeryüzündeki şeyleri kendisine süs olsun diye yarattık ki, insanların hangisinin daha güzel amel edeceğini deneyelim.” (Kehf, 7) Allah-u Zülcelal dünya nimetlerini ziynet, yani süs diye vasfediyor. Ziynet, incik boncuk gibi, pek bir işe yaramayan, sadece görünüşte güzelliği olan, faydasız bir şeydir. Böyle faydasız incik boncuklara, süslere ancak aklı kıt olanlar değer verir. Dünyanın ziyneti olan bütün metalar da ahiretin yanında değersiz, işe yaramaz şeylerdir. İnsan ahirete vardığı zaman dünyada sahip olduğu şeylerin, velev ki hanlar, hamamlar, fabrikalar apartmanlar bile olsa ancak birer gösteriş ve süs olduğunu anlayacaktır. O zaman bu değersiz metalar için ahirete hazırlanmayı ihmal ettiğine yanacaktır. Müslümanlar mal ve dünya sevgisine daldıkça ölümü sevmez olur ve Allah yolunda çalışıp nefisleriyle ve dinlerini ortadan kaldırmak isteyenlerle mücahede etmeyi bırakırlar. O takdirde de zayıf bir hale düşer, zillete düçar olurlar. Peygamber Efendimiz bu tehlikeye şu rivayetle dikkat çekmektedir: “Yakında milletler, yemek yiyenlerin (başkalarını) çanaklarına (sofralarına) davet ettikleri gibi size karşı (savaşmak için) birbirlerini davet edecekler.” Bir sahabî, “Bu, o gün bizim azlığımızdan dolayı mı olacak?” diye sorar. Rasûlallah, “Hayır, aksine siz o gün kalabalık, fakat selin önündeki çerçöp gibi zayıf olacaksınız. Allah, düşmanlarınızın gönlünden sizden korkma hissini soyup alacak, sizin gönlünüze de vehn atacak.” cevabında bulunurlar. Bir başka sahabî, “Vehn nedir ya Rasûlallah?” diye sorunca da, “Vehn, dünyayı sevmek ve ölümü kötü görmektir.” buyururlar (Ebu Davud, Melahim 5) Ashab-ı kiram, Allah'ın rızasını kazanmak ve Resulün yardımına koşmak için dünyalık ne varsa bir yana koyuyorlardı. İşte onların bu samimi gayreti sayesinde Allah onlara yardım etti, İslam’ı muzaffer kıldı. Allah-u Zülcelal bir ayet-i kerimede şöyle ikaz ediyor: “(Ey Habibim!) De ki: “Eğer babalarınız, oğullarınız, kardeşleriniz, eşleriniz, hısım ve akrabanız, ter dökerek kazandığınız mallar, kesâda, zarara uğramasından endişe ettiğiniz ticaret, hoşunuza giden evler, konaklar, size Allah’tan ve O’nun Rasülünden ve O’nun yolunda cihad etmekten daha sevimli ve önemli ise o halde Allah emrini gönderinceye kadar bekleyin! Allah öyle fâsıklar güruhunu hidâyet etmez, umduklarına eriştirmez.” (Tevbe; 24) İşte bu ayette sayılan bütün şeyler, insanların ehli, akrabaları, evleri, malları, ticaretleri; bütün bunlara karşı hissettiği sevgi birer imtihandır. İnsanın kalbinde bunlara karşı duyduğu sevgi, Allah ve Resulünün sevgisinden daha ağır basmamalıdır. Bilmelidir ki bunların hepsini ona Allah verdi, bir gün de onlardan ayrı düşecek. O zaman bütün bunlara karşı hissettiği sevginin ne kadar aldatıcı olduğunu anlayacak. Bunları yalnız Allah için severse, Allah yolunda sarf ederse işte o zaman başka.

16 Temmuz 2018 Pazartesi

KURAN’IN ÖZÜ; FâTİHA SûRESİ

Sûreyi Takdim

Bu mübarek sûre, yedi ayettir ve Mekke'de inmiştir. Kur'an-ı Kerîm'e bu sûre ile başlandığı için “el-Fatiha” (açan) diye isim verilmiştir. İniş itibariyle olmasa da tertib itibariyle Kur'an'ın ilk süresidir.

Fatiha, kısa ve veciz olmasına rağmen, Kur'an-ı Kerîm'in bütün mânâlarını ihtiva eder ve özet olarak onun esas maksatlarını kapsar. Dinin esaslarını ve teferruatını içine alır. İtikad, ibadet ve muamelatı, âhirete ve Allah'ın güzel sıfatlarına imanı, yalnız O'na ibadet etme, O'ndan yardım dileme ve O'na dua etmeyi; imânda ve sâlihlerin yolunu tutmada sabit kılması, gazaba uğramışların ve sapmışların yolundan sakındırması için O'na yalvarmayı ihtiva eder.

Ayrıca bu sûrede, geçmiş toplumlara dair haberler, bahtiyar kimselerin yükseleceği mevkiler, bedbaht kimselerin düşeceği kötü durumlar hakkında bilgi vardır. Yine bu sûrede, Allah'ın emrine uyma, nehyinden sakınmadan bahsedilir. Bunların dışında, bu sûrede daha birçok maksat, gaye ve hedefler vardır.

Fatiha sûresi diğer sûrelerin aslı durumundadır. Bundan dolayı buna “Ümmü'l Kitab” (Kitab'ın anası) denilir. Çünkü bu sûre, kitabın esas maksatlarını kendisinde toplamıştır. [1]

Surenin Meali

1. Rahman ve Rahim olan Allah'ın adıyla.

2. Hamd, âlemlerin Rabbi Allah'a mahsustur.

3. O, Rahman ve Rahîm'dir.

4. Ceza gününün mâlikidir.

5. (Ey Allah'ım!) Ancak sana kulluk ederiz ve yalnız senden medet umarız.

6. Bize doğru yolu göster.

7. Kendilerine ihsanda bulunduğun kimselerin yolunu… Gazaba uğramışların ve sapmışların yolunu değil!

İstiâzenin (Eûzu'nun) Tefsiri:

“Kovulmuş olan Şeytan’dan, Allah'a sığınırım.”

İnatçı ve kibirli olan şeytanın, din ve dünya işleriyle ilgili hususlarda bana zarar vermesinden veya yapmakla emrolunduğum şeylerden beni alıkoymasından, Allah'a sığınır ve O'nun yardımıyla korunurum.

Şeytanın arkadan çekiştirmesi, yüze karşı alay etmesi ve vesvese vermesinden de yine her şeyi yaratan, işiten ve bilen Allah'a sığınırım. Çünkü onun insanlara zarar vermesini, âlemlerin Rabbi olan Allah'tan başkası önleyemez. Hadiste rivayet edildiğine göre, Peygamber Efendimiz (sav), gece namaz kılmaya kalktığında, tekbir ile namazına başlar, sonra şöyle derdi: “Kovulmuş Şeytan’dan, O'nun arkadan çekiştirmesinden ve vesvesesinden her şeyi işiten ve bilen Allah'a sığınırım.”[2]

Besmelenin Tefsiri:

“Rahman ve rahim olan Allah'ın adıyla.”

Bütün işlerimde, Allah'tan yardım dileyerek ve sadece O'ndan medet umarak, her şeyden önce O'nun adıyla ve zikriyle başlarım. Çünkü O Rab'tır, itaate layık olan yalnız O'dur. O, lütuf ve kerem sahibidir, rahmeti engin, lütuf ve ihsanı boldur, rahmeti her şeyi kuşatan ve lütfu bütün mahlûkatı kapsayandır. [3]

Taberî şöyle der: “Zikri yüce ve isimleri mukaddes olan Allah (cc), peygamberi Muhammed (sav)'i, bütün işlerinde, önce kendisinin güzel isimlerini zikretmeyi öğreterek yetiştirdi. Bunu, bütün mahlûkatı için uyacakları bir sünnet ve takip edecekleri bir yol kıldı. Bir kimsenin, bir sûreyi okumak istediğinde (besmeleyi) demesi, onun maksadının, “Allah'ın adiyle okuyorum” demek olduğunu gösterir. Diğer işlerde de durum aynıdır.[4]

Fatiha Suresi'nin Fazileti

Ahmed b. Hanbel'in, Müsned'inde rivayet ettiğine göre, Übeyy b. Ka'b, Fatiha sûresini Rasulullah (sav)'a okumuş, bunun üzerine Rasulullah (sav) şöyle buyurmuştur: “Nefsimi kudret elinde tutan Allah'a andolsun ki, bu okuduğunun bir benzeri ne Tevrat'ta, ne İncil'de, ne Zebur'da ve ne de Kuran’da indirilmiştir. O ‘seb'ul-mesânî’ (tekrarlanan yedi âyet) ve bana verilen yüce Kuran’dır.”





Sûrenin Tefsiri

Yüce Allah, lâyık olduğu şekilde kendisine nasıl hamd etmemiz, O'nu nasıl takdis etmemiz ve ne şekilde övmemiz gerektiğini, bize bu sûreyle öğretti ve şöyle buyurdu;

1. Rahman ve Rahim olan Allah'ın adıyla.
2. Hamd, âlemlerin Rabbi Allah'a mahsustur. Yani, ey kullarım! Bana şükretmek ve beni övmek istediğinizde “elhamdulillah” deyin. Size olan lütuf ve ihsanımdan dolayı bana şükredin. Çünkü ben azamet, şeref ve şan sahibi olan Allah'ım. Yaratmak ve icat etmek bana mahsustur. Ben insanların, cinlerin, meleklerin, göklerin ve yerlerin Rabbiyim. O halde övgü ve şükür, (uydurulan ve vehmedilen) diğer tanrılara değil, âlemlerin Rabbi olan Allah'a mahsustur. [5]

3. “Rahman ve rahimdir.” O, rahmeti her şeyi kapsayan ve lütfu bütün mahlûkata şamil olandır. Zira O, kullarına, onları yaratmak, azıklarını vermek ve onlara dünya ve ahiret mutluluğuna götüren yolu göstermek lütfunda bulunmuştur. O, yüce rahmeti büyük ve ihsanı devamlı olan Rabb'dır. [6]

4. Ceza gününün mâlikidir “Yüce Allah, ceza ve hesabın mâlikidir. Ceza gününde, kendi mülkünde tasarrufta bulunan bir mülk sahibi gibi tasarrufta bulunacaktır. “O gün, hiç kimse başkası için hiçbir şeye (fayda ya da zarar verme gücüne) sahip değildir. O gün, herkesin işi Allah'a kalmıştır.” [7]

5. “(Ey Allah'ım!) ancak sana kulluk eder ve yalnız senden medet umarız. Ey Allah'ım, sadece sana ibadet ederiz. Sadece senden yardım isteriz. Senden başka hiç kimseye kulluk etmeyiz. Sadece sana boyun eğer, itaat eder ve sadece sana karşı huşu ve tevazu gösteririz. Ey Rabbimiz! Sana itaat etmek ve senin rızanı elde etmek için yalnız senden yardım isteriz. Çünkü her türlü tazim ve hürmete sen layıksın. Bize yardım etme gücüne, senden başka kimse sahip değildir. [8]

6. Bize doğru yolu göster. “Yani Ey Rabbimiz! Bize doğru yolunu ve hak dinini göster ve bizi ona ilet. Bizi, Nebilerine, Rasullerine ve son peygamberine gönderdiğin İslâm dini üzere sabit kıl. Bizi, sana yakın olan kimselerin yoluna girenlerden eyle. [9]

7- Kendilerine ihsan ve ikramda bulunduğun yani, peygamberlerin, sıddıkların, şehidlerin ve salihlerin yoluna girenlerden eyle. Onlar ne güzel arkadaştır. Ey Allah'ım! Bizi, doğru yoldan çıkan ve eğri yola giren düşmanlarının zümresine katma. Yani bizi, senin gazabına uğramış olan Yahudilerin veya hak yoldan sapmış olan Hıristiyanların zümresine katma. Çünkü onlar senin mukaddes şeriatından çıktılar ve böylece gazaba ve ebedî lanete mûstehak oldular. Allah'ım duamızı kabul et. [10]
Fatihâ-i Şerifenin Kudsî Sırları

İslâm şehidi Hasan el-Bennâ, “Tefsire Giriş” adlı değerli risalesinde şöyle der: “Şüphe yok ki, kim Fatihâ-i Şerife üzerinde düşünürse onda kişiyi hayrete düşüren ve kalbini aydınlatan engin mânâları, o mânâların güzelliklerini, parlak ve üstün bir uyum görür. Kişi, her şeyde rahmetinin yeni yeni eserlerini meydana çıkaran bir rahmet sıfatıyla vasıflanmış olan Allah'ın adını anarak ve ondan bereket umarak diye başlar.”

“Bu mânâyı hissedip onu ruhunda yücelttiği zaman, bu Yüce İlâh'a hamd gayesiyle dilinden lafızları dökülür. Bu lafızlar ona, Allah'ın nimetinin büyüklüğüne, lütuf ve keremine ve bütün âlemlerin beslenip büyütülmesinde görülen güzel nimetlerine karşılık hamdetmeyi hatırlatır da kişi, bu uçsuz bucaksız okyanus üzerinde tefekkür eder.”

“Sonra yeniden, bu bol bol nimetlerin ve bu yüce terbiyenin bir teşvik ve korkutma arzusundan değil de bir lütuf ve merhametten kaynaklandığını hatırlar. Böylece ikinci defa sıfatını adaletle birleştirmesi ve lütuftan sonranın hesabı hatırlatması, bu Yüce İlâh'ın kemâlini gösterir. O, sürekli yenilenen bol merhameti ile birlikte, din gününde kullarına yaptıklarının karşılığını verecek, mahlûkatını hesaba çekecektir. “O gün hiç kimse, başkası için hiçbir şeye (fayda ya da zarar verme gücüne) sahip değildir. O gün herkesin işi Allah'a kalmıştır.” [11]

O'nun mahlûkatını (Rab sıfatıyla) terbiye etmesi; rahmetiyle teşvik ve adalet ve hesaba çekmesiyle korkutma esasına dayanmaktadır. Bu sebeple “ceza günün sahibi” buyurulmuştur. Durum böyle olunca, kul, hayrı ve kurtuluş çarelerini araştırmakla mükellef olmuştur. Kulun, bu durumda kendisini doğru yola iletecek ve sırat-ı mustakimi gösterecek bir kılavuza şiddetle ihtiyacı vardır.

Bu kılavuzluğu yapmaya onun yaratıcısından ve Mevlasından daha uygunu yoktur. Öyleyse O'na sığınmalı, O'na dayanmalı ve “Yalnız sana ibadet eder ve yalnız senden yardım isteriz” diyerek, O'na seslenmelidir. Lütfu ile kendisini doğru yola, yani hakkı hak bilerek ona tabi olmayı ihsan ettiği kimselerin yoluna iletmesini istemelidir.

Daha önce lütfuna mazhar olup da kadrini bilmeyerek ve hidayete ermişken, tekrar dönerek gazabına uğrayanların ve şaşkın sapıkların yoluna iletmemesini istemelidir. Çünkü bunlar, haktan sapan veya hakka ulaşmak istedikleri halde ona ulaşamayan kimselerdir. Allah'ım, duamızı kabul et.

“Şüphesiz ki” kelimesi, son derece güzel bir beraat-ı makta' yani bitiriştir. Böyle bir güzel sonucu ve dua etmek için Allah'a yönelmeye, Fatihâ-i Şerife’den daha uygun ne olabilir?

Sen, bu âyet-i kerimelerin manaları arasında gördüğünden daha ince bir uygunluk veya daha sağlam bir irtibat gördün mü? Sen, o güzellik vadilerinde şaşkın şaşkın dolaşırken, Rasulullah (sav)’in Rabbinden rivayet ettiği şu kudsî hadisi hatırla: “Namazı, kulumla kendi aramda ikiye böldüm. Kuluma istediği verilecektir...”

Ve bu tefekkür ve Allah'ın bu ihsanını devam ettir. Namazda ve namaz dışında ağır ağır, huşu ve huzur içerisinde okumaya ve âyet sonlarında durmaya çalış. Zorlanmadan ve teganni yapmadan, mânâyı ihmal edecek şekilde lafızlarla meşgul olmadan, tecvid ve nağmelerle tilavetin hakkını ver. Çünkü bu şekilde okumak, manayı anlamaya yardımcı olur ve kurumuş olan gözyaşlarını harekete geçirir. Kalbe, tefekkür ve huşu içerisinde Kur'an okumaktan daha faydalı hiçbir şey yoktur. [12]


Dipnotlar: [1] Muhammed Ali Es-Sabuni, Safvetü’t-Tefasir, Ensar Neşriyat: 1/29. [2] Tirmizi, Mevakit, 65; İbn Mace, İkame, 2. Safvetü’t-Tefasir, 1/33. [3] Safvetü’t-Tefasir, 1/33. [4] et-Taberi, Câmiu'l-Beyan 1/37. Mısır, M.321. Safvetü’t-Tefasir, 1/33. [5] Safvetü’t-Tefasir, 1/37. [6] Safvetü’t-Tefasir, 1/37. [7] İnfitar sûresi, 82/19. Safvetü’t-Tefasir, 1/37. [8] Safvetü’t-Tefasir, 1/37. [9] Safvetü’t-Tefasir, 1/37. [10] Safvetü’t-Tefasir, 1/36-37. [11] İnfitar sûresi, 82/19. [12] Mukaddime fi't-Tefsir, s. 59. Safvetü’t-Tefasir, 1/38-39.

4 Haziran 2018 Pazartesi

Arınma ve Dirilme Vakti: Ramazan-ı Şerif

Efendimiz s.a.v. üç aylara girince “Allahım Receb ve Şaban’ı hakkımızda mübarek kıl ve bizleri Ramazan’a ulaştır.” diye dua edermiş. Bu duaya âlimlerden bir kısmı şöyle anlam vermişler: Cenab-ı Hak, Ramazan ayına o kadar büyük bir değer yüklemiş ve bu ayı o kadar faziletli kılmış ki, kendinden önce gelen Receb ve Şaban aylarını ona hazırlık olsun diye mübarek kılmıştır. Bu yüzden evliya-ı kiram hazerâtı, Ramazan gelmeden altı ay öncesinden ona ulaşmak için; Ramazan’dan sonraki altı ayda da kabulü için Cenab-ı Hakk’a niyazda bulunurlarmış. Esasen gelmekte olan ay, her anıyla o kadar hayırlı ki, diğer aylarda kol gezen şeytanlar bu ayda bağlanır, rahmet melekleri ise vazife başındadır. Ayrıca bu ayda Cenab-ı Hakk kullarını bağışlamayı dilemektedir. O halde bütün günahkârlar bu ayın gelişiyle müjdelenmeli ve Mevlâ Tealâ’ya tövbeye çağrılmalıdır.

Allah’a Kulluktan Hemen Sonra

“Rabbin, sadece kendisine kulluk/ibadet etmenizi, ana babanıza da iyi davranmanızı kesin bir şekilde emretti. Onlardan biri veya her ikisi senin yanında yaşlanırsa kendilerine ‘öf’ bile deme, onları azarlama, ikisine de güzel söz söyle.” (İsrâ, 23) Allah Tealâ, girişte mealini verdiğimiz ayetin öncesinde mealen buyurmuştu ki: “Allah ile birlikte bir ilah daha tanıma! Sonra kınanmış ve kendi başına terk edilmiş olarak kalırsın.”(İsrâ, 23). Böylece iman konusunda en önemli rükûn olan şirkten uzak durmayı bildirince, peşi sıra bu ayet-i kerimede de imanın alametlerinden olan son derece önemli bir hususu ve onun şartlarını zikretmiştir. Aile, toplumun en küçük fakat en önemli parçasıdır. Temeli de anne ve babadır. Anne babaya itaat etmek, hürmette bulunmak ve onların ihtiyaçlarını temin etmek, şartlar ne kadar ağır olursa olsun onları himaye edip gözetmek, bir evlat için dinî, fıtrî ve vicdanî bir görevdir.

7 Mayıs 2018 Pazartesi

Ramazan-ı Şerif’in Kıymeti

Allah-u Zülcelal ayet-i kerimede şöyle buyurmuştur: “(O sayılı günler) Ramazan ayıdır ki Kur’an onda (ki Kadir gecesinde levh-i mahfuzdan semâ-i dünyâye) indirilmişdir. (O Kur’an ki) insanlara (mahz-ı) hidâyetdir, doğru yolun ve Hak ile baatılı ayırd eden hükümlerin nice açık delilleridir. Öyleyse içinizden kim o aya erişirse (hazır olur, müsâfir olmazsa) onu (orucunu) tutsun …” (Bakara; 185) Hz. Peygamber sallallahu aleyhi vesellem Efendimiz ve ashab-ı kiram radıyallahu taala anhum, Ramazan-ı şerif ayı geldiğinde birbirlerini tebrik ediyorlardı. Bu ay öyle mübarek bir aydır ki, bildiğimiz gibi değil, çok büyük bir nimettir! Onun sevabı, diğer ayların sevabı gibi de değildir: Bu ayda yapılan ibadet, zikir, oruç diğer aylardakinden çok daha fazla sevap kazandırmaktadır. Bu yüzden olsa gerektir Hz. Peygamber aleyhisselatu vesselam ve ashab-ı kiram, bu ay yaklaşınca birbirlerine müjde veriyorlar; rastlaştıklarında, “Sana müjdeler olsun! Ramazan ayına giriyoruz” diyorlardı. Daha bu ay gelmeden, onu sevinçle karşılıyor ve birbirlerini tebrik ediyorlardı. Bir bakın hele! Onlar bizim için örnektirler bizimde onlar gibi Ramazan ayını aşk ve muhabbetle karşılamamız, gelişiyle sevinç ve surur duymamız lazımdır. Çünkü Hz. Peygamber sallallahu aleyhi vesellem bir hadis-i şeriflerinde şöyle buyurmuştur: “Ramazan bereket ayıdır. Allah bu ayda, günahları bağışlar, duaları kabul eder. Bu ayın hakkını gözetin! Ancak cehenneme gidecek olan, bu ayda rahmetten mahrum kalır.” (Taberani) İmam-ı Rabbani kuddise sirruhu şöyle demiştir: “Mübarek Ramazan ayı, çok şereflidir. Bu ayda yapılan, nafile namaz, zikir, sadaka ve bütün nafile ibadetlere verilen sevap, başka aylarda yapılan farzlar gibidir. Bu ayda yapılan bir farz, başka aylarda yapılan yetmiş farz gibidir. Bu ayda bir oruçluya iftar verenin günahları affolur. Cehennemden azat olur. O oruçlunun sevabı kadar, ayrıca buna da sevap verilir. O oruçlunun sevabı hiç azalmaz.” Oruç tutmanın hikmeti Nefsin ne kadar yaramaz olduğunu biliyorsunuz. Allah-u Zülcelal, nefsi öyle yaratmıştır. O menfaatli olan hiç bir şey yapmak istemez. Oruç da tutmak istemez. O istemiyor diye, Allahu Zülcelal’in biz kullarına bir ikramı olan oruç emrinden ve ibadetinden mahrum kalmamalıyız. Nefis cahildir, bilmez ve sonrasını da düşünmez. Oysa Allah oruç tutması karşılığında ona neler verecektir keşke idrak edip bir bilse? İnsan için Dünya hayatı bir damla kadar az bir şeydir. Ahiret hayatı ise bir okyanus gibidir. Nefis, o Ramazan-ı şerifteki amellerine karşılık sonsuz olan ahiret hayatında, nice mükafatlar bulacaktır. Oruç tutmanın hikmeti; nefsi, Allah-u Zülcelal’in emrine itaat ettirip, meleklerin sıfatıyla sıfatlandırıp, terbiye etmektir. Bir rivayete göre ise, orucun bir hikmeti de şudur; “Haşr’ın müddeti otuz gündür. İnsanlar haşir meydanında otuz gün, otuz ay veya otuz yıl dururlar. İnsan, otuz gün olan Ramazan’ın her bir gününde oruç tutarsa, Allah-u Zülcelal kıyamet gününde, o oruçların hürmetine, onu gölgesi altına alacak ve o kişi yemek ve içmekle lezzetlenecektir. Çünkü kıyamet gününde, Peygamberler ve onların ehli ile oruç tutanlar hariç, diğer insanların hepsi açtır. İnsan, Ramazan orucunu tutarsa, bu azaptan kurtulmuş olur. Oruç tutmaktan maksat, düşman olan şeytanı kahra uğratmaktır. Şeytanın insana yaklaşıp azdırma vesilesi, şehvete dayalı şeylerdir. Şehvet ise yemekle, içmekle şahlanır. Allah’ın düşmanını kahra uğratmak için orucun istifade edilecek yanı, şehvete dayalı arzuları kırmaktır. Bu türlü bir istifade ise az yemek sureti ile nefsi perişan etmek yoluyla olacaktır. Bu da ancak oruçla olur. Bir saniyemizi bile boşa geçirmemeliyiz! Herhangi bir kimse, ramazan ayının gecelerinde uyanıp kalkmak için yatağında hareket ettiğinde, bir melek şöyle nida eder: “Kalk! Allah’ın rahmeti senin üzerine olsun.” Kalktığı zaman yatağı: “Ya Rabbi! Ona cennette ipekten yataklar ver.” diye dua eder. Elbiselerini giydiği zaman elbiseleri: “Ya Rabbi! Cennet hurilerinden, cennet elbiselerinden ona ver.” diye dua eder. Ayakkabılarını giydiği zaman ayakkabıları: “Ya Rabbi! Onu sırat köprüsünden çabuk geçir, ayağı kaymasın, ateşin içine düşmesin.” diye dua eder. Abdest almak için suyun yanına gittiği zaman, su: “Ya Rabbi! Onun günahlarını af ve mağfiret et, onu günahlardan temizle.” diye dua eder. Abdest alıp namaz kılmak için seccadesinin üzerine geldiği zaman, ev: “Ya Rabbi! Onun kabrini genişlet, dar etme, ona kabirde azap verme.” diye dua eder. Namaz kıldıktan sonra veya namazın içindeyken, Allah-Zülcelal o kula şöyle nida eder: “Ey kulum! Dua senden, kabul benden. Sen iste, ne istersen vereceğim.” İşte, Allah-u Zülcelal, Ramazan ayının hürmetine, bu fırsatı bize veriyor. Bunu çok iyi değerlendirmemiz lazımdır. Diğer aylarda yaptığımız gibi vaktimizi boşa sarf etmemeliyiz. Bu ayda; değil beş dakikamızı, bir dakika, hatta bir saniyemizi dahi boş geçirmemeliyiz. Kişi, daha sonra kuvvetle ibadet edebilmek için vücudunu istirahat ettirirse o istirahati de ibadettir. Hz. Peygamber sallallahu aleyhi vesellem, bir gün minbere çıktı. Birinci basamağa çıkınca “Amin” dedi. Sonra ikinci basamağa çıktı “Amin” dedi. Sonra üçüncü basamağa çıkınca, yine “Amin” dedi. Daha sonra şöyle dedi: “Bana Cebrail gelip: ‘Ya Muhammed! Kim Ramazan’a erişir de bağışlanmazsa, Allah onu (ilahi rahmetinden) uzaklaştırsın.’ dedi. Ben de ‘Âmin’ dedim. Sonra Cebrail: ‘Kim ana-babasına veya onlardan birine (yaşlılığında) yetişir de cehenneme girerse, Allah onu (ilahi rahmetinden) uzaklaştırsın.’ dedi. Ben de ‘Âmin’ dedim. Sonra yine Cebrail aleyhisselam: ‘Sen kimin yanında anılırsan da üzerine salavat getirmezse, Allah onu (ilahi rahmetten) uzaklaştırsın.’ dedi. Ben de ‘Âmin’ dedim.” (İbn Hıbban) Demek ki, Ramazan-ı şerifte, vaktimizi diğer aylardaki gibi gafletle, boş şeylerle geçirmemiz doğru değildir. Ya Kur’an okuyarak, ya ibadet, ya zikir veya sohbet yaparak, vaktimizi değerlendirelim. Bu ayda, kıyamet kopmuş gibi davranalım. Yani, nasıl kıyamet koptuğunda, insan kendini günahlardan muhafaza ediyorsa, biz de bu ayda, günahlardan kendimizi öyle muhafaza edelim. Bu ay, bizim için çok büyük bir fırsattır. Allah-u Zülcelal, bir sene boyunca işlenmiş günahları, Ramazan ayının ibadetiyle affediyor. Çünkü Ebu Hureyre (ra)’dan rivayet edilen bir hadis-i şerifte Hz. Peygamber (sav) şöyle buyurmuştur: “Kim inanarak ve sevabını Allah’tan bekleyerek, Ramazan Ayı’nda oruç tutarsa, Allah onun günahlarını affeder.” (Buhari, Müslim, Ebu Davud, Nesai) Hz. Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem, sanki kıyameti ve cehennemi görüyordu. Onun için buyurmuştur ki: “Eğer benim ümmetim, Ramazan ayında kendileri için neler olduğunu bilselerdi, bütün senenin Ramazan olmasını isterlerdi.” (Zübdetü’l Vaizin) Ama insanın nefsi, Hz. Peygamber sallallahu aleyhi vesellemin buyurduğu gibi istemiyor, Ramazanın çabucak bitmesini istiyor. Fakat bu yanlıştır! Oruç tutmak istemeyen nefsimizi azarlayarak ona şöyle dememiz lazımdır: “Ey nefsim! Sen, on bir ay istediğin gibi yemek yedin. Ne kârın oldu? Allah sana bir ay yemek yememeyi emretti, o da akşama kadar, üstelik akşamdan sabaha kadar da serbestsin!” Esasen geçmiş ümmetlerde oruç, yirmi dört saatte bir sefer yemek yemek suretiyle tutuluyordu. Allah-u Zülcelal, fazlıyla bize müsaade etmiştir ki, akşamdan sabaha kadar yemek yiyebiliyoruz. Ya onlar gibi yirmi dört saatte bir sefer yemek yeseydik halimiz ne olurdu? Bunun için kişi Ramazan ayında, vaktini ibadetle, tazarruyla, yalvarmakla geçirmelidir. Affına mazhar olmaya çalışalım Allah-u Zülcelal, her ramazan gecesi bir milyon kişiyi affediyor. Cuma gecesinde ise her gece affettiği bir milyon kişiyle beraber, bir milyon kişiyi daha affediyor. Ramazanın son gecesinde ise başından sonuna kadar kaç kişiyi affetmiş ise bir o kadar kişiyi daha affediyor. Allah-u Zülcelal bu kadar kişiyi affetmesine rağmen, bu sayı yine de yeryüzündeki insanların sayısına oranla, fazla değildir. Af olunan, o milyonlarca kul içerisinde olabilmek için gayret göstermeliyiz. Şöyle ki: “Bu gece daha fazla ibadet edeyim de belki affolunan o kullar içine girerim.” Ertesi gece, yine: “Belki bu gece o sınıfa girerim.” Aynı şekilde: “Cuma gecesi daha faziletlidir, belki Allah-u Zülcelal beni bu gece affeder.” düşüncesi ve gayreti üzere olmalıyız. Bütün merak ve gayemiz, kendimizi Allah-u Zülcelal’in affına layık hale getirmeye çalışmak olmalıdır. Ramazan ayı, malumunuz senede bir defa ele geçen bir fırsattır, bir de bakıyorsunuz hemen bitivermiş . Onun için bu fırsatı çok iyi değerlendirmeliyiz. Bilhassa teravih namazlarımızı kaçırmamalıyız. Teravih namazı çok önemlidir. Öyle ki, Hz. Peygamber (sallallahu aleyhi ve selem) teravih namazlarını, cemaatle devamlı olarak kılmamıştır. Çünkü devamlı kıldığı taktirde, ümmetine farz kılınacağından ve bunun da onlara ağır geleceğinden korkmuştur. Buradan da anlıyoruz ki, teravih namazı çok sevaptır ve ne yapıp edip sürekli kılmamız gerekmektedir. Ashâbı Kiramlar, Kur’an okumadıkları bir günün geçmesini istemezler, sürekli Kuran okumakla vakitlerine kıymet kazandırırlardı. Ramazan geldiğinde ise çok daha fazla Kur’an okumuşlardır. Mesela, Abdullah bin Ömer radıyallahu anh ailesiyle ilglenmek dışında durmadan Kur’an okurdu. Kur’an’ı hep açıktı. Her vakit namaz için abdest alır, öğle ile ikindi arasını ilim, irfan, ibadetle ihya ederdi. Kur’an-ı Kerim’i hatmedeceği zaman, son sûreye geldiğinde eşini, çocuklarını ve ev halkını yanına çağırır, onların huzurunda hatmeder, onlara dua ederdi. Belki de ulaşamayız bir daha… İşte, ramazan ayı bu kadar mübarek bir aydır. Onun için fırsatı kaçırmamalı, vaktimizi en iyi şekilde değerlendirmeliyiz. Yine, Ramazan ayı, kıyamet gününde çok güzel bir şekil ve surette Allah’ın huzuruna çıkacaktır. Allah-u Zülcelal ona: “Ya Ramazan! Ne istiyorsun?” diye soracak, o da şöyle diyecektir: “Ya Rabbi! Bana hürmet gösterenlere, benim vaktimde oruç tutanlara, ibadet ve zikir edenlere şefaat etmek istiyorum.” Bunun üzerine Allah-u Zülcelal ona: “Git, kimi tanıyorsan, kim sana hürmet göstermiş, kim senin hakkını yerine getirmişse, kimden razı olmuşsan, onun elinden tut, cennete götür!” diye müsaade edecektir. Demek ki, Ramazan ayına bir dost gibi hürmet ederek kendimizi ona sevdirmeliyiz. Nasıl iki dost sevgi ve muhabbetle, aşkla bir araya gelip oturup sohbet ediyorlar, birbirlerine sevgilerini gösteriyorlar. Biri diğerinin başına bir musibet gelmesini istemiyor ise biz de Ramazan-ı şerif ayına öyle dost olalım. Allah Zülcelal’in ibadet ve itaatiyle meşgul olmak suretiyle onunla dostluk kurarsak, şüphe yok ki, kıyamet günü bize de şefaat edecektir. Allah-u Zülcelal hepimizi, Ramazan-ı şerifin hakkını yerine getirenlerden eylesin…

1 Mayıs 2018 Salı

Guslü geciktirmek

Sual: Yatsıyı kıldıktan sonra cünüp olan, ne vakte kadar cünüp dursa günah olmaz? CEVAP Yatsı namazını kıldıktan sonra cünüp olanın sabah namazına kadar guslünü tehir etmesi caizse de hemen yıkanması elbette çok iyi olur. İmam-ı Gazali hazretleri, (Cünüp olup gusletmeden bir namaz vaktini geçirene, ateşten gömlek giydirilecektir) buyuruyor. Namaz kılan ve kılmayan herkes, bir namaz vaktini cünüp geçirirse, çok azap görür. Mesela, öğle ezanından sonra cünüp olanın öğle namazını kılmamışsa, ikindi vaktine öğleyi kılacak kadar zaman kalınca gusletmesi farz olur. Farzı yapmak çok sevap, yapmamak büyük bir günahtır. Hadis-i şeriflerde buyuruldu ki: (Cünüp olunca, çabuk gusletmeli! Çünkü kiramen kâtibin melekleri, cünüp gezenden incinir.) [Ey Oğul İlmihali] (Canlı resmi, köpek ve cünüp bulunan odaya rahmet melekleri girmez.) [Nesai] (Cünübe, sarhoşa rahmet meleği yaklaşmaz.) [Bezzar] (Gusletmek için kalkana, üzerindeki kıl sayısınca sevap verilir, o kadar günahı affolur, Cennetteki derecesi yükselir. Guslü için ona verilecek sevap, dünyada bulunan her şeyden daha hayırlı olur. Allahü teâlâ meleklerine, "Bakın bu kulum, gece üşenmeden kalkıp emrime uymak için guslediyor. Şahit olun ki, bunun günahlarını af ve mağfiret eyledim" buyurur.) [Gunye] Guslü terk eden Sual: Guslü terk eden dinden çıkar mı? CEVAP Guslü terk eden dinden çıkmazsa da büyük günah işlemiş olur. Gusülsüz gezen, namaz kılamaz. Namaz kılmamak insanı küfre sürükleyen büyük günahlardandır. Böyle bir kimsenin de imanını kaybetmesi çok kolay olur. Onun için guslü geciktirmemelidir! Hadis-i şerifte buyuruldu ki: (Allahü teâlâ buyuruyor ki: Şu üç şeye devam eden, gerçek dostumdur. Bunları terk eden de, gerçek düşmanımdır. Bu üç şey, namaz, oruç ve cünüplükten gusüldür.) [Beyheki] Allahü teâlânın düşmanım dediği ve rahmet meleklerinin uzak durduğu bir kimsenin evinde huzur, bereket diye bir şey kalır mı? Gençler ve gusül Sual: Sabah ihtilam olarak kalktığımda gusül almam gerekiyor. Fakat okula geç kalmamak için guslü namaz vakitleri geçse dahi okuldan geldikten sonra almam mümkün mü? CEVAP İki dakikada gusletmek mümkündür. Namaz vakitlerini cünüp geçirmek haramdır. Namaz kılmamak da ayrıca haramdır. Çifte haram işlemek daha büyük günahtır. Cünüp gezmek Sual: Annemle babam, benim sık sık banyo etmeme mani oluyorlar. Cünüp geziyorum. Cünüp ölen, kâfir olarak mı ölür? CEVAP Cünüp gezmek büyük günahsa da, cünüp gezerek günah işleyene kâfir denmez. Namaz kılmamak çok büyük günahtır. Cünüp gezen, namaz da kılamaz. Uygun bir şekilde yıkanmanızın gerektiğini bildirmeniz gerekir. Hayzı biten kadın Sual: Sabah güneş doğunca hayzı biten kadın, öğle namazına kadar guslü geciktirebilir mi? CEVAP Öğle namazını vaktinde kılacak kadar guslü geciktirmesi caiz olur; fakat ilk fırsatta gusletmesi iyi olur. Cünüpken ölmek Sual: (Cünüpken ölen kâfir olarak ölür) deniyor. Böyle bir şey var mıdır? CEVAP Hayır, öyle bir şey yoktur. Eshab-ı kiramdan Hanzala hazretleri, gusletmeye vakit bulamadığı için, Uhud Savaşı'nda cünüp olarak şehit olmuş, onu melekler yıkamıştı. Bunun için (Gasîl-ül-melâike) ismi ile şereflenmişti. Meleklerin yıkadığı, guslettirdiği zat demektir.

Sünnet üzere gusletmek

Sual: Sünnet üzere nasıl gusledilir? CEVAP Gusletmek çok kolaydır. Ağzını ve burnunu suyla yıkayıp, denize veya göle girip çıkan yahut duş altında bütün vücudunu ıslatan gusletmiş olur. Önce abdest alıp, sonra bütün vücut yıkanırsa sünnete uygun olur. Gusletmek için niyet, Hanefi’de sünnet, diğer mezheplerde farzdır. Guslederken niyeti unutanın da guslü geçerli olur. Guslederken besmele okunur. Hatta kelime-i şehadet de getirmek iyi olur. Sünnet üzere gusül abdesti almak için, önce, temiz olsa bile, iki eli ve avret yerini yıkamalıdır. Sonra bedeninde necaset varsa yıkamalı, sonra, gusle niyet ederek tam bir abdest almalı. Sonra bütün bedene üç defa su dökmelidir. Önce üç defa başa, sonra üç defa sağ omuza, sonra üç defa sol omuza dökmeli, her döküşte, o taraf tamam ıslanmalı. Birinci dökmede ovmalıdır. Gusülde, bir organa dökülen suyu, başka organlara akıtmak caiz olup, orası da temizlenir; çünkü gusülde bütün beden, bir organ sayılır. Abdest alırken bir organa dökülen suyla , başka organ ıslanırsa, yıkanmış sayılmaz. Gusül tamam olunca, tekrar abdest almak mekruhtur. Gusül ederken abdesti bozulursa, gusle zararı olmaz, fakat namaz kılmak için bir daha almak lazım olur. Guslederken sabunlanmak, keselenmek uygun olmaz. Kirden yıkanma işini ya gusülden sonra yapmalı veya önce yapmak gerekir. İkisinin aynı anda yapılması uygun olmaz. Gusülde fazla su harcanmış olur, mekruh olur. Maliki’deyse muvalata yani aralıksız yıkamaya mani olursa gusül geçerli olmaz. Banyoya girince önce gusledilir. Sonra kir için yıkanılır. Kir için yıkanırken ihtiyaç kadar fazla su sarf etmenin mahzuru olmaz. Gusül abdesti alırken, namaz abdesti bozacak haller olursa (mesela kan çıksa, yellenilse, idrar çıksa vs.) gusle kalınan yerden devam edilir, abdesti bozan şey guslü bozmaz. Sadece bu abdestle namaz kılınmaz, sonra namaz abdesti almak gerekir. Cünüpken, kasık ve koltuk altı tıraşı olmak, saç, tırnak kesmek, mekruh olur. Hayzlıyken, bunlar mekruh değildir. Onun için, cünüpken, gusülden önce bunları yapmamalı. Ya gusülden sonra veya başka zaman yapmalı. Gusül ve israf Sual: Abdestte ve gusülde, gereğinden fazla su kullanmak israf mıdır? CEVAP Evet. Yalnız, gusletmeden önce veya sonra, kirlerden temizlenmek için yıkanmanın mahzuru yoktur. Vesvese Sual: Vesveseli biriyim. Dikkat etmeme rağmen, abdestte gusülde kuru yerim kalmışsa yahut secde-i sehv yapılacakken unutmuşsam, buna benzer başka şeyleri unutmuşsam, oruçlu iken unutup yiyip içmişsem, unutarak namaz vaktini çıkarmışsam, sonra da hatırlamadığım için kaza etmemişsem, ahirette benim halim nice olur? CEVAP Dinimizde unutmak özürdür. Unutarak yiyip içmek orucu bozmaz, kaza da gerekmez. Unutarak namazın kazaya kalması da günah olmaz. Abdestte, gusülde kuru yer kalmışsa, bilmediğiniz için hiç mahzuru olmaz. Acaba kuru yer kaldı mı diye defalarca yıkamak gerekmez. Bunlar vesvesedir, vesvese ise günahtır. Guslederken konuşmak Sual: Guslederken konuşmak sakıncalı mıdır? CEVAP Guslederken konuşmamak sünnettir. İhtiyaç yokken konuşmamalıdır. Başka yerde almak Sual: S. Ebediyye’de, (Guslettikten sonra, tekrar abdest almak mekruhtur. Abdest bozulmadan, başka yerde almak caizdir) deniyor. Başka yerde almaktan maksat nedir? CEVAP Guslettiği yerde değil de, başka yerdeki lavaboda abdest almak demektir. Böyle olursa, mekruh olmaz. Gusülden sonra ayakları yıkamak Sual: Gusülden sonra ayakları tekrar yıkamak gerekir mi? CEVAP Eğer ayakların altında su toplanıyorsa, çıkarken ayakları tekrar yıkamak gerekir. Su toplanmıyorsa tekrar yıkanmaz. Mâlikî’ye göre guslederken Sual: Mâlikî mezhebinde ön avret yerine avuç veya parmakların içiyle dokunan erkeğin abdesti bozuluyor. Mâlikî mezhebini taklit eden erkek, guslederken önce avret yerlerini yıkasa sonra, bir daha ön avret yerine hiç dokunmasa, abdest alıp guslettikten sonra, bu gusül abdestiyle namaz kılabilir mi? CEVAP Kılabilir. Guslederken ön avret yerine abdestten sonra dokunulmazsa, abdesti bozulmaz. Avret yerine dokunmak gusle zaten zarar vermez, yani dokunulsa da gusle devam edilir. Sonra namaz kılmak için, sadece namaz abdesti alması yeterli olur. Kadınların ise, avret yerlerine dokunsalar da, abdestleri bozulmaz.

Guslün farzları

Sual: Dört mezhebe göre, guslün farzları nelerdir? CEVAP Hanefî’de: 1- Ağzın içini yıkamak, 2- Burnun içini yıkamak, 3- Bedenin her yerini yıkamak. [Göbek içini, bıyık, kaş ve sakalı ve altlarındaki derileri ve baştaki saçları yıkamak farzdır. Gözleri ve kapalı küpe deliğini yıkamak gerekmez.] Mâlikî’de: 1- Niyet, 2- Bedenin her yerini yıkamak, 3- Delk, 4- Muvalat, 5- Saçları hilâllemek. Şâfiî’de: 1- Niyet, 2- Bedenin her yerini yıkamak. [Bazı kitaplarda, Şafii’de guslün farzı üçtür deniyor. Bedendeki necaseti temizlemeyi de ekliyorlar. Beden yıkanınca, necaset de temizlenmiş olacağı için, guslün farzına iki denmesinin mahzuru olmaz.] Hanbelî’de: Guslün farzı birdir, bu da bütün vücudu yıkamaktır. Bu, guslün rüknüdür. Yani guslün içindeki farzdır. Gusle başlarken, niyet etmek ve Besmele çekmek de farzdır. Ağzın ve burnun içi, bedenin dışı sayıldığı için, buraları da yıkamak farzdır. Bunlar da ilave edince, guslün farzı 5 oluyor: 1- Niyet etmek, 2- Besmele çekmek, 3- Bedenin her yerini yıkamak, 4- Ağzın içini yıkamak, 5- Burnun içini yıkamak. Gusülde gargara Sual: Gusülde, gargara şart mıdır? Buruna çok su çekip, yanma hissedilmesi gerekir mi? CEVAP Hayır, öyle bir şart yoktur. Gargara yapmak abdestte de, gusülde de farz değil, sünnettir. Oruçluyken gargara yapmak ise mekruhtur. (S. Ebediyye) Sual: Gusül abdestinde farz olarak yapılması gerekenler nelerdir? Cevap: Hanefi mezhebinde gusülde mutlak yapılması gereken farz üçtür: 1- Ağzın hepsini iyice yıkamak. Ağız dolusu su içmekle de olur ise de, yutmak mekruhtur diyen âlimler de olmuştur. 2- Burnu yıkamak. Burundaki kuru kir altını ve ağızdaki, çiğnenmiş ekmek altını yıkamazsa gusül sahih olmaz. Hanbeli mezhebinde, mazmaza ve istinşak, abdest alırken de, gusülde de farzdır. 3- Bedenin her yerini yıkamaktır. Bedenin, ıslatılmasında haraç olmayan yerlerini yıkamak farzdır. Yıkanan yerleri ovalamak lazım değil ise de, müstehabtır. İmam-ı Malik ile imam-ı Ebu Yusuf hazretleri lazımdır buyurdu.

30 Nisan 2018 Pazartesi

Berat Gecesi'nin önemi ve anlamı

Berat Gecesi gelip çattı. Milyonlarca Müslüman bu gece Cenab-ı Hakk'a ellerini açacak ve af dileyecek. Berat Kandili'nin önemi bununla sınırla değil. Milyonlarca kişi Berat nedir? Berat Kandili nedir? sorularına yanıt arıyor. A+A- 11 Ayın sultanı Ramazan'ın habercisi olan Berat Kandili 30 Nisan 2018, yani bu akşam idrak edilecek. 3 aylar girdiğinden beri önce Regaip, ardından Miraç Kandili idrak edildi. Fakat Berat Kandili hem Ramazan'ın habericisi olması, hem de taşıdığı önem ve anlam bakımından farklı bir yerde konumlanıyor.Hicri Takvim'de Şaban Ayı'nın 15. Gecesi Berat Kandili olarak kutlanır. Berat Kandili İslam dininde son derece önemlidir. İslami pek çok kaynakta Berat Kandili'nin önemi ve anlamı için sözler bulunmaktadır. 30 Nisan 2018 Pazartesi akşamı idrak edeceğimiz Berat Kandili nedir? Berat ne demektir? Merak edilen herşey haberimizin içeriğinde yer alıyor.Berat nedir?Berat, Arapça bir kelimedir. Anlamı ise 'bağışlanmak, temize çıkmak' olarak bilinir. Berat Kandili eskiden ''leyle-i beraa'' ve ''leyle-i mübareke' gibi isimlerle anılmaktaydı. Ondan daha önce ise 'leyle-i rahmet'' ve ''leyle-i sakk'' gibi adlandırmalar da bulunmaktaydı.Berat ismi Türkçe'de Beraat olarak bilinmektedir. Bu kelime aynı zamanda bir zorluktan kurtulmak anlamına da gelebilmektedir.Berat Kandili nedir?Üç Aylar içinde Ramazan'a kadar üç kandil gecesi bulunmaktadır. Bunlar sırasıyla Regaip, Miraç ve Berat Kandilleridir. Her bir kandil önemli olduğu gibi, Ramazan'a en yakın kandil olması nedeniyle Berat Kandili bir müjdeci olarak görülür.Berat Kandili ise müjdelendiği üzere Amel defterlerinin yazıldığı gecedir. Bu gece boyunca kulların amel defterleri yazılacağı için bu gece için bağışlanma ve tövbe yolları aramak son derece önem arz eder.Berat Kandili'nin esas önemi ise, Cenab-ı Hakk'ın Kur'an-ı Kerim'i Berat Gecesi yedi semadan dünya semasına indirmesidir. Peygamber Efendimiz'e nail olması ise Kadir Gecesi olmuştur.Berat Kandili'nin önemi ve anlamı nedir?Berat Kandili boyunca tövbe kapısı açık bırakılacaktır. Bu nedenle amel defterlerinin yazıldığı Berat Gecesi boyunca ibadet, dua ve tövbe istiğfar etmek çok önemlidir. Bu nedenle Mü'minler bu geceyi boş geçirmemek için elinden geleni yaparlar. Bu da Berat Kandili'nin faziletlerinden istifade etmek için pek çok yol aramalarına neden olur.Berat'ın kelime anlamları içinde temize çıkmak, bağışlanmak bulunmaktadır. Gerçekten de Berat Gecesi bir bağışlanma ve affedilme gecesidir. Bu gece yapılacak özel dualar, namazlar ve tövbeler ile Berat Kandili'nin önemi idrak edilebilir.Berat Kandiliniz mübarek olsun. Kaynak: Berat Kandili nedir? Berat ne demek? Berat Gecesi'nin önemi ve anlamı

29 Nisan 2018 Pazar

En Büyük Nimet Allah'ın Cemalini Görmektir

Kıyamet gününde Allah-u Zülcelâl insanın günahlarını açığa çıkaracaktır. Bu dünyada insan günah işlediği zaman aynıdır ama kıyamet günü öyle değildir. Ahirette bazı yüzler beyaz olacak bazı yüzler ise simsiyah olacak. Bu konuda Allah-u Zülcelâl ayet-i kerimede şöyle buyuruyor: “ O gün bazı yüzler vardır ki, ay gibi parıldayacaktır.” (Kıyamet; 22) O gün bazı kişiler vardır ki, yüzleri sevimlidir, Rablerinin onlara karşı muamelesinden dolayı sevinçten pırıl pırıl parlamaktadır. Ahiret nimetlerinden biri de, kişinin kendi Rabbinin cemalini görmesidir. Cennetin en büyük nimeti, Allah-u Zülcelâl’in cemalini görmektir. Allah-u Zülcelâl’in kullarına rahmetiyle ve meveddetiyle nazar eylemesi ve kulun da Allah-u Zülcelâl’in cemalini görmekten sürur içinde olması… Allah-u Zülcelâl’in kullarına nazar etmesi de bambaşkadır. Cennet nimetlerinin içinde insanın hayal bile edemeyeceği şeyler vardır. Ama Allah'ın kullarına bakmasının yanında hiçbir şey değildir. O gün Allah-u Zülcelâl kullarına dünyadaki gibi bakmaz. O gün insanın cennetlik mi olduğu cehennemlik mi olduğu yüzünün siyah veya beyaz olmasıyla ortaya çıkacaktır. Dünya Ahiretin Tarlasıdır Dünya ahiretin mezraı, yani ekim yeri, tarlasıdır. Dünyada ne tohum atarsan ahirette onu biçersin. İbadet, taat, zikir, Allah sevgisine dair şeylerin tohumunu bu dünyada atarsan ahirette cennet nimetleri ve Allah'ın rızasını biçeceksin. Eğer insan bu dünyada günah tohumları atarsa o zaman ahirette cehennem azabı ve Allah'ın gazabını biçecektir. Allah-u Zülcelâl’in nimetlerini kazanmak ve Allah-u Zülcelâl’in cemalini görmek için Allah'ın ibadetiyle ve muhabbetiyle oluyor. İnsan kendi nefsine zulüm yapıyor, kendine yazık ediyor. Hem dünya selametimiz hem ahiret selametimiz Allah'a kulluk yapmakla mümkündür. Bazı insanlar dünya işleri bozulduğu zaman Allah'a kullukları da bozuluyor. Bu çok yanlıştır. Sen ne kadar Allah'a yalvarırsan işlerin düzelecektir, ne kadar kulluğunu bozarsan o kadar işlerin kötüye gidecektir. Peygamberler dahi, onların başına bir bela geldiği zaman hemen namaza dururlardı. Böyledir, Allah-u Zülcelâl kullarına karşı, kulları kendisine karşı nasıl ise öyle muamele eder. Yani kul yardımı Allah'tan bilir, Allah'a yönelirse Allah-u Zülcelâl de onun imdadına yetişir. Ama kul gafil olursa Allah-u Zülcelâl de onu gafleti içinde bırakır. İbrahim Ethem rahmetullahi aleyh bir gün çölde bir çobana rastlamıştı. Ona sordu: “Suyun var mıdır?” “Var,” dedi ve bir kayanın yanına gidip asasını vurunca kayadan su fışkırdı. İbrahim Ethem şaşkınlıkla bakakaldı. Çoban dedi ki, “Hiç öyle bakma. Eğer sen Allah için olursan Allah-u Zülcelâl de senin yardımına yetişir.” İnsan ne kadar Allah'a karşı kulluk zikir ve taatlerini yaparsa Allah-u Zülcelâl de insana o kadar yardımcı olur. Bak hem dünyada hem ahirette… Güzel Ahlakın Önemi Biz bu hizmetimizi insanlarla birlikte yapıyoruz onun için insanlara karşı güzel ahlaklı olmamız lazımdır. Güzel ahlak, sahibini kıyamet gününde yüzü aydın olanlardan yapacaktır, inşallah. Bak Peygamber aleyhisselatu vesselam bir hadis-i şerifinde buyuruyor ki: "Kıyâmet günü, mü'minin mizanında güzel ahlâktan daha ağır basan bir şey yoktur. Allah-u Zülcelâl çirkin düşük söz (ve davranış) sahiplerine buğzeder." (Tirmizî, Birr, 62; Ebu Dâvud, Edeb 8) İnsanın güzel ahlakı mizanın sağ kefesine girdiği zaman, öbür kefesinde ne kadar hata olsa da ondan daha ağır gelecektir. Kötü konuşan ve kötü davranan şahsa karşı ise Allah-u Zülcelâl buğzediyor. Güzel ahlak nedir? Güzel ahlak, güler yüzlü, yumuşak huylu olmaktır. O zaman güzel ahlaklı olmuş oluyorsun. Onun için elimizden geldiği kadar mümin kardeşlerimize karşı güzel ahlaklı olalım, iyi davranalım. Bunlar bizim için kıyamet gününde kurtuluş vesilesidir. Yine Resulullah aleyhissalatu vesselam bir hadis-i kudside buyurdular ki: "Allah-u Zülcelâl şöyle hükmetti: "Benim rızam için birbirlerini sevenlere, benim için bir araya gelenler, benim için birbirlerini ziyaret edenlere ve benim için birbirlerine harcayanlara muhabbetim vacip olmuştur." (Muvatta, Şi'r 16) Müminlerin birbirlerinin yanında oturmaları da, Allah'ın onlar üzerinde muhabbetinin vacip olmasına bir sebeptir. Birbirlerini Allah için ziyaret ederlerse yine Allah'ın sevgisi onlara vaciptir. Birbirlerine bir ikramda bulunmak, bir çay vermek de yine aynıdır. İnsan iki şeyden ibarettir, biri zahiri vücut, bir de manevi bir vücudu vardır. İnsanın manevi vücudu akıldır, iradedir. Allah-u Zülcelâl insanı bütün mahlûklardan akıl ile üstün kılmıştır. Allah-u Zülcelâl; “Andolsun, biz insanoğlunu şerefli kıldık. Onları karada ve denizde taşıdık. Kendilerini en güzel ve temiz şeylerden rızıklandırdık ve onları yarattıklarımızın birçoğundan üstün kıldık.” (İsra, 70) buyurmuştur. Öbür hayvanlarda akıl yoktur ve onlar bizim için yaratılmıştır. Dikkat ederseniz, onların etlerinden, sütlerinden istifade ediyoruz. Peki biz niçin yaratılmışız? Allah için, Allah'a ibadet yapmak için… Allah-u Zülcelâl bir ayet-i kerimede buyuruyor: “Ben cinleri ve insanları, ancak bana kulluk etsinler diye yarattım.” (Zariyat, 56) İkincisi insan manevi olarak takva ile üstün olur. Allah-u Zülcelâl bir ayet-i kerimede buyuruyor: “Ey insanlar! Doğrusu biz sizi bir erkekle bir dişiden yarattık. Ve birbirinizle tanışmanız için sizi kavimlere ve kabilelere ayırdık. Muhakkak ki Allah yanında en değerli olanınız, O'na karşı en takvalı olanınızdır. Şüphesiz Allah bilendir, her şeyden haberdardır.” (Hucurat, 13) Peygamber aleyhisselatu vesselam da buyuruyor ki: “Bir mü'minin diğer mü'min kardeşlerine karşı hali, birbirini bağlayıp destekleyen bir binanın tuğlaları gibidir.”(Müslim, Birr, 65) Nasıl ki bir duvardaki tuğlalar birbirini sımsıkı tutmasıyla bir bina meydana geliyorsa, müminler de birbirlerine karşı öyledir. Birbirimize merhamet etmezsek Allah da bize merhamet etmez. Biz birbirimize karşı merhametli olacağız ki, Allah da bize merhamet etsin. Hayra Anahtar Şerre Kilit Ol! Allah-u Zülcelâl bir hadis-i kudside şöyle buyurduğunu Peygamber aleyhisselatu vesselam bize haber veriyor: "İnsanlardan öyleleri var ki; hayrın (önünü açan) anahtarlar gibidir ve şerrin de (önünde duran, ona mani olan) sürgüler gibidir. Kimisi de şerrin anahtarı ve hayrın sürgüsü gibidir. Yüce Allah'ın, hayrın anahtarlarını ellerine verdiği o kimselere ne mutlu! Yazıklar olsun Yüce Allah'ın şerrin anahtarlarını ellerine verdiği o kimselere!" (İbn Mace, Sünnet, 19) Mesela bir binanın içinde çok hayırlı, güzel şeyler var ise, o binanın kapısı kapalı ve kilitli ise, onun anahtarını elinde tutan kişi ancak onu açabilecektir. Ancak o anahtarla o kapıyı açarsa o hayır hazinesinin kapısını açarsa insanlar ondan faydalanacaktır. İşte bir insan böyle olursa, ona ne mutlu. O adeta bir hayır deposudur, hayır hazinesidir. Onun için elimizden geldiği kadar herkese, hatta hayvanlara karşı dahi merhametli olalım. Allah-u Zülcelâl “Veyl olsun ona,” diyor, kime diyor? Şerre anahtar olana diyor. Veyl, cehennemde bir vadinin adıdır; o kadar korkunçtur ki, cehennem bile ondan Allah'a sığınır demişlerdir. Hep şerre sebep olan, şerrin anahtarı olan kişiye de veyl olsun diyor Allah azze ve celle. Onun için Allah'a yalvaralım, bizi hayır anahtarı yapsın. Onun için çok kolaydır. Biz de elimizi açtığımız zaman “Allahım bizi hayır anahtarı yap,” diyelim. Kendini insanlara sevdirmek, onlarla iyi geçinmek, akıllı insanın alametidir. Peygamber Efendimiz böyle demiştir. İmandan sonra akıllı insanın alameti, insanlarla iyi geçinmektir ve daima emri bil maruf, nehyi anil münkeri anlatmaktır. Yani Allah'ın emri olan iyi işlerin yapılmasını teşvik etmek, Allah'ın sevmediği şeylerin de yapılmaması için nehyetmek, yani kötülüğünü anlatmaktır. Hem iyi kişilere, hem kötü kişilere… Senin nasihatini kabul ederse hay hay, etmezse de sen görevini yerine getirdin, Allah senden kabul etti inşallah. Peygamber aleyhisselatu vesselam buyuruyor: “Merhamet, ancak şakî olanın kalbinden alınır.” (Tirmizî, Birr, 16/1923) Şaki, cehennemlik demektir, Allah'ın yanında kötü bir kimsedir neuzubillah. Daima Allah-u Zülcelâlin zayıf mahlukatına merhamet edelim. İster hasta olsun, ister zayıf olsun… Peygamber aleyhisselatu vesselam buyuruyor ki: "Güçsüz ve düşkünleri araştırıp bana getirin, (ihtiyaçlarını karşılayayım). Çünkü siz ancak içinizdeki güçsüzler sayesinde yardım görüyor ve rızıklandırılıyorsunuz." (Tirmizî, Cihad, 21/24) Allah-u Zülcelâl aramızdaki zayıflar sebebiyle bize yardım eder. Sübhanallah, İslam ne kadar güzel bir dindir. Eğer herkes böyle merhametli olursa dünya adeta cennet olur. Onun tersi de cehennem oluyor. Biz Allah-u Zülcelâl’e muhtacız. Zengin olsak da muhtacız. Mesela hasta oluyoruz. Bütün dünya bizim olsa da yine Allah'a muhtacız. Onun için muhtaç olduğumuzu düşünüp kulluk vazifemizi yerine getirelim. Bir adam Hz. Peygamber sallallahu aleyhi veselleme; “Ya Rasulallah, ben iyi miyim yoksa kötü müyüm? Bunu nasıl bilebilirim?” diye sormuştu. Hz. Peygamber aleyhisselatu vesselam da şöyle buyurmuştur: “Komşuların senin hakkında ‘İyi insandır,’ derse iyi bir insansın. Onların, ‘Kötü iş yaptın’ dediğini duyarsan da kötü yapmışsındır.” (ibn Mâce, Zühd, 25) İnsan kendi kendine “Ben iyiyim,” derse faydası yok, ama insanlar senin ahlakından memnun ise “İyi insandı,” derse, o zaman gerçekten iyi insansın demektir. Bir insan öldüğü zaman arkasından dört kişi, “Biz onun hakkında hayırdan başka bir şey bilmiyoruz,” derse Allah-u Zülcelâl; “Ben sizin şahitliğinizi kabul ettim, sizin bilmediğiniz hatalarını da affettim.” Diyor ve onu cennetine koyuyor. İnsanlar şerrine şahitlik ederse o zaman Allah azze ve celle, “Ben sizin şerri hakkındaki şahitliğinizi kabul ettim, ona azab edeceğim” diyor. Onun için elimizden geldiği kadar güzel ahlaklı olalım. Bakıyoruz bir kişi ölüyor, tabi ki insanlar arkasından konuşuyor. Ya diyorlar ki, “İyi insandı,” veya “Allah affetsin, şöyleydi, böyleydi,” diye anlatıyorlar tabi… işte şahitlik böyledir. Allah Severse Kullarına Sevdirir Elimizden geldiği kadar Allah'a karşı dosdoğru kul olalım, Allah-u Zülcelâl onların dilini iyiye çevirsin. O da Allah'ın elindedir… Allah bir kulunu sevdi mi, onu gökte meleklere ve yeryüzünde müminlere sevdirir. Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’in şöyle buyurduğu kaydedilmektedir: Allah Teâlâ bir kulu sevdiği zaman Cebrâil’e: “Ben filanı seviyorum onu sen de sev!” diye emreder. Cebrâil onu sever ve sonra gök halkına: “Allah filanı seviyor, onu siz de seviniz,” diye seslenir. Gök halkı da o kimseyi sever, sonra yeryüzündekilerin kalbinde o kimseye karşı bir sevgi uyanır. Allah Teâlâ bir kula buğzettiği zaman, Cebrâil’e: “Ben, filanı sevmiyorum, onu sen de sevme!” diye emreder. Cebrâil de onu sevmez. Sonra Cebrâil gök halkına: “Allah filan kişiyi sevmiyor, onu siz de sevmeyin,” der. Göktekiler de o kimseyi sevmezler. Sonra da yeryüzündekilerde o kimseye karşı bir kin ve nefret uyanır. (Müslim, Birr 157) İşte Allah-u Zülcelâl bir kuldan razı olunca böyle herkese sevdirir. Eğer bir kul güzel ahlakı sırf Allah için yaparsa Allah-u Zülcelâl onu böyle sevdiriyor. Bir adam, bir evliyaya sormuştu: “Ben kendimi nasıl düzeltebilirim? Kendimi düzeltmek istiyorum ama düzeltemiyorum.” Evliya ona şöyle dedi: “Sana bir şey söyleyeceğim, onu devamlı yap.” “Ne yapacağım?” “Önüne bir günah geldiği zaman düşün, bu günah seni nereye götürecek?” Tabi insan düşününce, günah işlemek insanı Allah'ın gazabına götürüyor, o zaman da cehennem azabına müstehak ediyor. Tabi insanlar yanında da, o günah bir kabahattir, pis bir şeydir, kimse sevmiyor onu. O zaman insan düşününce, “E, dünyada ve ahirette beni bu hale koyan günahı ne diye işleyeceğim? Yazık değil mi bana? Bir de Allah'ın merhametini bir düşüneyim, Allah ne kadar merhametlidir. Geçmiş günahlara tevbe ettiğim zaman tevbemi kabul ediyor.” Diyecek öyle değil mi? İşte böyle düşününce insan kolay kolay o günahı yapmıyor. Allah-u Zülcelâl hem insanı, hem insanın yaptığı işleri, amellerini, yaptığı hareketleri yaratıyor. Eğer Allah-u Zülcelâl senin imanını, ahlakını, ihlasını severse sana kötü bir amel yaptırmaz. Allah-u Zülcelâl’e tevbe edelim, tevbe insanı Allah'ın dostu yapıyor. Bir insan Allah'ın dostu olursa Allah-u Zülcelâl dostuna günah yaptırmaz. Eğer yapmışsa bile ona tevbe nasip eder, yine o günahı sevaba çevirir, onu cennete koyar. Allah-u Zülcelâl bir kuluna böyle yaparsa dünya da o kulundur, ahiret de o kulundur. Çünkü o kuluna hep razı olacağı amelleri işlemeyi nasip edecektir.

11 Nisan 2018 Çarşamba

Dünya’da Huzur Ve Adalet, Ancak İslam’la Tesis Edilebilir!

Üzerinde yaşadığımız bu gezegene şöyle bir göz attığımızda, çoğu şeyin berbat olduğu ve devam eden gidişatın da çok endişe verici olduğunu hemen anlarız. İnsanın yaratıcısıyla, insanın insanla ve doğa ile olan ilişkisi düzgün değildir. Maalesef dünyamız yaşanılmaz bir hâl aldı. Yaklaşık on beş yıl önce Ankara’da rahmetli Roger Garaudy dinlemiştim. Bir Ramazan günü bize hasta haliyle uzun bir konuşma yapmış, konuşmasında dünyanın genel adaletsiz durumunu anlatmıştı. Özetle şunları söylemişti: “Şuanda Amerika dediğiniz ülkede adalet ve insani erdem yok. O sadece güç ile ayakta duruyor. ABD’de gelirlerin % 96’sını, insanların % 4’ü yiyor. Bu %4’lük kesim ise eski İngiliz, Yanki ve Musevi aileler. Geri kalan halkın %96’sı ise gelirden geriye kalan, %4 ile geçinmeye çalışıyor. ABD’de halâ köprü altlarında yaşayanlar var. Nüfusta kayıtlı olmayan milyonlar var. Köprü altlarında doğan, orada yaşayıp orda ölen, devletin haberi bile olmadığı insanlar var.” İnsanoğlu yeryüzünde menfaate dayalı hiçbir insani değer taşımayan sistemler ile yönetiliyor. Bu yüzden her türlü insanî erdem kaybolmuş. Her yerde gözyaşı ve acılar hakim… Allahu Zülcelal, insanı ahseni takvim olarak yaratmıştır. Ve onun tüm yaşamını kapsayacak kaide ve kuralları da Peygamberleri aracılığıyla vahiy yoluyla bize bildirmiştir. Esasında Kur’an’ı Kerim, yeryüzünde insanların kendi aralarında ve doğayla olan tüm ilişkilerinde nasıl davranacağı ve nasıl onurluca yaşayacağını beyan etmiştir. Tabiri caiz ise Kuranı Kerim, dünyanın kulanım kılavuzudur. İnsan’ı Allah yarattı ve nasıl güzel yaşayacağını, nasıl mutlu olacağını da en güzel Allah bilir. İnsanlar vahiyden uzaklaştıkça ya birbirlerine köle oldular yada nefsi emmarelerinin boyunduruğunda mahvoldular. Tarih boyunca bu hep böyle olmuştur. Dünyanın acilen İslam’a ihtiyacı var. Bu sadece iman eden müslümanlar için değil, kafir ve gayrimüslimler için de geçerlidir. Tarihte nice gayri İslami toplumlar İslam’ın adaletine sığınmış ve Müslüman olmadıkları halde İslam’ın adalet sisteminde huzurla yaşamışlardır. Şuan İslam aleminde var olan kilise ve havraların çoğu, İslam uygarlığı döneminde inşa edilmiştir. İslam insanlara sadece ibadet ve güzel ahlak bahşetmedi aynı zamanda ekonomik, sosyal ve siyasal olarak da insanları donattı. Siz yeryüzündeki tüm insanları, ekonomik olarak en güzel seviyeye getirseniz ve tüm insanları akademik bir eğitim çarkından geçirseniz yine mutlu olamayacaklardır. Her insanın başına bir polis dikseniz yine asayişi sağlayamazsınız. İnsan, sadece maddi ihtiyaçlardan mürekkep bir varlık değildir. İnsanın ruhu, aklı ve duyguları vardır ve bunları en güzel şekilde ıslah edecek, ahlaklı kılacak ancak İslam’ın insanlara vaat etikleridir. Allahu Zülcelal hepimizi bu gaflet uykusundan uyandırsın ve İslam’a olan ihtiyacı tüm insanlığa idrak ettirsin. (Âmin)

Takva Elbisesi

Müminlerin vasıflarından biri de “takva”dır. Korumak, korunmak, sakınmak, saygı göstermek, dindar olmak, itaat etmek, korkmak, çekinmek anlamlarına gelen “vikâye” kelimesinden türetilmiş olup, fiil hali “ittika”dır. Takva sahibi olan, ittika eden kimse “müttakî” olarak adlandırılır. Kur’an-ı Kerim adeta baştan sona kadar takva ve türevi olan kelimelerle örülmüş, müminlerin en önemli vasfı olan bu kavram çeşitli kalıplarda 285 defa tekrar edilmiştir. Takva kelimesi için kaynaklarda zikredilen “Allah’tan korkmak” anlamı, bu kavram ile kastedilen manayı tam olarak yansıtmamaktadır. Takva kelimesi köken olarak korku anlamını içeriyorsa da bu, korkunç bir şeyden çekinmeyi değil, sevenin sevdiğini incitmekten çekinmesini, Yaratan’a karşı saygı ve sorumluluk hassasiyetini ifade eder. Bu minvalde takva kavramı için, “Allah bilinci, Allah’a karşı sorumluluk hassasiyeti” ifadeleri, kavramın içeriğine daha uygun düşmektedir. Aslında takva ve ittika kavramlarının içerdiği korku, Allah’a duyulan saygıdan kaynaklanmaktadır. İşte böyle bir hassasiyet, müminleri günahlardan vazgeçirir, iyiliğe ve hayra teşvik eder. (Diyanet İslâm Ansiklopedisi, c. 39, s. 484)

22 Mart 2018 Perşembe

Regaip Kandili namazı nasıl kılınır? Hacet namazı kaç rekattır?

Sonsuz rahmeti ile kullarını ihya eden Allah'tan hayrın, bereketin, rızkın isteneceği ve bu sene 22 Mart Perşembe gününe denl gelen Regaip Kandili'ni nasıl idrak etmeliyiz? Ragaip Kandili'nde kılınan regaip namazı kaç rekattır? Regaip Kandili namazı saat kaçta ve nasıl kılınır? İşte, Regaip Kandili'nde yapılabilecek ibadetler... Mübarek üç ayların başlangıcı olan Recep ayında idrak edilen Regaip Kandili, Diyanet İşleri Başkanlığı'ndan gelen bilgilere göre 22 Mart Perşembe gününe denk geliyor. Kelime anlamı olarak bir şeyi arzulamak, istemek, onu elde etmek için çabalamak manasına gelen regaip kelimesi, bu gece Rabbin huzurunda, ondan sonsuz rahmetini istemeyi temsil eder. Dua kapılarının ardına kadar açık olacağı bu gece eller semaya açılacak ve Regaip Gecesi layıkıyla idrak edilmeye çalışılacak. Peki, tövbe edenlerin arzularının yerine getirileceğine inanıldığı Regaip Gecesi hangi ibadetlerle geçirilmelidir? Regaip Kandili namazı nasıl kılınır? Regaip Kandili namazı kaç rekattır, ne zaman saat kaçta kılınmalıdır? İşte, Regaip Kandilini en bereketli şekilde geçirmek için yapılacak tüm ibadetler... REGAİP KANDİLİ NAMAZI NEDİR, NASIL KILINIR? Birçok hayırlı geceyi, 11 ayın sultanı Ramazan'ı, bin aydan daha hayırlı Kadir Gecesi'ni ihtiva eden mübarek üç aylara erişmiş bulunmaktayız. Üç ayların ilk kandili olan Regaip Kandili'ni feyizli ve bereketli bir şekilde geçirmek isteyen müslümanlar, bu gecede kılınacak namazları, tutulacak oruçları, zikirleri vb. ibadetleri araştırmaya devam ediyor. Peki, Regaip Kandili'nde kılınan Regaip Kandili namazı kaç rekattır, nasıl kılınır? REGAİP KANDİLİ NAMAZI KAÇ REKATTIR, NE ZAMAN KILINIR? "Pek çok ihsan" anlamına gelen regaip kelimesinden adını alan Regaip Gecesi 22 Mart Perşembe gecesini 23 Mart Cuma gününe bağlayan vakitte idrak edilecek. Recep ayının ilk Cuma gecesine denk gelen Regaip Kandili'nde 12 rekatlık bir namaz kılınır. Hacet namazı olarak adlandırılan bu namaz akşam ve yatsı vakti arasında bir zamanda kılınır. Bu vakte yetişemeyenler gecenin üçte biri vaktinde yani teheccüd vaktinde de hacet namazı kılabilirler. Regaip Kandili namazını cemaatle kılmak uygun bulunmamış ve bid'at olarak adlandırılmıştır. Genel hüküm gereği teravih namazı haricinde hiçbir namaz cemaat ile kılınmaz. 12 REKATLIK HACET NAMAZI KILINIŞI VE DUASI; Hacet namazı 12 rekat olarak kılınır. Bu namazda her 2 rekat sonrasında selam verilir. Öncelikle "Niyyet ettim Allâh rızâsı için bu geceki Regaib Gecesinde Nafile Namazı kılmaya” diyerek niyet edilir. 2018 Regaip Kandili mesajları! Anmalı ve özel resimli kandil mesajları.... Tekbir alınır ardından, Sübhaneke okunur. İlk rekatta Fatiha Suresinin ardından 3 defa Kadir Suresi okunur. İkinci rekatta tekrar Fatiha Suresi ve ardından 12 defa İhlas Suresi okunur. Her iki rekatın sonunda selam verilerek 6 kerede namaz tamamlanır. Namazın ardından 7 kere yahut imkan varsa 70 kere Salevât-i Ümmiyye okunur. Salevât-i Ümmiyye: “Allâhümme salli alâ seyyidina Muhammedin Nebiyyil-Ümmîyyi ve alâ Âlihî ve sahbihi ve sellim. Salevât-i Ümmiyye bittikten sonra secdeye kapanarak 70 kerre şu tesbih çekilir; "Subbûhun-kuddûsun, Rabbünâ ve Rabbüna ve Rabbülmelaiketi Ver-Ruh.” Ve secdeden “Allâhü Ekber” diyerek doğrulup oturulur. İki secde arasında otururken şu istiğfar “Rabbiğfır verhâm, ve tecâvez amma tâ'lemu, ,inneke entel"e"azzül-ekrem” 70 kere okunur. Bu duâ bitince tekrar tekbir ile ikinci secdeye kapanılır. 2.nci secdede yine 70 kere: “Subbûhun, kuddûsun, Rabbüna ve Rabbülmelâiketi ver-Rûh." okunur. TESBİH NAMAZI NASIL KILINIR? Tesbih namazı toplamda 4 rekattır. Her rekatta 75 adet, toplamda ise 300 kez tesbih duası okunur. Tesbih namazının içerisinde Kur'an-ı Kerim'den sure okumak efdaldir. Hatta bu konuyla ilgili İbn Abbas'ın (r.a.) "et-Tekâsür, el-Asr, el-Kâfirûn, ve el-İhlâs" surelerinin bu namaz için olduğu görüşü de önem taşımaktadır. Tesbih duası: "Sübhânellâhi velhamdü lillâhi velâ ilâhe illallâhü vellâhü ekber velâ havle velâ kuvvete illâ billâhil aliyyil azıym." Her rekatta 75 kez tesbih duası okunurken şu sıralama dikkate alınır; - Sübhâneke'den sonra 15 kez okunur (Fâtiha ve zamm-ı sûreden önce), - Eûzü Besmele, Fâtiha ve zamm-ı sûreden sonra 10 kez okunur, - Rükûda 10 kez okunur, - Rükûdan kalkınca ayakta (kavmede) 10 kez okunur, - Birinci secdede 10 kez okunur, - İki secde arasındaki oturmada (celsede) 10 kez okunur, - İkinci secdede 10 kez okunur. RECEP AYINDA KILINAN NAMAZIN FAZİLETİ Selman-ı Farisi (ra) Peygamber Efendimiz'den rivayet ediyor; Receb-i Şerif'in hilali girdiğinde Efendimiz (sav) bana hitaben buyurdular ki: -''Ey selman! Her kim ki Receb ayında her rekatta BİR FATİHA, ÜÇ İHLAS ve ÜÇ de KAFİRUN SURESİ'ni okuyarak otuz rekat namaz kılarsa Allhü teala (cc) hazretleri o kimsenin günahlarını af ve mağfiret eder. Ona senenin tamamını oruç tutmuş sevabı verir. Gelecek seneye kadar namaz kılanlardan yazılır. Her gün onun için bedir şehitlerinden bir şehidin ameli kadar ameli yükselir.'' REGAİP KANDİLİ'NDE YAPILACAK İBADETLER - Kur’ân–ı Kerim okunmalı; okuyanlar dinlenmeli; uygun mekânlarda Kur’ân ziyafetleri verilmeli; Kelamullah’a olan sevgi, saygı ve bağlılık duyguları yenilenmeli, kuvvetlendirilmeli. - Peygamber Efendimiz (sas)’e salât ü selâmlar getirilmeli; O’nun şefaatini ümit edip, ümmetinden olma şuuru tazelenmeli. - Kaza, nafile namazlar kılınmalı; varsa o geceye ait nakledilen namazlar, onlar da ayrıca kılınabilir; kandil gecesi, özü itibariyle ibadet ve ibadette ihsan şuuruyla ihya edilmeli. - Günahlara samimi olarak tevbe ve istiğfar edilmeli; idrak edilen geceyi son fırsat bilerek nedamet ve inabede bulunulmalı. - Bol bol zikir, evrad ü ezkarda bulunulmalı. - Mü’minlerle helalleşilmeli; onlarla irtibatımız cihetinden rızaları alınmalı. - Küs ve dargın olanlar barıştırılmalı; gönüller alınmalı; kederli yüzler güldürülmeli. 8. Kişi kendine ve diğer Mü’min kardeşlerine hattâ isim zikrederek dualar etmeli. - Üzerimizde hakları olanlar aranıp sorulmalı; vefa ve kadirşinaslık ahlâkı yerine getirilmeli. - Yoksul, kimsesiz, öksüz, yetim, hasta, sakat, yaşlı olanlar ziyaret edilip, sevgi, şefkat, hürmet, hediye ve sadakalarla mutlu edilmeli. - Dini toplantılar, paneller ve sohbetler düzenlenmeli; va’z ü nasihat dinlenmeli; - Kandil gecesinin akşam, yatsı ve sabah namazları cemaatle ve camilerde kılınmalı. - Sahabe, ulema ve evliya türbeleri ziyaret edilmeli; hoşnutlukları alınmalı; ve manevî iklimlerinde vesilelikleriyle Hakk’a niyazda bulunulmalı. - Vefat etmiş yakınlarımızın, dostlarımızın ve büyüklerimizin kabirleri ziyaret edilmeli; iman kardeşliğine ait sadakati yerine getirilmeli. - Bu kandil gecelerinin gündüzlerinde mümkün olduğunca oruç tutulmalı.

19 Mart 2018 Pazartesi

Halkın içinde Hak ile olanlar ve irşad yıldızları

Peygamber efendimiz sözleriyle ve yaşantısıyla kendisini halktan ayıracak hiçbir farkı yoktu. Halkı gibi giyinir, onlar gibi yalın ve sade konuşurdu. Onun sözlerini dağ başındaki bir çoban bile rahatlıkla anlardı. Hiçbir zaman halktan kopuk bir hayatı olmadı. Resulullah sallallahu aleyhi vesellemin bu özelliikleri aynı zaman da kendisinden sonra gelen İslam alimleri içinde bir örnekti. Asrı saadet döneminden sonra gelen İslam alimleri hep bu çizgiyi takip ettiler. İnsanlar istedikleri zaman onlara ulaşabiliyorlardı. Bu mürşidi kamiller, gayet sessiz sakin ve mütevazi bir şekilde İslam’ın toplumun derinliklerine nüfuz etmesi için çabalamışlardır. Konuşmaları gayet yalın güler yüzlü ve tevazuyla bu hizmetlerine devam etmişlerdir. Zamanımızda batı tarzı okuyan akademisyenlerin çoğu konuştukları dil ile ve yaşantılarıyla halktan kopukturlar. Halk da onların dilinden bir şey anlamaz. Ya mesleki terimlerle doldururlar kelamlarını yada felsefi veya edebi kurallar ile gerdirirler cümlelerini. Bu yüzden kimse anlamaz onları. Böylece söyledikleri sözler güzel olsa da halk nezdinde bir karşılık bulmaz. Anlaşılan o ki sadece bilgi sahibi olmak kifayet etmemektedir. O bilgiyi yaşamak lazım, o bilgiye inanmak lazım. Ve rızai ilahi için o bilgiyi sarfetmek lazım. Böyle olmayınca ilim dahi başlı başına bir sorun haline gelebiliyor. Nitekim o irfani edepten uzak olan ilim öğrenenlerin, insanlığın başına nasıl bela olduğu hepimizin malumudur. Ve özellikle son dönemlerde yaşadığımız coğrafya da bazı müneveri nakısalar halkın kafasını nasıl karıştırdıkları ve nasıl halkı anlamsız bir teşevvüşün içine sürüklediklerini hepimiz biliyoruz. Nurani silsilenin halkalarını oluşturan mürşidi kamillerin her biri, bu toprakların adeta isimsiz birer kahramanıdırlar. Onlar yaşadıkları bölgelerde açtıkları velayet şemsiyesinin altında, insanlara kardeşliği sevgiyi, ünsiyeti ve tesanüdü öğrettiler. Onlar hiçbir karşılık beklemeden gece gündüz toplumun ıslahına memleketin birliğine ve Allah’ın vahdaniyetine hizmet ettiler. Onlarla ilgili yazı yazsak ne sayfalar buna kifayet eder ne de imkanlarımız. Biz, Gülistan Dergisi olarak, bu mart sayımızda onların seçkin hal ve güzide ahlaklarından bir nebze olsun bahsetmeye çalıştık. İnşaallah, bu daha güzel araştırmaların vesilesi olur da okuyucularımız bu gerçek rehberleri fark eder ve onlar daha yakından tanımalarına sebep olacak zengin bilgi kaynaklarına ulaşırlar. Allahu Zülcelal bizlere, yakından tanıyarak onlardan istifade etmeyi nasip etsin ve ayırmasın. (Âmin)

5 Mart 2018 Pazartesi

Hakkı Olan Gelsin Alsın!

Rasulullah sallallahu aleyhi vesellemin hastalığı şiddetlenmişti. Âlemlere Rahmet olarak gönderilen Son Nebi, vazifesini tamamlamış, birkaç kere, fani dünyayı terk etme zamanının yaklaştığını işaret etmişti. Daha evvel bir gece vakti çıkıp Bâkî Kabristanı’nda medfun bulunan ashabını ziyaret ederek onlar için istiğfar etmişti. Yine bir gün Uhud dağında şehit düşen sahabelerini ziyaret edip uzun uzun dua etmişti. Ahirete göçmüş ashabıyla vedalaştığı gibi şimdi de ardında bırakacağı ashabıyla da vedalaşmak istiyordu. Hastalığının şiddetinden ayakta duramayacak halde olduğu halde, bir koluna Hz. Ali, diğer koluna Fadl b. Abbas radıyallahu anhuma girmiş olarak güçlükle ayağa kalkıp mescide geçti. Yanındaki onu minbere oturtunca Hz. Bilal radıyallahu anhuya: “Ya Bilal! Halka seslen de; mescide toplansınlar. Onlara vasiyet etmek isterim. Bu, benim son vasiyetim olacaktır!” dedi. Hz. Bilâl, söyleneni yapınca Müslümanlar hemen koşup mescidde toplandı. Rasulullah sallallahu aleyhi vesellem Efendimiz, Allah’a hamdu senâ ederek sözlerine başladı. Sonra ashab-ı kirama şöyle hitap etti: “Ey insanlar! Aranızdan ayrılma vaktim iyice yaklaşmıştır! Sizden birine vurmuşsam, işte sırtım, gelsin vursun! Birinizin malını almışsam, gelsin, hakkını alsın! Sakın hak sahibi, ‘Rasulullah bana gücenir mi?’ diye çekinmesin. Bilin ki benden hakkını isteyene gücenmek benim yaratılışımda yoktur. Benim yanımda en sevimliniz, hakkı varsa, ya gelip benden isteyen veya helâl edendir. Ben, Rabbimin huzuruna, üzerimde kul hakkı olmadan varmak istiyorum!” Sözlerini tamamladığı halde kimseden ses çıkmayınca Rasulullah aleyhisselatu vesselam sözlerini tekrarladı ve nihayet cemaatin içinden bir kişi ayağa kalktı: “Yâ Rasulallah! Sizden üç dirhem alacağım var!” dedi. Peygamber Efendimiz sallallahu aleyhi vesellem: “Kimsenin iddiasını inkâr etmem ve ‘Yemin et’ diye teklif de etmem. Ancak bu üç dirhemin bana nasıl geçtiğini öğrenmek istiyorum!” dedi. Adam, “Yâ Rasulallah! Bir gün yanınıza bir fakir gelmişti. Bana, ‘Şu fakire üç dirhem ver, ben elime geçince sana veririm,’ diye emrettiniz. Ben de verdim.” dedi. Resulullah sallallahu aleyhi vesellem, “Doğru söylüyorsun!” deyip amcaoğluna seslendi, “Ey Fadl! Bu kişiye üç dirhem borcumu öde!” buyurdu. (İbn Kesir, Sîre, c. 4, s. 457) Biraz düşünecek olursak, Peygamber efendimiz sallallahu aleyhi vesellemin o kadar ağır vazifelerinin arasında birkaç kuruşluk bir kul hakkına bile bu kadar hassasiyet göstermesi gerçekten hayranlık vericidir. O insanlığın hidayeti için o kadar çile çekmiş, ümmetine selamet yolunu öğretmek için o kadar emek vermiştir. Rabbimizin rızasını kazanmamız ve böylece ölümden sonra başlayacak sonsuz hayatımızda selamete kavuşmamız hep Rasulullah efendimizin bu emekleri sayesindedir. Onun bizim üzerimizde ne kadar büyük hakkı var. O kadar büyük hakkın yanında birkaç dirhem nedir ki? Üstelik onu da başkasının ihtiyacını gidermek için istemişken. Ama o bize örnek olmak için bunu yapıyordu. Böylece, her haliyle bize örnek olan Şanlı Nebi bize “helalleşme” adabını da en güzel şekilde öğretiyordu. Böylece hayatı boyunca öğrettiği kula haklarına hassasiyetin önemini yaşayarak göstermiş oluyordu. Peygamber sallallahu aleyhi vesellemin kul hakkına riayette gösterdiği bu hassasiyet bize çok önemli bir ölçü vermektedir. Bir insan ne kadar çok ibadet yaparsa yapsın, İslam’a hizmet etmek için ne kadar gayret sarf ederse etsin, ne kadar hayır hasenatta bulunursa bulunsun bu ona bir kişinin kul hakkına girme imtiyazı tanımaz. Çünkü Allah-u Zülcelâl kul hakkına karışmıyor, kullar kendi aralarında helalleşmedikçe hakkına müdahale etmiyor. Bunun için bilhassa kamu malı, vakıf malı gibi, bütün hak sahipleriyle helalleşmenin mümkün olmadığı haklarda çok daha hassasiyet göstermek gerekiyor. Bizim ecdadımız da bu şuurla hareket ediyorlardı. Tarihimizde de nice hayranlık verici hadiseler vardır. Ecdadımızın tek başarısı, üç kıtada at koşturmak değildir; belki asıl başarısı bunu yaparken, bir askeri seferde koca ordu üzüm bağlarının arasından geçip gittiği halde hiçbirinin heybesinden üzüm çıkmamasıdır. Kanuni zamanında bir sefer esnasında, koca ordu üzüm bağlarına dokunmamış, sadece bir nefer, ücretini yerine bağlamak suretiyle bir üzüm salkımı koparmıştır. Ancak Kanuni buna da razı olmamış, o neferi ordudan uzaklaştırmıştır. İslam devletlerinin yükseldiği devirlerde idareciler daima kul hakkına karşı çok hassas olmuşlardır. Kadılar davalara bakarken bir gayrimüslim zımmî ile padişahı eşit seviyede tutarak aralarında adaletle hükmetmişlerdir. İşte onların bu adaleti ve kul hakkına riayeti sayesindedir ki, yüzyıllarca farklı dinlerden topluluklar İslam devletlerinin idaresi altında barış içinde yaşamışlardı. Hakkı Üstün Tutan Üstün Olur Dünyada her şey hızla değişmektedir. Teknoloji ilerlemekte, üretim usulleri, ulaşım ve iletişim imkânları çoğalmaktadır. Ancak değişmeyen bir şey vardır, o da doğruluğun ve hakka riayetin önemidir. Bugün birçok ünlü marka, kalite standartlarını korumaya ve müşteri haklarına riayete önem verdikleri için tercih edilmektedir. Yani dünyaya hükmeden çok uluslu şirketler, bizim dinimizin ve ecdadımızın iş ahlakını alıp, bugüne uygulamaları sayesinde dünyevi başarı elde etmektedirler. Peki ya bizim durumumuz nasıl? İşte bugünkü hale nasıl düştüğümüzü ve nasıl kurtulacağımızı bilmek istiyorsak bu gerçeği göz önünde bulundurmamız gerekiyor. Dünyada da, ahirette de izzet ve şeref, ancak Allah'ın emirlerine uymakla mümkündür. Allah-u Zülcelâl her işimizde dürüst olup, haklara riayet etmemizi emrediyor. Ölçü ve tartıda haksızlık yapmamayı, kimsenin hakkını zimmetine geçirmemeyi emrediyor. Haksızlık yapanlara “zalim” adını veriyor. Kur'an-ı Kerim’de zulüm ve zalim kavramlarının çok yer tuttuğunu görüyoruz. Birçok ayette Allah-u Zülcelâl zulmedenleri tehdit etmekte ve lanet ederek rahmetinde uzak tutacağını bildirmektedir: “Biliniz ki, Allah'ın laneti zalimlerin üzerinedir.” (Al-i İmran; 192) Zulüm, herhangi bir kula, herhangi bir hakkı hususunda haksızlık etmek demektir. Bu mal yönünden olabilir, gönlünü inciten bir söz söylemek suretiyle olabilir, arkasından konuşup hakkında suizanna sebep olmak suretiyle olabilir. Hangi şekilde olursa olsun, bu haklar unutulup yok olup gitmeyecek, mutlaka mahşer gününde, o büyük mahkemede inceden inceye hesabı sorulacaktır. Peygamber sallallahu aleyhi vesellem buyuruyor ki: “Kimin üzerinde din kardeşinin haysiyeti, namusu veya malıyla ilgili bir zulüm varsa altın ve gümüşün bulunmayacağı kıyamet günü gelmeden evvel o kimseyle helâlleşsin. Yoksa kendisinin sâlih amelleri varsa, yaptığı zulüm miktarınca sevaplarından alınır, (hak sâhibine verilir.) Şayet iyilikleri yoksa zulüm yaptığı kardeşinin günahlarından alınarak onun üzerine yükletilir.” (Buhârî, Mezâlim 10, Rikâk 48) Bu gerçekten büyük bir tehdittir. Çünkü o gün insan en küçük bir sevaba dahi muhtaç olacak, en ufak bir günahı için bile büyük pişmanlık duyacaktır. Bir de sevaplarını başkalarına verip onların günahını yüklenirse hali ne olur? Zayıfların Hakkından Korkun! Belki birçoğumuz bilerek haksızlık yapmıyoruz ama farkında olmadan, alışkanlıkla kul hakkına girecek sözler, hareketler yapıveriyoruz. Belki yabancı, tanımadığımız kişilerin malını almıyor, kul hakkına girmemeye dikkat ediyoruz ama bazen yakınlarımıza karşı aynı hassasiyeti göstermiyoruz. Aslında en çok korkmamız gerekenler, elimizin altında olduğu için aldırış etmediğimiz kişilerin hakları. Mesela eşimiz, gelinimiz, dünürümüz, hizmetkârlar ve işçiler gibi kişiler… Bu geçici dünyada onlar bizden hakkını alamaz, bir hak iddia da edemez. Çünkü bir yönden bizim elimize mahkûmdurlar. Ama eğer onları haksız surette incitiyorsak, Rabbimizin ahirette onların hakkını bizden alacağını unutmamalıyız. Peygamber aleyhisselatu vesselam ashabına: “Müflis kimdir, biliyor musunuz?” diye sormuştu. Onlar: “Bize göre müflis, parası ve malı olmayan kimsedir.” şeklinde cevap verdiler. Resûlullah sallâllâhu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu: “Şüphesiz ki ümmetimin müflisi şu kimsedir: Kıyamet günü namaz, oruç ve zekât sevabıyla gelir. Fakat şuna sövdüğü, buna zina isnâd edip iftirada bulunduğu, şunun malını yediği, bunun kanını döktüğü ve şunu dövdüğü için iyiliklerinin sevâbı şuna buna verilir. Üzerindeki kul hakları bitmeden sevapları biterse, hak sâhiplerinin günahları kendisine yükletilir ve neticede cehenneme atılır.” (Müslim, Birr, 59; Tirmizî, Kıyâmet, 2; Ahmed, II, 303, 324, 372) Bu hadis-i şeriflerden anlıyoruz ki, eğer Allah'ın kullarına karşı zulmedersek, Allah için yaptığımız ibadetlerin sevabı elimizden gidiyor, bize fayda vermiyor. Öyleyse ibadetlerimizin sevabının bize fayda vermesi için, kul hakkına riayet etmemiz gerekiyor. Çünkü o gün Allah katında en yüce mertebeye ulaşmış olan şehitler dahi kul haklarını ödemeden hesap yerinden ayrılamıyor. Allah Rasûlu aleyhisselatu vesselam, bir hadîs-i şerîflerinde şöyle buyurmuşlardır: “Şehidin, kul hakkı dışındaki bütün günahlarını Allah Teâlâ mağfiret eder.” (Müslim, İmâre, 119) Allah yolunda canını feda eden şehitler dahi kul hakkından hesaba çekiliyorsa bizim durumumuz ne olacak? Öyleyse kul hakkı konusunda tehlikeli durumlara düşüyorsak en azından bunların affına vesile olacak iyilikler yapmaya ve helâlleşerek gönül almaya çalışmalıyız. Çünkü iyilikler, kötülüklerin unutulmasına ve affedilmesine vesile olabilir. Mesela bir kardeşimizin gıybetini yaptıysak hemen onun hakkında bildiğimiz iyi yönleri de söylemeliyiz. Sonra da mümkün olduğu kadar helalleşmeye çalışıp, “Kusura bakma bir an boş bulundum, senin hakkında ağzımdan şu söz çıkıverdi, helal et,” demeliyiz. Bu davranış belki bu dünyada bize zor gelebilir ama aslında böyle samimi davranışlar kalplerdeki husumeti giderir. Hiçbirimiz kusursuz değiliz, zaman zaman zafiyet gösteriyoruz. Birbirimizi affetmeli, ufak tefek meselelerdeki haklarımızı helal etmeliyiz ki Allah-u Zülcelâl de bizi affetsin.

Ezan Okuyan Bir Gençlik

Medine’ye hicretle birlikte artık müslümanlar için bir medeniyet inşası başlamıştı. •Mescid bina edilecek, •Kardeşlik anlaşması ile muhâcirler ve ensar kaynaştırılacak, •Gayr-i Müslimleri de içine alan hukukî düzenlemeler yapılacak (Medine Vesikası), •Yahudilerin çarşısından ayrı bir müslüman pazarı kurularak, ticaret İslâmî kaidelerle yeniden hayat bulacaktı. Mescid inşa edilmişti. Şimdi sırada namaza nasıl davet edileceği vardı: Kıssayı bilirsiniz. Bazısı; “Namaz vakti geldiği zaman bir sancak dikelim, müslümanlar onu gördüklerinde birbirlerine haber versinler.” dedi. Fakat Peygamber Efendimiz bu teklifi beğenmedi. Yahûdî borusu çalınması teklif edildi, onu da tasvip etmedi: “–Bu, yahûdîlerin âletidir.” buyurdu. Çan çalınmasından bahsedildi. Peygamber Efendimiz: “–O da hıristiyanların işidir.” buyurdu. İslâm’ın namaza davet üslûbunun başka bir kavim ve ümmete benzemesine Peygamberimiz’in gönlü râzı olmadı. Daha sonra Abdullah bin Zeyd -radıyallâhu anh- rüyada görerek ezanı teklif etti. Efendimiz ezanı Hazret-i Bilâl’e okuttu. (Ebû Dâvud, Salât, 27-28) Bu kıssa ve ezan üzerine medeniyetimiz ve inşâ ettiği insan tipi üzerinden tefekkür edelim: Ezan, güzel sesli, iyi yetişmiş bir müezzin tarafından okunur. Çanı herhangi bir insan çalabilir ama ezan okuyabilmek için insan yetiştirmelisiniz. Dikkat ederseniz, bu ülkede din düşmanları en büyük düşmanlıklarını ezan üzerinden yürütmüşlerdir. Ezanın Türkçeye çevrilmesi, dini yasakların adeta simgesiydi. Tekrar Arapça aslına döndürülmesi de büyük bir sevinçle, ümitle karşılanmıştı. 28 Şubat’ta İslâmî olan ne varsa karşı çıkanlar, ezana da kafayı takmışlardı. Statükocu ihtiyar bir tarihçi, başarısız olup dürülmüş Türkçe ezan defterini yeniden açmaya çalışıyor, ekran ekran geziyordu. O sıralar fırsatı ele geçiren solcu, ilerici (!) gazeteciler, ezanın kısılması yahut merkezî sistemle okutulması üzerinde ısrar ediyordu. Bu baskılar neticesinde birçok şehirde, merkezî sistem ezana geçildi. Merkezde müftülüğe bir makine kuruluyor, camilerin ses sistemine bağlanan radyo alıcılarıyla bütün camilerde tek bir ezan işitiliyordu. Birçok ilde kalitesiz cihazların açılıp kapanması esnasında çan veya zil sesi gibi bir ses çıkıyordu. O sıralar İstanbul’da bu sisteme geçilmesine, telefon idaresindeki mü’min bir zâtın; “Teknik bir mâni var!” bahanesiyle engel olduğunu işitmiştim. Bu bilgi doğru mu bilmiyorum, fakat hakikaten İstanbul’da o yıllarda merkezî sisteme hemen hemen hiç geçilmedi. Aradan yıllar geçti. Şimdi bu zorlama yok. Fakat maalesef sistemin kolaylığına alışıldı. Kimileri; “Ne güzel işte, güzel ezan dinliyoruz!” dediler. Öyle ya, koca bir beldede tek bir ezan okunacak ise, o da elbette en güzel eğitimi almış kişilere okutuluyordu. Dağda bayırda köyde bucakta kaliteli bir ezan sesi dinleyebilmek kolay iş değil... Ezan ilk doğduğunda bayrak, çan ve boru gibi şeyleri kabul etmeyen iradenin altında elbette mü’min şahsiyetinin başkalığını, mührünü vurgulamak vardı. Evet. Fakat bir şey daha vardı: İnsan yetiştirmeyi mecbur kılan bir sistem gelmişti. Boru üretmeyi, çan üretmeyi, hoparlör veya radyo cihazı üretmeyi değil, insan üretmeyi!.. Güzel sesli, talim-tecvid bilir, makamlardan anlar ve en az minare sayısınca insan yetiştirmek!.. Bir çan üreticisi belki bütün ülkeye çan üretir. Fakat insan öyle dökümle, kalıpla, presle üretilemez!.. Hani meşhur bir deyimimiz var: Boyacı küpü değil ki batırıp çıkarasın?!... Bir frekans alıcılı hoparlör sistemi üreticisi de, bütün ülkeye ezan “duyurabiliyor.” Fakat bu sistem bir tek müezzin üretemez. Aksine böyle bir sistem, İslâm’ın geniş ve büyük olmasını murad ettiği bir ihtiyacı, daraltıyor, azaltıyor, birkaç kişi anlasa yetecek bir seviyeye düşürüyor. Zaten din düşmanlarının ezanla bu kadar uğraşmalarının da bir sebebi bu… Eskiden bir İmam-hatip hutbesini de kendisi hazırlardı. Sırf bunun için de olsa tefsirlere, hadis külliyatlarına müracaat ederdi. Kalemi gelişirdi, kelâmı inkişâf ederdi. Şimdi müftülük sitesine girip çıktı alıyor, katlayıp cebine koyuyor ve üzülerek söyleyelim ki, birçoğu ilk kez minberde o katlı kâğıdı açıyor. Aynı şekilde, idarenin bir baskısı olmadığı hâlde, İstanbul’da dahî merkezî sistem ezanı yaygın şekilde kullanılıyor. Çünkü müezzinlerimizin de idarecilerimizin de kolayına geliyor. Yazın sabahın dördünde beşinde, müezzin veya (müezzin yoksa) imam hatiplerin kalkıp vaktinde ezanı okuması ciddî bir idarî meseledir. Hoca gelememişse, halktan biri mikrofonu kapar ve ortaya şikâyet mevzuu olabilecek bir durum çıkar. Demek ki, çan veya boru yerine ezan sistemi, vazifesine şuurla sahip çıkan insan yetiştirmeyi de gerektiriyor. Bunun için dertlenen, organizeci, eğitime ehemmiyet veren idareciler gerektiriyor. Maksadım fetvâ verip vermemek değil, fakat çanı veya boruyu kabul etmeyen nebevî irade, çoğu zaman minarede ve camide bile değil, bir makine başında ezan okunup hoparlörler vasıtasıyla seslendirilmesine ve radyo frekansı ile yayılmasına razı olur muydu? Bulunduğum semtte ardı ardına mekanik bir şekilde dizilen merkezî ezan sesi, okuyucular ne kadar profesyonel olursa olsun, bir mahalle camisindeki genç bir talebenin belki de acemice okuduğu bir ezandan daha tatlı gelmiyor bana. Çünkü o genç ses, İslâm’ın istikbalinin sesidir. Yetişen bir delikanlının sesidir. O mahallede geleceğin müezzinlerinin, imamlarının, hocalarının, âlimlerinin yetiştiğinin müjdesidir. Ezan, Müslüman bir beldenin şiarıdır. Her bir beldede bir müezzin tarafından yeniden okunmasının manevi tesirleri vardır. Müezzinler okudukları her bir ezan ile, Allah’ın yüceliğini, Hz. Peygamber’in şanını tekrar tekrar ilan edip, ins ve cinni şeytanların rahatını kaçırır. Gerçek insan sesiyle okunan ezan yerine makineden gelen o zincirleme mekanik ses ise, Allah muhafaza, insana bir tehlike sinyali, bir ikaz sireni gibi geliyor. Bütün mahzurları yanında, merkezî ezan sistemi, vazifelilerin sıhhat ve benzeri mazeretlerinde devreye girecek bir yedek olarak elbette bulundurulabilir. Merkezî vaaz sistemi de, bilhassa vaiz vazifelendirilemeyen köy ve bucaklara sohbetlerin ulaştırılması bakımından elbette faydadan hâlî değildir. Merkezî hutbe de ülke çapında gündem oluşturucu bir kuvvet olarak güzel fakat, sürekli ülke ortalamasının gündemi ele alınınca taşranın hususî meseleleri hiçbir zaman gündeme gelemeyecek demektir. Hâlbuki her bir imam, muhitinde gördüğü meseleleri hutbede öne çıkarabilmelidir. “Bunun için vaaz var,” denilse de vaazın ulaşabildiği kesim çok daha dar. Derdimiz, ibâdet hayatının mekanikleşmemesi, insan eğitiminin ihmal edilmemesidir. İnsan Yetiştirmek Gerekiyor Dînimizin kurduğu medeniyette, insan yetiştirmeyi mecbur tutan bunun gibi birçok maddenin izi sürülebilir. Kıble tayini ve namaz vakitleri, her yerde muvakkit ve coğrafyacı gerektirecektir. Günümüzdeki kadar kolay değildi geçmişte. Bugün bile namaz vakitleri gösteren takvim ve telefonlarda namaz vakti ve kıble programlarına ve tabiî onları hazırlayanlara ihtiyacımız devam ediyor. Dînimizin ve medeniyetimizin temizlik ölçüleri; sürekli, daha fazla temiz su gerektirecek, medeniyetimizi bir su medeniyeti hâline getirecektir. Çeşmeler, şadırvanlar, hamamlar medeniyeti doğacaktır... Zekât ve ferâiz (mîras) matematik gerektirecektir. Zekât âmili dediğimiz kadro, en başta gelen ihtiyaç idi. Zekât ile alâkalı vesikalar, İslâm’daki ilk resmî yazılı evraklardır. Namaz ibâdeti de, kilisede koro dinlemek gibi basitçe gerçekleştirilemiyor. Bizzat eğitim istiyor. Okunacak duâlar ve sûreler var. İşin kapısından girince, tecvid gerekiyor, talim gerekiyor. Zaten güzel ezan okuma eğitiminin yolu da oradan açılıyor. Çünkü dînimiz zâhir ve bâtın, insan yetiştirmeye odaklanıyor. Peygamber âyetleri okuyup gitmiyor, tezkiye ediyor, kitap ve hikmeti öğretiyor. Bire bir eğitim. İnsan eğitimi, gençliğin, evlâtların, nesillerin eğitimi... Her camide bir suffe oluşuyor... Eğer boş vermezsek, bütün bu vasıfları kazanalım, bütün bu talepleri yerine getirelim dersek, İslâm’ın bizden istediği hususlar; nefsânî, şeytânî meşgalelere boşluk bırakmayacak kadar doldurur hayatımızı... O zaman camiler dolu olduğu gibi, cemaatimiz de vasıf vasıf dopdolu olur. O zaman müezzin hasta da olsa güzel bir ezan yayılır o minareden. Hadîs-i şerifte geçtiği gibi bir yarış olur hattâ: “İnsanlar ezan okumanın ve namazda birinci safta bulunmanın ne kadar faziletli olduğunu bilselerdi, sonra bunları yapabilmek için kur’a çekmek zorunda kalsalardı kur’a çekerlerdi.” (Buhârî, Ezân 9, 32)

Ailenin Reisi Erkektir

Hepimizin bildiği gibi, Kur'an-ı Kerim’de birçok ayetlerde ve Peygamber efendimizin hadis-i şeriflerinde ilmin önemine dikkat çekilmiştir. Bir Müslümana lazım olan ilim, hayatımız boyunca yaptığımız işlerin hükmünü, yani Allah'ın rızasına uygun olmasının şartlarını bilmektir. Buna evlilik de dâhildir. Evlilik görünüşte dünya işi, hatta nefsani bir konu gibi görünse de aslında Müslümanlar için bir ameldir ve hayatımız boyunca yapacağımız birçok ameli ya kolaylaştıran veya zorlaştıran bir tercihtir. Çünkü insanlar, anne babaya iyilik, sıla-i rahim, evlat yetiştirme, ehil ve evladını ateşten koruma vazifesi gibi birçok ameli, evliliği sayesinde yapar veya yapamaz. Bu sebeple evlilik de ilimle yapılması gereken bir ameldir. Ne yazık ki evlilik hayatına adım atacak olanlarımızın çoğunluğu, İslam’da evlilik müessesesinin mahiyetini anlamadan, evlilikte geçim sanatının inceliklerini kavramadan işe başlamaktadır. Bundan dolayı da gerek eş seçiminde, gerekse eş ile geçimde birçok ciddi hata yapılmaktadır. Allah-u Zülcelâl Kur'an-ı Kerim’de yarattıklarının birçoğunu çiftler halinde yarattığına dikkat çekmektedir. İnsan da erkek ve kadın olmak üzere çift halinde yaratılmış olan mahlûkattandır. Erkekler kadınlarla evlenip sükûn bulmaya, kadınlar da fıtratlarında bulunan annelik hislerini güven içinde yaşamak için erkeklerin himayesine muhtaçtır. Evlilik de bu ihtiyaçların meşru olarak tatmin edilmesinin tek yoludur. Allah-u Zülcelâl eşler arasındaki ilişkinin niteliğini izah ederken, sükûnet, meveddet ve rahmet kelimelerini kullanmıştır: “Kendisiyle sükûnet bulmanız için size kendi (cinsi)nizden eşler yaratıp aranızda sevgi ve merhamet peydâ etmesi de O'nun ayetlerinden(varlığının delillerinden)dir.” (Rum, 21) Her insan evliliğinde, eşiyle olan ilişkisinde mutlu olup sükûnet bulur. Bilhassa erkeklerin yaratılışına şehvani arzular daha güçlü bir ihtiyaç halinde konulmuştur. Bunda da bir rahmet vardır. Çünkü zayıf yaratılmış olan kadınlar ve çocuklar erkeklerin gücünden istifade etmeye muhtaçtırlar. Ailede karşılıklı ihtiyaç, sevgi ve mutluluk olması için Allah-u Zülcelâl erkeğin şehvani arzu ve zevkten yana hissesini daha fazla kılmıştır. Ailede iffet, sadakat ve itaat olduğu müddetçe evlilik bir saadet yuvası olacaktır. Allah-u Zülcelâl buyuruyor ki: “Ve Allah, sizin için evlerinizden sekînet (huzur) yeri kıldı.” (Nahl, 80) Bu ayet-i kerimeler, evliliğin, ev hayatının müminin biraz olsun huzur bulduğu, rahatladığı ve ihtiyaçlarını teskin ettiği yer olduğuna işaret etmektedir. Herkes Görevini Bilmeli Allah-u Zülcelâl’in fıtratlarına koyduğu farklı özellikler sebebiyle erkek ve kadının evlilikte farklı görevleri vardır. Uzun bir süre devam etmesi gereken bir beraberlikte herkesin kendi görevini bilmesi önem taşır. Ailedeki görev paylaşımını bildiren ayet-i kerimede şöyle buyrulur: “Erkekler, kadınlar üzerine kavvamdır, (onları koruyup kollar ve üzerlerinde hak sahibidir.) Çünkü Allah, insanların kimini kiminden üstün kılmıştır. Bir de erkekler kendi mallarından harcamakta (ve ailenin geçimini sağlamakta)dırlar. İyi kadınlar, kanitat (uyumlu, itaatkâr)dırlar. Allah’ın (kendilerini) koruması sayesinde onlar da “gayb”ı korurlar…” (Nisâ, 34) Bu ayet-i kerimeden anlıyoruz ki, erkekler, ailede kavvamdır, yani devamında da açıklandığı gibi, ailenin geçimi gibi ağır yükleri yüklenerek adeta ailenin direği olmuştur. Buna mukabil evde söz hakkına sahiptir, kısaca ailenin reisidir. Erkeklerin kavvam olma görevine mukabil kadınların da “kanitat” olma görevi vardır. “Kanitat” uyum gösteren, yumuşak huylu, alçak gönüllü olmaktır. Bu da en başta namusu olmak üzere kocasının emanetlerini koruması ve kocasının ona muhtaç olduğu hususta isteklerine güzellikle itaat etmesi demektir. Rabbimiz esas olarak kadın olsun, erkek olsun her Müslümanın güzel ahlaklı olmasının büyük bir fazilet olduğunu bildirmiştir. Kadının kocasına karşı alçak gönüllü ve itaatli olması ise daha önceliklidir. Erkekler yüklendikleri çeşitli mesuliyetleri sebebiyle yorulup gerginleşebilir. Psikologlar da yaratılış olarak erkeklerin yapısının öfkelenmeye müsait olduğunu bildiriyor. İslam'da bilhassa aile huzuru açısından bir hanımın kocasının öfkesini kışkırtacak şekilde aksi hareketler yapmaması emredilmiştir. Bu ayet-i kerimenin devamında anlaşılıyor ki, erkekler hanımlarına Allah'ın emri olan ahlaki davranışları emrettiği veya kocanın hanımı üzerinde hakkı olan hususları talep ettiği zaman kadının mutlaka itaatli olması, kocasına karşı gelmemesi gerekir. Bu ayet-i kerimeden aile reisinin ailede kendini saydırma hakkı bulunduğu, hanımının da onun makamına saygı göstermesi gerektiği anlaşılmaktadır. Elbette bu demek değildir ki, erkekler ailenin reisliği hakkını kötüye kullansın, mesela eşini ve çocuklarını çalıştırıp ellerinden maaşlarını alıp hovardalığa harcasın; vermedikleri zaman şiddet uygulasın… Ne yazık ki zamanımızda böyle manzaralar çoğalmıştır. Ancak bunların İslam’da asla yeri yoktur. İslam'a göre aile reisliği yetkisi, ancak Allah'ın rızasına uygun olacak şekilde kullanılabilir. Ayet-i kerime, erkeğin reislik hakkının bir fedakârlığın karşılığı olduğunu açıkça ortaya koyuyor. Bunun yanında aile reisliği sadece maddi görevler yüklemez, aynı zamanda hane halkının korunması görevini de yükler. Aile Reisi, Ailesinin Çobanıdır Rabbimiz bir ayet-i kerimede buyuruyor ki: “Ey iman edenler! Kendinizi ve çoluk çocuğunuzu cehennem ateşinden koruyun. Onun yakıtı insanlar ve taşlardır.” (Tahrim, 6) Bundan da anlıyoruz ki aile reisleri, ailesindeki kişiler için bir eğitici ve idarecidir. Ailesindeki kişilere Allah'ın emirlerini öğretip, tatbik ettirmek ve yasaklarından sakındırmak gibi vazifeleri vardır. Ayrıca kocasının olmadığı zamanlarda hanımın da kendini ve evlatlarını koruma görevi vardır. Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem bir hadis-i şerifinde buyurdular ki: "Hepiniz çobansınız ve hepiniz sürünüzden mes'ulsünüz. İmam çobandır ve sürüsünden mes'ûldür. Erkek ailesinin çobanıdır ve sürüsünden mes'uldür. Kadın, kocasının evinde çobandır, o da sürüsünden mes'ûldür. Hizmetçi, efendisinin malından sorumludur ve sürüsünden mes'ûldür." (Buhârî, Nikâh 81, 90; Müslim, İmâret 20,) Elbette gerek aile reisi beylerin, gerek onun yardımcısı ve vekili olan hanımların bu vazifelerini yerine getirebilmeleri için birbirlerine destek olmaları gerekir. Bu sebeple karı kocanın aynı dünya görüşüne sahip olması ve birbirine yardımcı olması icab eder. Bir evde kadın kocasını saymazsa evlatları da babaya saygı duymaz. Bu durumda erkeğin aile reisi olarak hanım ve çocuklarını muhafaza etme görevini yerine getirmesi mümkün olmaz. bunun için hem erkek kendisini saydıracak şekilde sorumluluklarını yerine getiren, kötü alışkanlıklardan uzak duran, olgun karakterli biri olmalıdır, hem de hanımı onun mevkiine saygı duymalıdır. Allah-u Zülcelal: “Mü’min erkekler ve mü’min kadınlar birbirlerinin velisi (dost ve yardımcısı)dır. İyiliği emreder, kötülükten alıkoyarlar. Namazı dosdoğru kılar, zekâtı verirler. Allah’a ve Resûlüne itaat ederler. İşte bunlara Allah merhamet edecektir. Şüphesiz Allah mutlak güç sahibidir, hüküm ve hikmet sahibidir.”(Tevbe, 71) buyurmaktadır. İtaat Sevgiye Mani Değildir Evlilikte karıkoca arasında belli bir mevki farkı olması, sevgiye mani değildir. İnsan, akıl sahibi bir varlıktır. Hayatının farklı sahalarında farklı davranabilme olgunluğuna sahiptir. Bir karıkocanın mahrem alanında birbirleriyle samimi olmaları, evlatların terbiyesi gibi mevzularda görev paylaşımı yapmalarına mani değildir. Her akıllı insan bu iki durumda takınacağı rolün farkını bilir. Ayrıca erkeğin aile reisi, kadının itaatli olması kadına hakaret de değildir. Aksine erkeği, evlatlarının terbiyesi işinde asıl vazife sahibi haline getirerek annenin işini kolaylaştırır. Çünkü anne küçüklüğünden beri çocuklarının bakımını üstlenmiştir ve devamlı çocuklarıyla bir aradadır. Üstelik annelik duyguları sebebiyle evlatlarına karşı biraz fazla hoşgörülü ve merhametli olabilir. Bu da çocukların annenin duygularını suiistimal etmesine yol açabilir. Bu sebeple hem fiziki yönden güçlü, hem maddi imkânları sağlayan babanın evde otorite olarak kabul edilmesi annenin işini kolaylaştırır. Yeter ki baba, bu mevkiini kötüye kullanmasın, hanımını hakir görmesin, kötü muamele etmesin. Bu zaten dinimizde yasaktır. Rabbimiz yalnız kadınlara değil, erkeklere de iyi geçinme, güzel davranma mesuliyeti yüklemiştir: “Hanımlarınızla güzel bir şekilde geçinin. Çünkü onlardan hoşlanmıyor olsanız bile olabilir ki hoşlanmadığınız bir şeyi Allah büyük bir hayra vesile kılabilir.” (Nisa,19) Unutulmamalıdır ki her insan bu dünyaya ya erkek olarak gelir veya kadın olarak gelir. Bunda insanın bir tercihi olmadığı gibi, bir hak edişi de yoktur. Erkek olmamız veya kadın olmamız sadece Allah'ın takdiriyledir. Kadınlar da erkekler gibi Allah'a ibadet etmekle mükellef tutulmuş kullarıdır. Eğer kadınlar Allah'ın onlara emrettiği salih amelleri işlerlerse onların sevaplarından hiçbir şey zayi edilmez. Tıpkı erkekler gibi kadınlar da iyiliklerinin mükâfatına kavuşurlar. “…Erkeklerin, kendi kazançlarından payları var, kadınların da kendi kazançlarından payları var. Allah'tan, lütfünü, inayetini dileyin, çünkü şüphe yok ki Allah her şeyi tamamıyla bilir.” (Nisa, 32) Kur'an ı Kerim’e baktığımız zaman görüyoruz ki Allah-u Zülcelâl, gelmiş geçmiş kadınlar arasında mümin ve saliha hanımların da kâfir ve fasıka kadınların da olduğu haber vermiştir. İslam tarihine baktığımız zaman sahabe devrinden itibaren, her devirde imanlı, saliha hanımlar gelip geçmiştir. Başta Peygamber sallallahu aleyhi ve sellemin muhtereme kızları, tertemiz zevceleri, akrabaları olmak üzere asr-ı saadette birçok hanımlar Peygamberimize iman etmiş, ona hizmet etmek için pervane olmuşlardır. Bir evde karı koca birbirine saygı duyarsa çocuklar da her ikisine saygı duyar. Osmanlı devrinden kalma mektuplarda görüyoruz ki o zamanın hanım ve beyleri birbirlerine karşı çok nazik ifadelerle hitap ediyorlardı. Ne yazık ki bu terbiye sistemimiz bozulduğundan beri ailelerde ne huzur kaldı, ne de mutluluk… Bunun zararı hepimizedir. En güzeli, evlilikte de Rabbimizin koyduğu hükümlere göre hareket etmektir. Huzur İslam'dadır. Bizler de İslam'ı yaşamaya evlerimizden başlamalıyız.

Ahirette Hesaba Çekileceğiz

Allah-u Zülcelâl insanın dünyadaki bütün konuşmalarından, davranışlarından kıyamet gününde sorguya çekecektir. Bu konuda Allah-u Zülcelâl bir ayet-i kerimede şöyle buyuruyor: “Hakkında kesin bilgi sahibi olmadığın şeyin peşine düşme. Çünkü kulak, göz ve kalp, bunların hepsi ondan sorumludur.” (İsra, 36) İnsan gözlerinden, kulaklarından hatta kalbinden dahi sorguya çekilecektir. Bunun için Allah-u Zülcelâl’in emir ve nehiylerine dikkat etmek suretiyle, bu azalarımızla nasıl amel yapmamızı emretmişse onları yerine getirelim, haram ettiği şeylerden de muhafaza edelim. Eskiden bir insan Arapça öğrenmese ilim olarak bir şey bilmezdi. Bugün ise hemen hemen bütün ilimleri, fıkıh istersen fıkıh ilmini, tefsir istersen tefsir ilmini, ne istersen iste, tercüme etmişler, okuyabiliyorsun. Onun için şimdi bilmemek mazereti de kalmamıştır, insan okuyup öğrenmekten mesuldür. Bu hazırlanan eserleri okuyacak ve elinden geldiği kadar yerine getirmek suretiyle amel-i salih yapacak. Bir kişi, çok çeşitli ilimlerle meşgul olmuş, birçok eserler okumuştur. Sonra düşündü, “Acaba Allah-u Zülcelâl neyle benden razı olacak?” Bu kişi İmam Gazali hazretlerine istişare etmek suretiyle ne yapacağını sormuş. İmam Gazali rahmetullahi aleyhi ona demiş ki: “Bu dünyada Allah'ın en gazap ettiği şey, kişinin malayani ile, yani kişiye lazım olmayan, ne dünyaya ne ahirete faydası olmayan şeylerle meşgul olmaktır.” Onun için elimizden geldiği kadar dini eserleri okuyalım, Allah'ın razı olacağı şeyleri yapalım, sevmediği şeyleri de terk edelim. Kırk yaşından sonra insan dünya çarşısından ayrılıp ahiret çarşısına girmiş oluyor. Bu böyledir. İnsan kırk yaşına kadar kuvvetleniyor, kırk yaşından sonra aşağıya iniyor. Bu sefer ahiret yoluna girmiş oluyor. Onun için denilmiştir ki, “Kimin kırk yaşından sonraki işlediği hayırlar, kırk yaşına kadar işlemiş olduğu hayırlardan fazla değilse o cehenneme doğru gidiyor, demektir.” Demek ki insanın kırk yaşına geldiği zaman işlediği hayrı, salih ameli, daha önce işlediğinden fazla olması lazım. Faydasız İlimden Allah'a Sığınalım Kıyamet gününde en şiddetli azaba uğrayacak olan kimse, alim olduğu halde kendi ilminden menfaat görmeyen şahıstır. Neuzubillah. Onun için okuyalım, ilim sahibi olalım, onunla amel yapalım, inşallah. Örnek olarak bir kişinin elinde çeşitli silahlar vardır. Bir sahrada aslanlar ona hücum ettiler. Eğer o adam, elinde silah olduğu halde onları kullanmazsa bir menfaat görür mü? Eğer o silahı kullanıp kendini muhafaza etmezse o aslanlar onu parça parça yaparlar. Ama silahlarını kullandığı zaman kendini kurtarır. İlim de aynı öyledir. Okuduğun kitapla amel yaptığın zaman, o ilmi, şeytan, nefs ve dünya canavarlarına karşı kullanmış oluyorsun. Eğer ilimle amel yaparak onlardan kendini muhafaza edersen, selamete kavuşmuş olursun. Ama kullanmazsan sana ne menfaati olacak? Şeytan çok alimdi. Ama ilminin ona ne faydası oldu? Allah'ın emrine itaat etmeyince, asi oldu, ilminin ona bir faydası olmadı. İşte o şeytan nefis yüzünden o hale geldi. Allah-u Zülcelâl onu imtihana çekti. “Hepiniz Adem’e secdeye gideceksiniz,” dedi. O ise dedi ki: “Ben ondan daha iyiyim, “dedi. Onun için denilmiştir, “Allah-u Zülcelâl’in yanında en mebğud yani buğzedilen insan, nefsine uyandır.” İnsanın Allah-u Zülcelâl’e teslim olması lazımdır. Bunu bilelim, Allah-u Zülcelâl bize, annemizden, babamızdan, arkadaşlarımızdan çok daha şefkatlidir, merhametlidir ve hepsinden daha çok bizi seviyor. Bizi daima Allah-u Zülcelâl muhafaza ediyor. Eğer bizi muhafaza etmeseydi, etrafımızda bizi helak edecek birçok şeyler vardır. Allah bizi onlardan muhafaza ediyor. Allah bize sahip çıkıyor. Onun için biz de Allah'ı sevelim, Allah'ın dediğini yapalım, inşallah. Kalbimizi Allah-u Zülcelâl’e karşı ıslah edelim. Kalbimizde daima Allah'ın razı olacağı halleri bulunduralım. Kalbimiz ve sırrımız böyle ıslah olduğu zaman azalarımız da daima hayırla meşgul olacaktır. Çünkü zahiri azalar, kalbin hareketiyle oluyor. Kalbimiz ne kadar hareketli olursa, Allah'ı severse, o kadar zahiri azalarımızı çalıştırıyor, hayra götürüyor. Kalp bozulduğu zaman da bütün azalar onun arkasından gidiyor. Onun için elimizden geldiği kadar diyelim, “Ya Rabbi, bu senin mahlukundur, Sen onu yaratmışsın, bunu ıslah et Ya Rabbi!” Böyle diyerek kalbimizi Allah'a teslim edelim, Allah her şeye kadirdir. Onu ıslah etmesi, Allah'ın yanında hiçbir şey değildir. Allah-u Zülcelâl bir şeye ol dedi mi, oluverir. Onun için Allah'tan isteyelim. Allah'a yalvaralım ve hatta diyelim ki, “Ya Rabbi seni seviyorum, Sen’den başka hiçbir şey istemiyorum, ama elimden Sana tam kulluk etmek gelmiyor. Sen beni ıslah et Ya Rabbi!” Böyle daima yalvaralım. Çünkü insanın sermayesi kalbidir ve ömrüdür. Kalp ve zaman… Zaman geçtiği zaman senin sermayen bitiyor, bir de kalp öldüğü, bir şey hissetmez hale geldiği zaman bu ikisi bitiyor. Her zaman diyorum, bir kişi dilenciler gibi kapı kapı dolaşıyor: “Bana merhamet edin! Ben sermayemi kaybettim bana merhamet edin!” diyor. Ona soruyorlar: “Senin sermayen neydi? Ne kaybettin?” “Benim bir kalbim vardı, Allah içindi, içinde Allah sevgisi vardı onu kaybettim!” diyordu. Ne kadar güzel düşünmüştü. İnsan dünyada iflas ederse kaybettiği malı gene geri gelebilir. Ama ahirette iflas ederse, bir daha amel yapma imkanı geri gelmez. Onun için ahirete düşkün olalım, ahiret için salih amel yapalım, Allah'a yalvaralım, Allah da bize verecektir inşallah. Zikir Ağır Geliyorsa… Büyük velilerden Ebu'l-Hasen Şazeli kaddesallahu sırrahu der ki: “Nifak alametlerinin birisi de zikrin kalbe ağır gelmesidir.” Neuzubillah. O zaman tevbe edelim, Allah'a yalvaralım, Allah-u Zülcelâl de kendi zikrini bize hafif kılacaktır, inşallah. O vakit bize hafif gelecek, bize sevgili gelecek… Kim kendi nefsinin isteklerine icabet ederse, o İslami bakımdan geri gidecektir. Şöyle bir düşünelim; biz istiyoruz ki, herkes bizim istediğimiz gibi yapsın, bize aksi gitmesin. Bir kişiye “Şöyle yap,” dediğimiz zaman istiyoruz ki, bizim dediğimizi yapsın. Aynı şekilde, ona söylersem, buna söylersem, şuna söylersem, herkes bizim istediğimiz gibi hareket etsin istiyoruz. Ama bizim nefsimize “Zikir yap, namaz kıl, sadaka ver, İslam hizmeti yap,” diyoruz, o dediğimizi yapmıyor. Bizim imanımız var elhamdülillah. Ahirete hazırlık için bunları yapmamız gerekiyor, buna iman ediyoruz. Herkesin bize uymasını seviyoruz da niye nefsimiz Allah'ın emirlerine uymuyor. Ondan bunu istemeyelim mi? İnsanlar bize aykırı gitmesin, bize uygun davransın istiyoruz ama nefsimize bir şey yaptıramıyorsak, o zaman nefsimize itab edelim: “Ya nefsim, sen yanlış yoldasın. Allah'ın emrettiği şeyleri yapman lazımdır, belki ahirette rahata kavuşursun.” Diyelim. Biz şimdi dünyayı böyle, sakin, hareketsiz, her şeyden habersiz gibi görüyoruz, halbuki öyle değildir. Dünyadaki bütün mahlukat, insanların işlediği günahları görüp ondan huzursuz olmaktadır. Çok zayıf bir böcek vardır, insanlar günah işlediği zaman Allah'a dua ediyor, “Ya Rabbi, bana kuvvet verseydin de, o günahı işleyen insana azab etseydim,” der. Biz dünyanın zahirini böyle cansız gibi görürüz, halbuki maneviyat bakımından öyle değildir. İnsanoğlunun Allah'a asi gelmesi sebebiyle mahlukat böyle rahatsız olmaktadır, Allah'tan izin istemektedir ki, “Ya Rabbi kuvvet verseydin de ona eza etseydim,” diye istemektedir. Allah, Allah azze ve celle… Allah'tan başka kim aziz ve üstün olmak istiyorsa o zelil olacak. Allah-u Zülcelâl buyuruyor ki: “…Allah, kimi alçaltırsa ona şeref kazandıracak hiçbir kimse yoktur. Şüphesiz Allah, dilediğini yapar.” (Hacc, 18) Yani Allah-u Zülcelâl ancak kuluna ikram eder veya hor hakir yapar. Diyor ki, “Yalnız Ben insanı yükseltirim veya aşağı düşürürüm!” öyle diyor Allah azze ve celle… Her şeyin melcei, sığınağı Allah-u Zülcelâl’dir. Kendimizi Allah'a dost yapalım, kendimizi Allah-u Zülcelâl’e bağlayalım, her şey O’nun elindedir. Dünya da, ahiret de, kabir de, mahşer de O’nundur. Eğer Allah-u Zülcelâl’in yanında kıymetin yüksek olursa, Allah-u Zülcelâl sana kulluğunu nasip eder, seni hayırlarda kullanır. Eğer bize tevbe nasip olduysa, Allah'ın evine misafir olduysak bu sadece Allah'ın lutfudur. Bunu kendimizden bilmeyelim. Allah'a hamd edelim, şükredelim. Demek ki Allah-u Zülcelâl bizi iyi kişilerden seçmiştir. Allah-u Zülcelâl size ilham etmese siz gelemezdiniz buraya. Ataullah İskenderi hazretleri şöyle demiştir: “Allah katında değer ve kıymetini öğrenmek istiyorsan seni hangi işte çalıştırdığına, seni hangi halde bulundurduğuna bak.” Peygamber Efendimiz sallallahu aleyhi vesellem de buyuruyor ki: “Allah katındaki hissesini öğrenmek isteyen kimse, Allah'ın kendisinin yanındaki hissesine baksın.” (Suyuti, Camius Sağir 6/49, Hadîs No: 8386) Eğer senin yanında Allah'ın sevapları kıymetli ise, ona rağbetin varsa, senin de Allah'ın katında kıymetin var demektir. Allah-u Zülcelâl’in bize ibadetini nasip etmesi, bu camiye gelmeyi, bu tevbeyi nasip etmesi bize mükafat olarak yeter. Bakın, bunları size vermeyi, siz annenizin karnındayken takdir etmiştir. Senin rızkını, senin imanını, senin amelini, her şeyi o zaman takdir etmiştir. Öyleyse bunlara şükretmemiz gerekir. Çünkü anne rahminde melaike geliyor, “Ya Rabbi, senin bu kulunu şaki mi, said mi, yani cehennemlik mi yoksa cennetlik mi yazayım ya Rabbi?” diye soruyor. O sırada daha sen ne amel yapmışsın, ne dua etmişsin, ne bir şey… Yalnız Allah nasip etmiş bize bunu… Elhamdülillah, Allah'a şükrederiz ki, ta o zamandan beri Allah bizi mümin olarak yaratmış. Nefsimize Nasihat Edelim İbrahim et Teymi rahmetullahi aleyh, nefsini karşısına alıyordu: “Ey nefsim, şimdi sen öldün. Ya cennete gideceksin, nimetler içindesin. Yahut cehenneme gideceksin, azablar içindesin. Eğer ölmüş olsaydın ne isteyecektin? Keşke dünyaya dönsem, daha çok salih amel işlesem, cennetteki derecem yükselse veya dünyaya dönsem de cehennemden kurtaracak ameller işlesem, diyecektin, öyle değil mi? İşte sana fırsat ey nefsim. Bak daha dünyadasın, amel yap, kendini kurtar.” İbrahim et-Teymi böyle yapmaya muhtaç idi de biz muhtaç değil miyiz? Biz de muhtacız. Öyleyse biz de nefsimize böyle nasihat edelim. Hatta o zaman gece namazına kalktıklarında, mum vardı o vakit, parmaklarını mumun alevine tutuyorlardı ve “Ey nefsim, bak sen mum alevinin sıcaklığına dayanabiliyorsan günah işle, amel yapma,” diyerek nefislerini imtihana çekiyorlardı. Tabi nefis dayanmıyordu, hemen elini çekiyordu mum alevinden. “Öyleyse günah yapmayacaksın, kulluğunu yaparak kendini kurtaracaksın,” diyerek nefislerini ıslah etmeye çalışıyorlardı. Hülasa bizim çaremiz, Allah'ı razı etmektir, onun da yolu tevbe etmektir. Çünkü insan Peygamber değilse muhakkak hata işliyor. Ya büyük günahtır, ya orta günahlardır veya küçük günahtır. Ama herkesin hata ve kusurları vardır. İnsan eğer samimi tevbe ederse, insanın günahlarını yazmakla vazifeli olan sol tarafımızdaki melaike var ya, Allah-u Zülcelâl ona dahi günahları unutturuyor, hatta ahirette ondan hesap da sormuyor. İşte hakiki tevbe böyle kıymetlidir. Tevbe insanın kurtuluşudur. Onun için diyorum, anlatın tevbeyi insanlara… Din yabancı olmuş, insanlar tevbenin kıymetini unutmuşlar. Arkadaşlarınıza anlatın, Allah'ın rahmet kapısından mahrum kalmasınlar. Bir zamanlar bir adam bazı günahlar işlemişti, artık herkes onun ne kadar kötü bir adam olduğunu söylüyordu. O adam bir gün hanımına dedi ki, “Ben çok kötülük yaptım, artık bu dünyada kimse beni sevmiyor, kimse bana şefaat etmez. Öyleyse benim tek çarem, Allah'a kendimi affettirmektir.” Bu adam kendini çöllere attı, ağladı, günahlarını itiraf etti, pişmanlık duyarak yalvardı. Allah'tan çok korkuyordu. Kendini perişan etti. Allah-u Zülcelâl o adama bir meleğini gönderdi. O melek geldi dedi ki: “Allah seni affetti.” Adam dedi ki, “Kim bana şefaat etti?” Melek şöyle cevap verdi: “Senin tevben, pişmanlığın ve korkun şefaat etti!” Allah korkusu Allah'ın yanında çok makbuldür. Ashab-ı kiram bazen Allah korkusundan dünyayı terk etmek istiyorlardı. Rasulullah sallallahu aleyhi vesellem de onlara, “ Ben sizden daha fazla Allah'tan korkanınızım,” demişti. Onlar hiçbir günah işlemedikleri halde Allah-u Zülcelâl’den böyle korkuyorlardı. Eski zamanda bir adam vardı, hiçbir hayır işlememişti. Ölümü yaklaştığı zaman evlatlarına dedi ki, “Benim vasiyetim şudur, ben ölünce cesedimi yakın, küllerimi dağlarda, denizlerde savurun. Çünkü Allah-u Zülcelâl bana hiçbir kuluna yapmadığı azabı yapacak!” Çocukları onun vasiyetini yerine getirdiler. Allah-u Zülcelâl onu yine haşr edince ona sordu: “Seni bunu yapmaya iten neydi?” diye sordu. O da: “Senden korktuğum için böyle yaptım ya Rabbi,” diye cevap verdi. Allah-u Zülcelâl ona rahmetiyle muamele etti. (Buhari; 3478, Müslim 2756/25) İnsan Allah-u Zülcelâl’den böyle korkarsa günah işlemez, bir hata işleyince de hemen tevbe eder. İşte bunun için Allah'tan korkmak çok mühimdir. Allah-u Zülcelâl hepimize tevbeyi nasip eylesin, bizi rahmetiyle şefkatiyle muamele etsin, bizi nefisimize teslim etmesin. Amin

Blog Arşivi

ÇOCUKLARA GÜZEL ALIŞKANLIKLARI NASIL KAZANDIRABİLİRİZ?

Doğruluk, dürüstlük, merhamet, diğerkâmlık, adalet gibi güzel ahlakın emarelerini çocuklarında görmek, her anne babanın isteği ve emelidir. ...

Etiketler İSLAM