Wikipedia

Arama sonuçları

20 Kasım 2011 Pazar

Bin’i Bir Yapan Hareket ve Amaç Birliği: Hac

Sözlük anlamı itibarıyla hac, “bir şeyi kastetmek, bir şeye yönelmek” demektir. Kastedilen nesne bir mekân olursa “o yeri ziyaret etmek” anlamına gelir. İslami açıdan hac “tazim edilecek makamları ziyaret etmek” anlamına gelmekle birlikte, bu gelişigüzel bir mekân ziyaretinden ibaret değildir. Öncelikle hac İslam’ın beş şartından ve dört temel ibadetinden biridir. Bütün ibadetler sadece Allah onları emrettiği için yapılır. Bununla birlikte her ibadetin Allah’a, peygambere, ahirete, kulun bedenî, ruhi, bireysel ve toplumsal hayatına bakan yönleri vardır. Bir yönüyle bütün ibadetler maddi ve manevi açıdan insanın huzur ve mutluluğunu sağlamak için emredilmiş gibidir ve bu anlamda her ibadet, diğerini tamamlayıcı bir özelliğe sahiptir. “Namaz müminin miracıdır.” (Râzî, Mefâtîhu’l-gayb, I, 226.) Namaz vasıtasıyla kul, Rabbi ile en yüksek düzeyde ilişkiye geçer ve ruh dinginliğine erişir. Namazını usulüne uygun şekilde kılan kişi ruh dünyasını huzura kavuşturmuş demektir. Hz. Peygamber “Oruç tutunuz, sıhhat bulunuz.” (Keşfü’l-hafâ, I, 445.) buyurmuşlardır. Oruç da beden sağlığının en önemli faktörlerinden birisidir. “Zekât, İslam’ın köprüsü” (el-Mucemü’l-Evsat, VIII, 380.) olup, aynı bölgede yaşayan fakir ve zenginler arasında müspet ilişkilerin kurulmasına vesile olur. Bu ibadet sebebiyle, fakirler zenginlere karşı saygı ve hürmet gösterir, zenginler de fakirlere şefkat etmiş ve maddî destekleriyle onlara olan sevgilerini ortaya koymuş olurlar. Böylece zekât aynı bölgede yaşayan insanlar arasında toplumsal huzuru sağlama işlevi görür. Hac ise dili, rengi, kültürü, hatta mezhebi ve meşrebi farklı olup da farklı bölgelerde yaşayan insanların aynı günde bir arada bulunmalarını ve kardeşlik ruhu çerçevesinde birbirleriyle tanışmalarını ve bütünleşmelerini sağlar. Konuya bu açıdan bakıldığında namaz ruhun, oruç bedenin, zekât aynı bölgede yaşayan insanların toplumsal huzurunun, hac ise farklı bölgelerde yaşayan toplulukların huzur ve mutluluklarının gıdası ve ilacı hükmündedir. Sanki ibadetler, fert ve toplum bazında insanların dünya huzurunu temin etmeleri için emredilmiş gibidir. Bu anlamda hac, bir birlik, kardeşlik ve huzur eğitimidir. İhram, Arafat vakfesi ve ziyaret tavafı bütün mezhepler tarafından ittifakla haccın farzları arasında sayılmıştır. Sözlük anlamı itibarıyla ihram, “haram etmek, kendini mahrum bırakmak”, anlamına geldiği gibi, “tazim edilmesi gereken zamana veya mekâna girmek ve bunlara saygı göstermek” anlamına da gelmektedir. Namaza başlama tekbiri anlamına gelen “tahrime” de aynı kökten gelir. Anlam bakımından bu iki kelime birbirine yakın manaları ifade ettikleri gibi, fonksiyonları itibarıyla de birbirine yakın işlevlere sahiptirler. İhram bir nevi, “hacca başlama tekbiri” anlamına gelir. Niyet edip, telbiye getirmek ve dikişsiz elbise giymek suretiyle ihrama giren kişi bir taraftan ihram yasaklarına dahil olan hususları kendisine haram ederken, diğer taraftan tâzim edilmesi gereken mekânlara da saygı gösterdiğini ortaya koymuş olmaktadır. Mikat mahalline gelip ihrama giren hacı adayları tıpkı namazda olduğu gibi ellerinin tersiyle dünyayı arkalarına atıp Allah’ın çağrısına icabet ederek “Buyur Allahım buyur! Davetine bütün samimiyetimle icabet ettim! Buyur Allahım buyur! Senin eşin ve ortağın yoktur. Buyur Allahım buyur! Hamd senin, nimet senin, mülk senin. Bunların hiçbirinde eşin ve ortağın yoktur.” anlamına gelen telbiyeyi okuyarak Beytullah’a doğru akın etmeye başlarlar. Hacı adayları hac yoluna genellikle tek başına değil, topluluk hâlinde çıkarlar. Herkesin elbisesi bir, zikri bir, fikri birdir. Herkes aynı amaçla aynı yolun yolcusudur. Onların kimisi güneyden, kimisi kuzeyden, kimisi doğudan, kimisi batıdan sökün edip yola koyulmuşlardır. Fakat hepsinin istikameti birdir. Hepsi aynı ve tek bir yöne, kıble istikametine doğru akın ederler. Âdeta onlar aynı vücudun azaları gibidirler. El ve ayaklar vücuttan ayrılıp tek başına başka tarafa gitmedikleri gibi, hac kafilelerinde yer alanlar da tek başlarına hareket etmezler. Binler tek bir vücut olarak aynı maksat ve aynı gaye için aynı hareket ve aynı davranışları sergiler. Ten renginin farklılığı, ırkların farklı oluşunun delilidir. Elbisenin farklılığı ise ferdin farklı oluşunun alametidir. Şu halde ırklar içtimaî bir farklılığı ifade ettiği halde, elbise ferdî farklılığı sembolize eder. Ten rengini söküp atmak mümkün olmamakla birlikte, elbise her zaman çıkarılıp atılabilir. İbrahim’in çağrısına (Hac, 27.) icabet ederek “Allah’ın Evi”ini ziyarete giden herkes, onu “kardeş”lerinden “farklı” kılacak ve “ayrı” gösterecek elbisesini çıkarıp atmalı; onları “eşit”leyen, zahiren de olsa onları bir yapan iki parçalı beyaz bir elbiseye bürünmelidir. Ancak bundan sonra zâhirde kalmayıp bu şeklin içini doldurmaya, gerçek kardeşliği hayata geçirmeye çalışmalıdır. Gerçekte bütün insanlar Âdem’in çocuklarıdır. Dolayısıyla insan olarak herkes eşittir. Sonradan ortaya çıkan ırk, kabile, soy, boy ve oymak gibi hususlar sadece bir tanışma vesilesidir. Allah katında üstün olmanın tek kriteri “takvâ”dır. (Hucurât, 19.) Onun da kimde olduğunu ancak Allah bilir. Kişinin üzerinde takvaya dair bazı göstergeler bulunabilir. Ancak bu göstergelerle gerçek hâl her zaman örtüşmeyebilir. “Şüphesiz müminler kardeştir.” (Hucurât, 10.) ve onlar “birbirlerine karşı merhametlidirler.” (Feth, 29.) Kardeş kardeşin dostu ve yardımcısıdır. Hac yolu aynı zamanda bir kardeşlik eğitimidir. İhrama giren kimselerin fâhiş söz söylemesi, başkaları ile tartışması, kavga etmesi ve kötü söz söylemesi yasaklanmıştır. (Bakara, 197.) Kardeş kardeşi tenkit etmez. Bir hatasını görse onu düzeltir. İhtiyacı olsa onun yardımına koşar. İşte hac yolunda insanların birbirine karşı davranışı böyle olmalı ve hac vesilesiyle bu davranışları özümsemeli, hacdan sonra da benzeri davranışları sergilemeye devam etmelidir. Namaz esnasında aynı safta olsalar bile bir erle bir general elbisesinden fark edilebilir. Fakat hac yolunda er ile general, âmirle memur, hocayla talebe, işçiyle işveren, ustayla çırak, köylüyle şehirli, âlimle cahil, gençle yaşlı kardeşliği çağrıştıran hep aynı elbiseyi giymişlerdir. Bu yolda ayrılık-gayrılık yok, farklılık yok, isim, unvan, tercih ve gurur yoktur. Herkesin o mahşeri kalabalığa katılarak şahsiyetini kardeşleri arasında eritmesi gerekir. Orada “ben” yok, “biz” vardır. Artık o kalabalıkta kişilere ait isimler de unutulmuş; herkes tek isimle, yani hacı ismiyle çağrılır olmuştur. O mukaddes beldelerde herkes kendi özel şahsiyetiyle değil, Allah’ın ziyaretçisi sıfatıyla bulunur. Bu sıfata en uygun isim “hacı”dır. Mekke’ye gelen hacı adaylarının burada kalacakları süre içinde ikamet edecekleri evlere yerleştikten sonra yapacakları ilk şey Kâbe’yi tavaf etmektir. Hacla ilgili her şiar (ibadet sembolü) insanla ilgilidir. Fakat Kâbe müstesna. Her ne kadar Kâbe’ye “Beytullah” denilmesi Allah’ın emriyle yapılmış olmasından kaynaklanıyorsa da, onun “Beytullah” oluşunun bir manası da Kâbe’nin Allah’ı gösteren ve O’nu tanıtan bir işaret olmasıdır. İlahî beyanda sabit olduğu üzere; “O’nda (Kâbe’de) apaçık ayetler (nişâneler, işaretler)… vardır…” (Âl-i İmrân, 197.) Kâbe, bir sanat harikası değildir. Onda mimari bir güzellik ve sanatkârane bir üstünlük aramak beyhudedir. Bu yapıda, insanın dikkatini çeken, duygularını harekete geçiren, aklını hayrette bırakan hiçbir şey yoktur. Yüce Allah burada dikkatleri maddeye, cisme, taşa değil; manaya, soyut olana, maddeyi ve maddi olanı yaratana, müteal olana çekmek istemiştir. İşte şu basit yapının hiçbir duvarı tam olarak herhangi bir yöne bakmaz. Çünkü o, Allah’ın sembolüdür ve Allah’ın da yönü yoktur. O, herhangi bir yönde olmadığı gibi, yönlerin sahibi ve yaratıcısı da O’dur. “Doğu da Allah’ındır, batı da. Onun için nereye döner, yönelirseniz, Allah’ın yüzü oradadır. Şüphesiz O, her şeyi kuşatmış ve her şeyi bilicidir.” (Bakara, 115.) Diğer taraftan Kâbe, bütün yönleri birleştiren ve onları “kıble” adıyla tek bir yöne irca eden manevi bir yapıdır. Doğu ve batı, kuzey ve güney hiç birleşir mi? Allah isterse birleşir. İşte böylesine basit bir yapı sadece doğu ve batıyı değil, bütün yönleri, hatta alt ve üstü de birleştirir. Çünkü Allah birdir. Hacı, Kâbe’yi tavaf ederken onun tamamen maddî bir yapı olduğunu bilerek kendisini sembolik olarak Allah’ın etrafında cezbeye gelmiş cuş u huruş içinde dönüyor şeklinde kabul etmelidir. Sanki burası Allah’ın Arş’ıdır ve burada Arş’ına istiva ederek kâinatı yönetmektedir. (Yunus, 3.) Ancak bu tahayyül ve tefekkürde bulunurken Allah’ın zaman ve mekândan mutlak surette uzak olduğunu da hatırdan çıkarmamak, sembolü gerçekle karıştırmamak gerekir. Hz. Peygamber buyuruyor: “Hacerü’l-Esved, yeryüzünde Allah’ın sağ elidir. Kişi kardeşiyle musafaha ettiği gibi Allah Teala da onunla (Hacerü’l-Esved vasıtasıyla) insanlar ile musafaha eder.” (Câmi‘u’s-sağîr, H. No: 2425.) Hacı, Hacerü’l-Esved’i istilam ederek tavafa başlar. İstilam bir nevi Allah’a biat etmek demektir. Bundan sonra meleklerin Arş’ın etrafında tavaf ettikleri gibi hacı da Kâbe-i Muazzama’yı tavaf etmeye başlar. Kâbe Yaratıcı’yı, tavaf ise yaratılanı temsil eder. Kâbe “Allah’ın Evi”dir. Cenab-ı Allah zatıyla kaim, Kâbe ise yerinde sabittir. Kâbe’nin sübûtu, Allah’ın ölümsüzlüğünü ve sonsuzluğunu temsil eder. Tavaf ise “dönüş” demektir. “Dönüş”, yaratılmış olmanın temel özelliğidir. Bilcümle mahlûkât döner. Ama Allah dönmez. O “dönüş”e muhtaç olmadığı gibi, varlığı “dönüş”le de kaim değildir. Fakat mahlûkât, “dönüş”e muhtaçtır ve varlıkları “dönüş”le kaimdir. Bir tavaf, yedi şavttan oluşur. Buna göre tavaf dönen dairelerden ibarettir. Her “dönüş”ün bir başlangıcı ve bir bitişi vardır. Başlangıcı ve sonu olan her şey hâdistir, sonradan meydana gelmiştir. Sonradan olan her şey, bir muhdise, yani onu meydana getiren bir saik ve sebebe muhtaçtır. Tabii olarak sonradan var olan bir şeyi var eden bir “mucit” bulunmalıdır. Yedinci şavtın başı, altıncı şavt; altıncı şavtın başı ise beşinci şavttır. Bu durum silsile hâlinde zincirleme olarak birinci şavta kadar devam eder. Fakat birinci şavtın başlangıcı artık bir başka şavt değildir. O müstakil olarak, Hacerü’l-Esved’den başlar. Bu bir misaldir. Bu bir temsildir; Allah’ın varlığına ve O’nun dışındaki bütün varlıkların Allah tarafından yaratıldığına bir misal. “Ve lillahi’l-meselü’l-a‘la = En yüce mesel (nitelendirme) Allah’a aittir.” (Nahl, 60.) Tavaf, evrenin düzenini temsil eder. Hz. Peygamber (s.a.s.) buyuruyor: “Her şeyin bağlı bulunduğu bir esası vardır…” (Câmiu’s-sağîr, H. No: 2425.) Evrenin bağlı bulunduğu ve tabi olduğu yegâne esas “dönüş”tür. Her şey dönmektedir. Dünya, Ay, Güneş Sistemi, Samanyolu ve topyekûn kâinat. Atom, insan ve evren “dönüş” kanununa tabi olarak yaratılmıştır. Canlı ve cansızların, mülk ve melekût âleminin en esaslı ve biricik düzeni “dönüş”tür. İbadetlerin dahi en önemli esası “dönüş”tür. Atom, maddenin en küçük parçasıdır. Latince bir kelime olan “atom”, “bölünmez” anlamına gelmekle birlikte 20. yüzyılın ortalarına doğru parçalandı ve “atom bombası” elde edildi. Ortasında bir çekirdek, etrafında toz bulutu halinde hareket eden elektronlarıyla atom, büyük bir düzen ve nizam içerisindedir. Bu düzen ve nizam sadece atoma mahsus olmayıp, bütün evrende geçerli olan bir kanundur. Atomdaki düzen ve nizam ne ise, Güneş’teki de odur. Güneş’teki düzen ve nizam ne ise atomdaki de odur. Aynı kanun milyonlarca güneş sistemini içine alan ve milyarlarca yıldız ihtiva eden galaksiler için de geçerlidir. Cenab-ı Allah en küçük bir parçacıkta uyguladığı bir kanunu bütün evrene tatbik etmiştir. Bu da gösteriyor ki, atomun sahibi kim ise, güneş sisteminin sahibi de O’dur. Güneş sisteminin sahibi kim ise, galaksilerin ve bütün kâinatın sahibi de O’dur. Çünkü nizam birdir. Nizamın birliği, nâzımın (nizam verenin) birliğini gösterir. O da Vahidü’l-Ehad olan Rabbü’l-Âlemin’dir. “Dönüş kanunu”na tabi olan varlıklar sadece cansızlar değildir. Aynı kanun canlılar için de geçerlidir. Her şeyden önce canlılık kalbin çalışmasına bağlı bir durumdur. Kalp ise “dönüş kanunu”nun merkezidir. Vücudun canlılığı kalbe, kalbin canlılığı da “dönüş”e bağlıdır. Kalp iki türlü “dönüş”ün (dolaşım) merkezidir: Büyük kan dolaşımı, küçük kan dolaşımı. Kalp bir istasyondur, bir temizlik merkezidir. Toplardamarlar vasıtasıyla kendisine gelen kirli kanı temizler, atardamarlar vasıtasıyla tekrar vücuda gönderir. Hayat bu “dönüş” ve dolaşımla kaimdir. Kalp sağlıklı olsa bile, damarlar kesilir ve önemli miktarda kan kaybı olursa “dönüş” fesada uğradığı için hayat yine sona erer. “Dönüş merkezi”nin fesada uğraması ise canlının ölümü demektir. İbadetlerde de “dönüş” kanunu hâkimdir. Bir namaz asgari olarak iki rekâttan ibarettir. Şu halde namaz, rekâtların tekrarı ve “dönüş”ü üzerine kaimdir. Namazda yedi türlü “dönüş” vardır. Oruç ve zekât ibadetinde de birkaç türlü “dönüş” mevcuttur. Öncelikle ramazan orucu hepsi birbirine benzeyen günlerin dönüp otuza tamamlanmasıyla eda edilmiş olacaktır. Oruçta da üç-dört çeşit dönüş vardır. Zekât sebebiyle de mal, zengin ile fakir arasında döner durur. Tamamen “dönüş” üzerine dayanan ibadet ise tavaftır. Bu yüzden tavaf diğer bütün ibadetlerden daha faziletli ve üstün kabul edilmiştir. Nitekim Harem-i Şerif’te bulunup tavaf edenlere 60, namaz kılanlara 40, oturup Kâbe’ye bakanlara ise 20 sevap verileceği riyayetlerde vardır. (İhyâ, I, 685, et-Tergîb ve’t-tethîb, II, 23.) Tavaf ederek evrenle bütünleşen ve onu temsilen Kâbe’nin etrafında pervane olan hacı adayı, Arafe gününden bir gün önce Arafat’a çıkar ve Arafe günü vakfeye durur. Senenin her gününde ve her anında tavaf yapılabilir, fakat Arafat vakfesi senede sadece Arafe günü yapılır. Bu yüzden Arafat vakfesi haccın en önemli rüknüdür. Hz. Peygamber “Hac Arafattır.” (Tirmizî, Hac, 57; Ebû Dâvud, Menâsik, 69; Nesâî, Hac, 211; İbn Mâce, Menâsik, 37.) buyurmakla bu gerçeğe işaret etmiştir. Herkes günahlarından dolayı tevbe etmeye muhtaçtır. Şimdi tertemiz olma vaktidir. Arafat vakfesini fırsat bilip Allah’a yalvarmak gerekir. Çünkü “hac geçmiş ve gelecek bütün günahları affettirir.” (Ebû Dâvud, Menâsik 9: İbn Mace, Menâsik 49.) Arafat’ta binler sanki bir kişi olmuş, hepsi aynı şeyi, yani affı, mağfireti, cenneti, cehennemden uzak olmayı, Allah’ın kendisinden razı olmasını, dünya saadetini ve mümin kardeşinin huzur ve mutluluğunu istemektedir. Eller aynı semaya açılır, diller aynı duayı okur, kalpler aynı gaye için çarpar, dizler aynı maksat için titrer, gözler aynı hüzün için gözyaşı döker. Vücut bir, hareket bir, amaç birdir. Burada kişi kendisi için dua ettiği gibi, kardeşi için de dua eder ve onun iyiliği için çalışır. Arafat’ta tevbeyle temizlenen insanlar “Sonra insanların toplu olarak akın ettiği yerden siz de akın edin.” (Bakara, 199.) emrine uyarak gün batımıyla birlikte Arafat’tan ayrılıp tekrar Kâbe’nin etrafında pervane olmaya koşarlar. Yolda (Mina) önlerine şeytan çıkar, ama onu müteaddit defalar taşlamak (remyü’l-cimar) suretiyle ona galebe çalmasını bilirler ve maşuklarına kavuşarak tekrar ona kulluklarını arzederler. Netice itibarıyla hac binleri bir yapan, onları aynı amaç için koşturan, onları gerçek kulluk bilincine, gerçek kardeşlik bilincine ulaştıran ulvi bir ibadettir.

13 Ekim 2011 Perşembe

Necip Fazıl'ın Kaleminden Hz. Peygamber

Necip Fazıl'ın çok ses getireceğini umduğu bu eseri ne yazık ki şairin beklediği ilgiyi görmemiş ve Necip Fazıl külliyatı arasında en az basılan kitaplardan biri olarak kalmıştır. Hatta şair vefatından kısa bir süre önce kendisiyle yapılan bir söyleşide bu ilgisizliğe şu cümlelerle feryad etmiştir;

"Benim bir eserim var, Esselâm diye. 63 parçadan ibaret. Rasûlullah'ı anlatıyor. Zaten hayatı da 63 sene. Nerde bu Müslüman nesiller, tahassüsü seven nesiller..."

Esselâm'ın yaşadığı bu talihsizliğe karşın Necip Fazıl'ın Peygamber'in hayatını konu edinen diğer bir kitabı "Çöle İnen Nur" ise ciddi bir okur ilgisine mazhar olmuş ve edebiyatımızda bu konuda yazılan eserler içinde zamanla kendine önemli bir yer edinmiştir. Esselâm'ın aksine mensur olarak kaleme alınan Çöle İnen Nur'da da Allah Rasûlü'nün hayatı nûr-ı Muhammedî'nin yaratılışından Hz. Peygamber'in vefatına kadar bir bütünlük içerisinde anlatılmaya çalışılmıştır. Eserini bir sanat eseri olarak kurgulayıp kaynak göstermek, vaka atlamamak, kronolojiye tam riayet etmek gibi ilmî kaygılardan uzak bir biçimde yazan Necip Fazıl'ın yöneldiği okur kitlesi de "müminler veya iman istidadında olanlar"dır. Dolayısıyla eser, ispat veya ikna gayesi gütmemekte ve akılcı bir anlayışa hitap etmemektedir. Bu yaklaşımın Necip Fazıl'ın kalemine sanatsal bir serbestlik kazandırdığı ve eserin etki gücünü de arttırdığı görülmektedir.

Esselâm'ın başarısızlığı karşısında Çöle İnen Nur'un başarısının sebeplerinden birinin de yine bu ifade serbestliği olduğu söylenebilir. Esselâm'ın manzum bir eser oluşu ve belli kalıplar dahilinde yazılması zorunluluğu Necip Fazıl'ın anlatımını belli noktalarda sınırlamış, hatta yer yer zorlamıştır. Esselâm'da zaman zaman görülen anlatım kusurları, anlam kopuklukları, sınırlanmışlık ve zorlama kafiyeler gibi problemlere karşın Çöle İnen Nur'da ciddi bir anlatım zenginliği, eserin akışına uygun bir biçimde yol alan bir lirizm ve okuru tatmin edecek bir vaka yoğunluğu görülmektedir. Adeta Necip Fazıl, Esselâm'da anlatmak isteyip de şiirin kalıplarının sebep olduğu çeşitli tasarruflarla özetleyerek veya yoğunlaştırarak geçtiği şeyleri Çöle İnen Nur'da kendini sınırlamadan ifade etmiş gibidir.

Bu eserlerinin yanı sıra Hz. Peygamber'e hasredilmiş müstakil bir kitap olmasa da İhtilal adlı kitabının da 30 sayfalık bir bölümünde Hz. Peygamber'in inkılaplarını anlatan Necip Fazıl'ın ayrıca Nur Harmanı adlı bir de hadis derlemesi vardır. Bunlardan başka başta Dört Halife olmak üzere, Ezvâc- Tâhirât'tan Hz. Hatice ve Hz. Aişe, Peygamber'in kızı Hz. Fatıma ve torunları Hz. Hasan ve Hz. Hüseyin'le Aşere-i Mübeşşere'yi oluşturan diğer altı sahabi olmak üzere 80 kadar sahabinin hayatlarından karelerin yer aldığı Peygamber Halkası adlı eser ile Hz. Ali'ye hasredilmiş İlim Beldesinin Kapısı Hz. Ali adlı eser de dolaylı da olsa Necip Fazıl'ın Hz. Peygamber'le ilişkili eserleri arasında sayılabilir.

Necip Fazıl'ın Hz. Peygamber'i konu edindiği eserlerin dökümünü ve tanıtımını bu şekilde yaptıktan sonra şairin, bu eserlerinde takındığı dikkat çekici birkaç tavır üzerinde durmanın da onun Hz. Peygamber'e yaklaşımını veya O'nu anlatma tarzını açıklamada katkısının olması muhtemeldir. Öncelikle Necip Fazıl'ın, bu eserlerinde Peygamber'e asla adıyla hitap etmeyişi, yalnızca Allah Rasûlü'nün çevresinde bulunan diğer kişilerin ağızlarından aktardığı bazı monolog veya diyaloglarda ve O'nun doğumunu ele aldığı bahislerin isim verme kısmında "Muhammed" lafzını kullanışı dikkat çekicidir. Onun kaleminde Hz. Muhammed yerine Peygamber, Allah Rasûlü, Gaye İnsan, Ufuk Peygamber, Rasûlullah gibi hitaplar vardır. Peygamber'e ismiyle hitap etmeme noktasındaki bu özen Çöle İnen Nur'da daha da yoğunlaşmakta ve alıntı veya aktarım cümlelerinde dahi "Muhammed" yerine "M........" şeklinde bir ifadenin kullanıldığı görülmektedir. Elbette ki bu tutum Necip Fazıl'ın Hz. Peygamber'e duyduğu sevgiden öte büyük saygıyla alakalıdır.

Necip Fazıl'ın Peygamber'i anlatma noktasında takındığı diğer bir tavır da O'nu "Müslümanların örnek alması gereken bir rehber veya prototip" olarak tasvir etme çabasıdır. Bu bağlamda Necip Fazıl'ı bu eserleri yazmaya iten sebebin yalnızca Peygamber sevgisi olmadığı, şairin Peygamber'e olan sevgisinin ve bağlılığının yanı sıra okurlarına bir rehber portresi çizme misyonunu da kendisine yükleyerek bu eserleri kaleme aldığı söylenebilir. Hatta bu durum yalnızca Peygamber'e dair anlatılarda değil, sahabilerin hayatlarından alınan karelerde de kendisini göstermektedir. Kısacası Necip Fazıl'ın, yüzyıllardır anlatılagelen vakaların yeni bir tekrarını yapmaktan ötede Peygamber'in yaşantısına dair önemli unsurları çağının insanına ulaştırmayı amaçlayarak bu eserleri kaleme aldığı görülmektedir.

Son olarak modern edebiyatımızda sayısı ve niteliği gittikçe azalan Hz. Peygamber konulu eserlerin içerisinde Necip Fazıl'ın eserlerinin ciddi bir önem arz ettiği ve Peygamber'in çağrısının ve bundan ziyade örnek şahsiyetinin 20. yüzyıl insanına ulaştırılması noktasında bu eserlerin -Necip Fazıl'ın kitleler üzerindeki etkileyici kişiliğinin de tesiriyle- önemli bir açığı kapattığı söylenebilir.

Çile'den

PEYGAMBER

Sen, fikir kadar güzel;

Ve tek, birden daha tek!

Itrını süzmüş ezel;

Bal sensin, varlık petek...


Sensin ölüme hisar;

Bâkisi hep inkisar..

Sar bizi, çepçevre sar,

Rahmet rüzgârı etek!..

(1958)

Esselâm'dan

NUR

Yok bile yokken O vardı;

O bir nur... Ki mutlak saffet.

Âdem, Allah'a yalvardı;

O nur için beni affet!


Âdem'in alnında bir nur;

Derken öbür Peygamberde.

Âyet ki, çıplak okunur;

Ne bir harf, ne zarf, ne perde.


Geçti bilmem kaç nesilden,

O nur, İlâhi daire...

İbrahim'den İsmail'den,

Vesaire vesaire...


O nur, o nur, elde sancak;

Aktarılır, nebî nebî.

Bir beklenen var ki, ancak,

Nurun ezelden sahibi...


Nur sırdır, ışık üstü sır;

Vurduğu eşya gölgesiz.

Onsuz insan kör ve sağır;

Ülkeler onsuz, ülkesiz.


Son Peygamber, son Peygamber!

İlk olunca sona geldi.

Nur, fezayı tutan çember,

Ondan gelip O'na geldi.



Kaynaklar

- Cemile Sümeyra, "Çöle İnen Nur: Önder ve Peygamber", Hece Dergisi Büyük Doğu ve Necip Fazıl Özel Sayısı, 2004

- M. Orhan Okay, Necip Fazıl Kısakürek, Şule Yayınları, Nisan 2000

- Mustafa Aydoğan, "Şiirin Ufku: Esselâm", Hece Dergisi Büyük Doğu ve Necip Fazıl Özel Sayısı, 2004

- Necip Fazıl Kısakürek, Çile, Büyük Doğu Yayınları, Aralık 1999

- Necip Fazıl Kısakürek, Çöle İnen Nur, Büyük Doğu Yayınları, Mayıs 2006

- Necip Fazıl Kısakürek, Esselâm, Büyük Doğu Yayınları, Mayıs 2005

6 Ekim 2011 Perşembe

İmanın ikiz kardeşi

Sohbet-i Cânan hesabına yeni bir döneme girdiğimiz düşüncesi ve bizim için rahmet vesilesi sohbetlerinizin hep devam etmesi recasıyla, ilk sorumuzu “mü’minin miracı” ile alâkalı olarak hazırladık. Bir makalede, namazı, “kurbet ve vuslat yolcusunun ötelere en yakın karargâhı, en son otağı, gaye ile hemhudut en büyük vesilelerden biri” olarak tarif ediyorsunuz. Namazın gaye ile hemhudut olması ne demektir, lütfeder misiniz? (05.55)

Namaz, bütün ibâdetlerin pîri ve dinin direğidir. Namaz, mü’minin günde en az beş defa içine girip temizlendiği sonsuzluğa doğru akıp giden bir tevbe ırmağı ve arınma kurnasıdır. Namaz, keyfiyetteki temel disiplinler açısından aynen, şekil ve kemmiyetteki bazı hususlarda da bir kısım farklılıklarla her peygambere ve ümmetine farz kılınmış olan umumî bir ibadettir. (06.35)
İman ve namaz aynı döl yatağında neş’et etmişlerdir; namaz, imanın ikiz kardeşidir. İman, dinin ve diyanetin nazarî yanını teşkil eder; o nazarî yanın takviye edilmesi ve tabiatın bir derinliği haline getirilmesi ise ancak başta namaz olmak üzere diğer ibadetlerle mümkün olur. Bu itibarla da, denebilir ki; namaz pratik imandır, iman da nazarî bir namazdır. Kant da, Saf Aklın Kritiği’nde, Allah’ın nazarî akılla değil, amelî akılla bilineceğini söyler. Evet, başta namaz olmak üzere güzel davranışlar, salih ameller ve ibadetler, bir süre sonra insanın tabiatı haline gelerek onu, mücerret bilgiyle ulaşılamayan noktalara ulaştırır. Mücerret bilgi ve malûmat, insanı hiçbir zaman, amelin, yaşamanın, tecrübe etmenin ve ibadetin yükselttiği seviyeye yükseltemez. (09.38)
Varlık arasında gaye ölçüsünde bir vesile Rasûl-ü Ekrem (sallallahu aleyhi ve sellem) Efendimiz’dir. O Muallim-i Ekmel ve Ekber’dir ki, varlığın çehresine çaldığı ışıkla kâinatı, okunan bir kitap; hayatı da, cennete doğru uzanan bir köprü haline getirmiştir. Böylece bizleri karanlıklar içinde ümitsiz dolaşmaktan kurtararak, Allah’a imanla itminana ulaştırmış ve rıza yoluna hidâyete vesile olmuştur. Fakat o, öyle büyük bir vesiledir ki, biz, o vesileyi çok defa gâyenin yanında zikreder ve O’nun, bizim için “gâye ölçüsünde bir vesile” olduğunu ikrarda bulunuruz. Zaten bizzat Cenâb-ı Hak da tevhid ifadesi olan “Lâ ilâhe illallah Muhammedün rasulullah” ifadesinde O’nun adını kendi adıyla yan yana zikredip ve bunu imanın esası sayarak böyle demeyenin kurtulamayacağını beyan buyurmuyor mu? İşte, ibadetler arasında da namaz iman ile hemhudut “gâye ölçüsünde bir vesile”dir. (11:40)
Allah Rasûlü (aleyhissalâtü vesselam) hakikat-i Ka’be ile tev’em (ikiz) yaratıldığı gibi, namaz da iman ile ikiz olarak vaz’ edilmiştir. (13:00)
Soru: 2) Namazın unvanlarından birinin de “ribât” olduğu ifade ediliyor? Bu manada ribât nedir; namazın ribât oluşunu nasıl anlamalıyız? (14:00)

“Ribât”, maddî-mânevî bereketin akıp akıp gelmesine denildiği gibi, her türlü belâ ve musibetin geleceği noktalara karşı uyanık olma ve dikkat kesilmeye.. ve kendini bir işe, bir şeye bağlama ve adamaya da denir. Zaten, tehlike noktalarını beklemek üzere kendini o işe adamış askere de “Murâbıt” denilmektedir. (14:09)
Âl-i İmran sûresinin 200. ayet-i kerimesinde olduğu gibi Kur’an-ı Kerim’de de ribât nazara verilmektedir. Mezkur ayette bu husus, “râbitû” kelimesiyle ifade edilmektedir. “Ribât” tabiri, bir yönüyle, irtibat manasına gelmekte ve yine mü’minleri bir hey’et teşkil etmeye, kollektif şuuru işletmeye ve yakın alâka ile birbirine destek olmaya çağırmaktadır. Ayrıca, dinin ve milletin başına gelmesi muhtemel tehlikelere karşı hudut boylarında nöbet beklemenin ve hasım güçlerin toplum yapısında açtığı gedikleri tıkamak için gayret göstermenin adıdır ribât. (14:38)
Diğer taraftan, bir hadis-i şerifte anlatıldığı üzere, kendini tamamen namaza veren, gönlünü camiye rabteden; sabah namazını kıldıktan sonra “Elhamdulillah bu vazifemi de eda ettim!” deyip hem onun sevincini yaşayan hem de “Öğle vakti gelse de Ruh-u Revân-ı Muhammedî minarelerden bir kere daha yükselse, ben de yine mescide koşup manevî duygularla dolsam!..” düşüncesiyle evinin yolunu tutan, kalbi mescide bağlı insanın bu tavır ve davranışıdır ribât. (15:09)
Rasûl-ü Ekrem (aleyhi ekmelü’t-tehâyâ) Ashab-ı kirama “Allah’ın, hatalarınızı silip temizlemeye ve sizi derece derece yükseltmeye vesile kıldığı şeyleri söyleyeyim mi?” dedikten sonra şunları saymıştır: (Şartların alabildiğine ağırlaştığı ve) abdestin zorlaştığı durumlarda, zahmetine rağmen eksiksiz abdest almak, mescidle (ev arasında gelip) gidip çok yol yürümek ve bir namazdan sonra diğer bir namazı beklemeye koyulmak.. Peygamber Efendimiz, bunları saydıktan sonra da şu ilavede bulunmuştur: “Bakın size diyorum; şu şanı yüce iş var ya, işte (ribat) sınır boylarında nöbet tutma seviyesinde kendini Hakk’la irtibatlandırma budur.” (Müslim, Taharet 41) (15:45)
Soru: 3) Mevzu ile alâkalı makalelerde “namazdan beslenen insanların ona hiç doymayacakları” vurgulanıyor. “Namazdan beslenmek” nasıl mümkün olur? (16:40)

Namaza alışmış ve onunla beslenen insanlar, ona hiçbir zaman doymazlar. Doymak şöyle dursun, her namaz bitiminde “daha yok mu?” der, nafileden nafileye koşar; duhâ ile güneş gibi yükselir, evvâbinle gidip kurbet tokmağına dokunur, teheccüdle berzah karanlıklarına ışıklar gönderir ve ömrünü âdeta ibadet atkıları üzerinde bir dantela gibi örmeye çalışır ve kat’iyen içinde yaşadığı nurlardan, ruhunu saran mânâlardan ayrılmak istemez.. istemez ve hep ibadetin vaadettiği güzelliklere koşar. (16:50)
Kur’an-ı Kerim’in namazla ilgili irşâdatı ve âbidlerin rehberi Peygamber Efendimiz’in (sallallahu aleyhi ve sellem) namaza göstermiş olduğu alâka, mü’minlerin gönüllerinde de “ibadetlerin özü”ne karşı derin bir iştiyak uyarmıştır. Hak dostları “Namazı ikâme et!” emrine kayıtsız, şartsız inkıyat etmiş ve hemen her gece yüzlerce rek’at namaz kılmışlardır. Öyle ki, namaza karşı gösterdikleri teveccüh adeta bir keramete dönüşmüş; bast-ı zamana mazhar olmuş ve bir gecede birkaç yüz rek’at namazı ikâme edebilmişlerdir. Onlar arasında iki rekatta Kur’an-ı Kerim’i hatmeden insanların bile var olduğu rivayet edilmektedir ki İmam-ı Azam Ebu Hanife Hazretleri bunlardan biridir. Bast-ı zamana mazhar olmadan bir gecede ve iki rek’atlık namazda Kur’anın hatmedilemeyeceği âşikardır. (17:15)
Namazı tam duyabilmek, ubudiyet hususundaki konsantrasyona bağlıdır: Abdest suyuyla beraber günahlarının da döküldüğüne inanan mü’min, abdestle kazandığı metafizik gerilimi ezân-ı Muhammedî’yi dinlerken de devam ettirir, hatta daha da artırır.. ezanı müteakiben bir de sünnet namaz kılarak derinlik içre derinliğe ulaşır. Böyle dikkatli ve hassas bir kul için, namazı bekletme hiç söz konusu değildir, her zaman namazı bekleme esastır. O, namazdan, hatta ezandan evvel abdestini alıp “Tam tekmil hazırım Allahım! Sen bana teveccüh buyurduğun an, nazarlarımın Sana müteveccih olduğunu göreceksin.” duygusuyla gerilmiş olarak “Haydi, şimdi huzuruma çıkabilirsin” komutunu bekler; bekler ve bir dizi hazırlıktan sonra iyice heyecana gelmiş vicdanıyla adeta “Seccadem neredesin!” der. Zaten, abdest öncesinden başlayıp ezan ve sünnet namaza kadar sürüp giden hazırlıklar silsilesinde insan böyle bir metafizik gerilimi yakalayamamışsa, o işte bir eksiklik var demektir. Fakat öyle olsa da, farzdan önce kâmet getiren müezzin ve haşyetle tekbir getiren imam, insanı ibadet düşüncesinden alıkoyup mâsivâullaha çeken her şeye son darbeyi indirir ve böylece konsantrasyonunu tamamlayan kul, en derin mülâhazalarla “Allahü Ekber” deyip namaza durur. (19:00)
Namazdan beslenebilmek için, bütün esaslarına uyarak, rükünlerini eksiksiz yerine getirerek, murâd-ı ilâhîde mahiyeti ne ise işte o şekilde ortaya koyarak namazı tastamam eda etmek gerekir. Cenâb-ı Hak, neye namaz demiş ve Rasûl-ü Ekrem Efendimiz vasıtasıyla namazı ne şekilde talim etmişse, yani, ilm-i ilâhîde şekillenen namaz ne ise, onu o şekilde yapıp ortaya koymak icap eder. Haddizatında, Kur’an-ı Kerim’in pek çok ayetinde ve hadis-i şeriflerde namaz kılmayı ifade sadedinde “ikâme” tabiri kullanılmıştır. İkâme, İşaretü’l-İ’caz’da da belirtildiği üzere, “namazda lâzım olan tâdil-i erkâna riayet etmek; ibadetin özündeki müdavemet ve muhafaza manâlarını gözetmektir.” Yani, namazın bütün rükünlerini ve esaslarını usulüne uygunca yerine getirmek, onu matlaşmaya ve renk atmaya maruz bırakmadan hep ilk günkü neşve içerisinde devam ettirmeye çalışmaktır. (23:55)
Namazın, şartlarından ve rükünlerinden oluşan dış yapısının yanısıra bir de halis niyet, huşû ve hudûdan ibaret olan iç yapısı vardır. Namazı iç ve dış bütün parçalarıyla yerine getirmeye, bunu sürekli yapmaya ve hep aynı hâl üzere kullukta devamlı olmaya “ikâme” denmektedir. Evet, insanın, Cenâb-ı Hak ile münasebetinde asıl olan mânâdır, özdür, ruhtur. Fakat onları taşıyan da lâfızlardır, şekillerdir, kalıplardır. Bundan dolayı, mutlaka o lâfızlara, kalıplara da dikkat edilmelidir. Esas alınan mânâyı, mazmunu o kalıpların taşıması lâzım. Dolayısıyla, kalıp ve şekillerin hiçbir mânâsı yok denilemez. Zâhirî ahkâm onlara bina edilir. Ne var ki, namaz vardır namazdan içeri, oruç vardır oruçtan içeri. Onun için buyurulur ki, “Mü’minler kurtuldu. O mü’minler ki, onlar her zaman namazlarında huşû içindedirler...” (Mü’minun, 23/1-2) (25:50)
Namazı en önemli tatmin unsuru sayanlar, dünyanın gâilelerinden bunaldıkları anlarda hemen ona koşanlar ve onu şartları, rükunları, iç-dış ta’dil-i erkânıyla ikâme edenler hem bu dünyada namazdan beslenmiş, gönül darlıklarını onunla gidermiş, başka arayışlardan kurtulmuş ve bir adı da “zikir” olan namazla huzura ermiş olurlar; hem de onu kabirde gökçek yüzlü bir arkadaş ve sıratta elden tutan bir yoldaş olarak yanlarında bulurlar. (30:14)

3 Ağustos 2011 Çarşamba

Allah halini düzelten halka düzgün yönetim nasip eder

http://sabrikontek.azbuz.com http://sabrikontektirebolu.azbuz.com :http://yaglikuyumcutirebolusabrikontek.azbuz.com: Bu önemli konuya önce tarihi bir misalle bakalım isterseniz. Halife Hazreti Ömer (ra) yolda giderken ayağıyla taşlara vurup yol kenarına iter, yönettiği insanların yollarını temizlerdi.


Bir gün yine âdeti olduğu üzere ayağıyla vurduğu bir taş yuvarlanarak, geçmekte olan bir insanın ayağına çarptı. Buna müteessir oldu fakat bir şey söylemeden geçip gitti. Aradan tam bir sene geçmişti. Yine aynı yerde yürürken aynı adamın karşıdan gelmekte olduğunu gördü. Hemen cebinden bir miktar para çıkarıp adama 'Buyur bunu harçlık yap' dedi ve şöyle devam etti. "Geçen sene bu yolda taşları ayıklayarak giderken ayağımla vurduğum bir taş, yuvarlanıp senin ayağına değmiş; ben de halkımdan birinin ayağını incittiğim için üzüntüye kapılmıştım. Alır da hakkını helal edersen, beni bir senedir duyduğum üzüntüden kurtarmış olacaksın!."

Bu, o günkü yöneticiden bir örnek. Bir de o günkü halktan bir örnek hatırlayalım. Halktan biri olan Ebu Zer, komşusunun karnı açken Müslüman'ın kendi evinde tok olarak uyuyamayacağını iddia ediyor, elinde imkanı olanların ihtiyaç içinde kalan kardeşlerine yardım etmedikçe evlerinde uyumalarının caiz olmadığını ileri sürüyordu. Onun bu iddiasında ne kadar samimi olduğunu anlamak için, bir akşam kendisine bir kese dolusu para getirip kabul etmesini isteyen bir köle, Ebu Zer'in kendisinden daha muhtaçlara vermesini istemesi üzerine kölenin cevabı şöyle oldu: -"Bunu sana kabul ettirebilirsem benim hürriyetime kavuşacağım sözü verdiler, ne olur bu yardımı kabul eyle de beni hürriyetime kavuştur.!." Bunun üzerine Ebu Zer gönderilen parayı kabul eder. Ne var ki o gecenin sabahında erkenden geri gelen köle:

- Size akşam getirdiğim parayı yanlış yere getirmişim. Başkasına vermem gerekmiş; parayı geri istiyorlar, der. Ebu Zer'in buna cevabı şöyle olur: - Ben komşularımın ihtiyaç içinde inledikleri sırada evinde bol para ile uyumanın caiz olmayacağına inandığım için, verdiğin parayı akşam hemen yoksul aileleri dolaşarak hepsini de ihtiyaç sahiplerine dağıttım, ondan sonra gelip evimde uyuyabildim. Şu anda sana iade edecek tek dinar yoktur bende!

İşte bu da Halife Hazreti Ömer zamanındaki komşusunu düşünen halktan bir misal!. Şimdi biraz daha beriye, hicretin yetmişinci senelerine doğru halka zulmüyle şöhret yapmış Haccac-ı Zalim'in devrine geliyoruz. İşte bu zalim adama bir gün halktan gelen teklif şöyle oldu: - Sen Hazreti Ömer'in halkına karşı takındığı adaletli tavrını biliyorsun. Ne olur, biraz da ona benze. Onun gibi adaletli davran bize. O, halkının kazara ayağına bir taş değmesinden bile teessüre kapılıyor; bir sene sonra da olsa, helallik diliyordu!

Halkın bu isteğine Haccac'ın tarihî cevabı nasıl oldu biliyor musunuz? Bakın halkın adaletli yönetim isteğine Haccac nasıl cevap verdi: - Doğru söylüyorsunuz! Ömer'in halka adaleti öyle idi. Fakat şu gerçeği de unutmayın, Ömer'in zamanında Ebu Zer gibi de halk vardı. Siz Ebu Zer gibi yoksulu yetimi, komşusunu düşünen halk olun, ben de Ömer gibi halkı düşünen yönetici olayım. Siz Ebu Zer gibi halk olmuyorsunuz, ama benden Ömer gibi yöneticilik istiyorsunuz. Allah iyi insanlara kötü yöneticiyi musallat etmez, kötü insanlara da iyi yönetici nasip etmez. Halk neye layık halde ise yönetici de ona münasip şekilde gelir. Bunu böyle bilin, kendinizi iyi yönetime layık hale getirin ki, istediğiniz iyi yönetime kavuşasınız!

-Ne dersiniz bu cevaba? Şu andaki tecelliler neyi gösteriyor? Bizdeki birlik beraberliğimizi koruma ve halimizi düzeltme gibi iyi gelişmelerin bir gereği midir bu yeni yönetim tecellileri acaba? Biz halimizi daha da düzeltirsek daha da düzgün yönetime layık hale mi gelmiş olacağız? Biz düzeldikçe yetimimiz de düzelecek, Rabb'imiz layık olduğumuz yönetimi mi nasip edecek bizlere? İyi yönetime bunun için mi sahip çıkmamız gerekiyor? Enfal Sûresi'ndeki ayet (53) de buna mı işaret ediyor: 'Allah bir topluma verdiği iyi yönetim nimetini değiştirmez, o toplum iyi yönetime layık olan iyi halini değiştirmedikçe!'

Müslüman,toplumda hep kucaklaşmanın savunucusu olur!..

http://sabrikontek.azbuz.com http://sabrikontektirebolu.azbuz.com :http://yaglikuyumcutirebolusabrikontek.azbuz.com: Saadet asrında yaşanmış nice olaylar vardır ki günümüze ışık tutmakta, ölçü vermektedir. Bunlardan birini bir daha hatırlayalım bu gün isterseniz..



Müslümanlar arasında çıkacak olan anlaşmazlık ve ihtilafta taraflara düşen ilk görev, Hucurat suresindeki ayetlerde açık ve net bir şekilde bildirilmiştir.Kısaca bir göz atalım:

-Müminlerden iki taraf arasında bir münakaşa ve mukatele çıkarsa hemen aralarına girerek anlaşmalarını sağlayın,barışı ve itaati hakim kılın,kardeşliği tesis edin.!.

Evet, Rabbimiz her şeyden önce Müslümanlar arasındaki anlaşmazlıklarda barışı ve itaati emrediyor, anlaşma sağlama görevimizi hatırlatıyor.

Efendimiz (sas) Hazretleri de ayetin barış emreden manasını açıklarken:

-Barış anlaşması, anlaşmaların efendisidir! buyuruyor,her şeyden önce barışı sağlamanın baş görevimiz olduğuna dikkatimizi çekiyor..

Bu sebeple Müslümanlar arasında yaşanmış ihtilaflara baktığımızda bugünkü anlaşmazlıklar karşısındaki tavrımızın ne olması gerektiğini net bir şekilde tespit edebiliyoruz. Şöyle ki:

Medine’de Müslümanlar arasında ayrılık ateşi yakmaya çalışan münafıklardan biri vardı. Kabilesinden olan Müslümanları bile etkilemişti bu bozguncu adam. Birlik beraberliği bozucu davranışlarını önlemek isteyen bazı sahabeler diyorlar ki:

-Ya Resulellah! şu Übey bin Selül’ün yanına gitsek de birlik beraberliğimizi bozucu beyan ve davranışlardan vaz geçmesi konusunda nasihatlerde bulunsanız..

Efendimiz (sas) Hazretleri ashabının bu teklifine uyarak merkebine binip yanındakilerle birlikte bahçesinde meşgul olan bozguncunun ayağına kadar gitme tevazuu gösteriyor..Ancak daha uzaktan Resulüllahın (sas ) geldiğini gören münafıkların başı, tepkisini saygısızca dile getirmekten çekinmeyerek bağırıyor:

-Yaklaşma ya Muhammed! eşeğinin kokusu şimdiden burnumun direğini kıracak hale geldi!.

Bu saygısız söze karşılık vermekte geç kalmayan Ensar’dan bir zat da:

-Vallahi diyor, Resulülllahın eşeğinin kokusu senin kokundan temizdir!.

İşte bu karşılıklı atışma, bir nasihat konuşmasına fırsat vermeden hemen çatışmaya dönüşüyor. Resulüllahın (sas) yanındaki sahabelerle ,bozguncu başının yanındaki (kendi kabilesinden olan ) Müslümanlar karşı karşıya taşlı sopalı kavgaya tutuşuyorlar..

Gariptir ki, Übey bin Selul’ün yanında yer alıp da sahabeye karşı koyanlar da kötü kimseler değiller. Sadece kabilelerinden olan Übeyy bin Selul’ün tarafını tutma gayreti taşıyorlar.Yoksa Resulüllaha (sas) karşı oluşlarından da değil..



İşte böyle iki tarafın da birbirleriyle rahatça konuşmaya fırsat bulamadan münakaşayı mukateleye doğru götürmelerinden dolayı Hucurat suresindeki bize ölçü veren ayetlerin ikazı geliyor:

-Müminlerden iki grup münakaşa ve mukateleye yönelirlerse seyirci kalmayıp aralarına girin ve anlaşmayı sağlayıncaya kadar çalışın..Birinci vazifeniz tartışmayı durdurup barış içinde konuşma ve anlaşmayı sağlamak olsun..Şayet bir taraf haksızlıkta ısrar eder de, anlaşma gayretleri netice vermezse, artık size düşen, itaat eden haklının yanında,isyana yönelen haksızın da karşısında olmak,toplumdaki birlik beraberliği koruma görevinde yerini almaktır!..



Bu sebeple İslam toplumunda istişare vardır, itaat vardır, ama isyan ve anarşi yoktur. Çünkü anarşi toplumda kendine taraf olacak Müslüman göremez, ayrılık gayrılık tohumu ekecek çevre bulamaz.! Müslüman, toplumla kucaklaşmanın savunucusu olur,bunu görev bilir..

Nitekim Medine’de bozguncu münafıkların hep ıslahları için çare aranmış, hatta münafık başının ölümünde bile bir sahabe olan oğlu Abdullahın isteği üzerine Efendimiz(sas) Hazretleri gömleğini kefen olarak münafık başına vermiş, cenaze namazını da kıldırma şefkati göstermiştir. Gösterilen bu şefkat üzerine bin kadar yahudi taraftarı da yanlışta ısrardan vaz geçerek sahabelerle kucaklaşmayı tercih etme gereği duymuşlardır.

Bundan dolayı diyoruz ki:

-Müslüman toplumda hep kucaklaşmanın savunucusu olur, ayrışıp küsmenin değil ....

Öğrencilikte ve emeklilikte hayatın altın fırsatları

http://sabrikontek.azbuz.com http://sabrikontektirebolu.azbuz.com :http://yaglikuyumcutirebolusabrikontek.azbuz.com:

Her tatil devresinde geriye dönüp de şöyle bir bakınca hayatın başında ve sonunda iki altın fırsatın yer aldığını görmekteyiz.

Hayatın başındaki altın fırsat, tatil devresinde çocukların din eğitimi alma fırsatı..

Hayatın sonundaki altın fırsat da, yaşlıların emeklilik devresindeki boşluğu değerlendirme fırsatı..

-Neden hayatın altın fırsatları bu iki devredeki boşluklar?.

Çünkü her iki boşlukta da ebedi hayatın kazanılması söz konusu da ondan..Mesela çocuklar ömür boyu kılacakları namazlarını, okuyacakları Kur’anlarını , hatta uygulayacakları temel İslami bilgilerini..hep bu tatil devrelerindeki din eğitimlerinde kazanırlar. Aldıkları dini bilgiler üzerine inşa ederler geleceklerini..Hatta yaşlılar dahi yaşadıkları dini hayatlarını çocukluk devresinde aldıkları bu eğitime borçlu olduklarını anlatırken: ‘İyi ki tatillerde Kur’an kursuna gitmişiz, namazda okuyacaklarımızı ezberleme fırsatını kaçırmamışız..’diyerek hayatın başındaki altın fırsatı değerlendirmiş olmanın mutluluğunu yaşarlar..

Bu bakımdan, gençler için hayatın başındaki tatil devreleri hayatın ilk altın fırsatı oluğu gibi, emekliler için de hayatın sonundaki emeklilik devresi de hayatın son altın fırsatıdır, diye yorumlanır. Çünkü artık ununu eleyip eleğini duvara asmış bulunan emekli insan, eline kalemi kağıdı alıp meşguliyetinin çokluğu günlerinde kılamadığı namazlarını, yerine getirmediği dini görevlerini, varsa üzerindeki hakları tespit eder. Her gün geçmişte kılamadığı namazlarını kaza etmeye başlar, ibadet borcunu bu devrede tümüyle ödemeyi hedef alır,belki öğrenmediği Kur’anı dahi öğrenebilir,okumadığı dini kitapları okur,hatta hayır hizmetlerinde görev bile üstlenebilir...derken emeklilik devresi, ebedi hayatını kazandıran son bir altın fırsat devresi olup çıkar..

Bu durumda bazılarının çöküş ve tükeniş devresi dedikleri emeklilik devresini hayatının en verimli altın devresi haline getirmiş olur bu emekli kimse...Çünkü insan hayatında, ebedi hayatını kazandıran devreden daha kıymetli bir devre olamaz..Yeter ki bu şuur gösterilsin, hayatın bu son altın fırsatı israf edilmeden değerlendirilmiş olunsun..



Burada bir önemli noktaya daha dikkat çekmek isterim.

Yaşlılık devresindeki son fırsatı böyle değerlendiren emekliler, ebedi hayatlarını kurtarmış olabilecekleri gibi, tatildeki boşluk fırsatını aldıkları din eğitimiyle değerlendiren gençler de, hem kendilerini, hem de kendilerini din eğitimine gönderen ana babalarını kurtarmış olabilirler.

Bu nasıl olur? Ona ait bir (terğib ve teşvik) rivayetini arz edeyim izin verirseniz.

İsa Aleyhisselam bir mezarlığın yanından geçerken mevtanın birinin kabir azabı çektiğini keşfeder, adama acıyarak yoluna devam eder. Dönüşte ise kabir sahibinden azabın kaldırıldığını anlayınca sevinir, ellerini açıp dua ederek sorar: Rabbim hangi halinden dolayı kaldırdın bu kulunun azabını?

Rabbimiz şöyle bildirir azabı kaldırma sebebini:

-Bu kulumun bir yavrusu dünyada din dersi almaya başladı, benim ismimi ezberleyip besmele çekti. Çocuğu yer üstünde benim ismimi ezberleyen ana babaya yer altında ben azap etmem! Din dersi alan çocuğunun hatırına babasından azabı kaldırdım!..

Demek ki, çocuğun öğrendiği din bilgisi, okuduğu Allah kelamı, kendi hayatını kurtardığı gibi ana babasının kabir azabından kurtulmasına da sebep olabilmektedir.

Öyle ise çocukların tatilde din dersi almaları önemsenmeli, geçmişlerinden azabın kaldırılmasına sebep olabilecekleri dahi düşünülmeli de, hayatın başındaki bu altın fırsat tam değerlendirilmelidir.

Aile içinde düşeni kucaklayıp kaldırma vefası..

http://sabrikontek.azbuz.com : Aile içinde beyinin bazı olumsuz tavırlarından üzüntü duyan hanımefendi diyor ki:

- Önceleri böyle itici ve rahatsız edici halleri yoktu, son devrelerde olmaması gereken alışkanlıklar ediniyor, tasvip etmeyeceğimiz tavırlar sergiliyor.. Bu hallerine tepki gösteriyorum, bunlar sana yakışmıyor, diyorum, tepkime tepki ile karşılık veriyor, daha da uzaklaşıyor; susuyorum vicdanım rahat etmiyor, yanlışlarını sürdürüyor. Doğrusu, nasıl bir tutum içinde muhatap olacağımı bilemez oldum. Beyin bu rahatsız edici hallerine karşı susayım mı, konuşayım mı? Tavrım nasıl olmalı diyorum?

********

Ailede gerilime sebep olan bu tür üzücü haller, zaman zaman yaşanmakta, karşılıklı tepkilere de sebep olabilmektedir. Bu durumu düzeltmenin çaresi elbette tek değildir. Ancak bu gibi yaygın gerilimlerde yanlış yapana karşı takınılacak ilk tavır, ‘Yara yapmadan tedavi etmek, tahribe sebep olmadan tamirde bulunmak’ diyebileceğimiz düşündürmeye yönelik yumuşak tavır olmalıdır.

Aile içinde bazen hanım, bazen da beyde başlayan böyle gerilim sebebi hallere karşı tümüyle susmak fayda getirmeyeceği gibi, tümüyle sert sözlerle tepki göstermek de fayda getirmiyor.

Öyle bir tavır takınmalıdır ki, ne fayda getirmeyen susmak olsun, ne de zarar getiren sert karşılıklarla hata düzeltmek olsun. Bediuzzaman Hazretlerinin ifadesiyle:

-Akla kapı aç ,iradeyi elden alma!.üslubu seçilsin. Yani, rahatsızlık duyduğunuz yanlışları yumuşak bir dille muhatabın aklına, mantığına, vicdanına duyurmakla yetinin, ama kabul ettirmek için diretmeyin, ısrara gitmeyin, tepki doğuracak tartışmaya sebep olmayın. ‘Senin bu halin bende, üzülme kırılmalar meydana getiriyor, durumunu bir gözden geçirsen.. gibi sözlerle vicdan muhasebesiyle baş başa kalmasını sağlayın. Bundan sonrasında da içinizden dua ederek deyin ki:

- Rabbim, bu benim eşim ise senin de kulundur. Ben bana düşeni sakin bir sesle vicdanına aksettirip düşünmesini sağlamaya çalışıyorum. Bundan sonrası sana aittir. Kapıldığı bu yanlışlarından kurtulma duygusu nasip eyle!..

İşte bu tavra biz “Akla kapı aç, iradeyi elden alma!” tavrı diyoruz. “Yara yapmadan tedavi etme, tahribe sebep olamadan tamirde bulunma tedbiri ” diyoruz.

Ayrıca bu müspet tavrı siz daha da ileriye götürerek: Düşene herkes bir tekme atıyor, bir tekme de ben atmayayım, ben bir vefa ve şefkat örneği göstererek kucaklayıp düştüğü yerden kaldırma kahramanlığını tercih edeyim, de diyebilirsiniz.

Böylece aile içinde farklı bir vefa ve sabır örneği vermiş, düşene tekme atma değil, kucaklayıp kaldırma sadakati göstermiş olursunuz. Bu da sizin aileyi ayakta tutan sabır ve sadakat kahramanlığınız olur.

Kolay tavır mı bunlar? Elbette değil. Ancak unutulmamalı ki, İslam’da sabrın içi boşaltılmış değildir. Sabrın içindeki uhrevi ödüller düşünülünce sabır kolaylaşır. Hatta, çok şükür yine sabrettim, yine ben kazandım, diyerek sabırda mutluluk dahi duyulabilir. Hatta bazı maneviyat büyükleri, ibadetinizle kazanamadığınız Cenneti aile içindeki sabrınızla kazanabilirsiniz, dahi demişlerdir.

- Neden Müslüman’ın aile içinde göstereceği sabırlı tavrın değeri böyle çok yüksektir?

Çünkü o yuvada imanlı hayat yaşanacak, inanmış bir de nesil yetişecektir. Bunun için ne kadar fedakarlık gösterilse değer.

Bundan dolayı aile içinde ‘akla kapı aç, iradeyi elden alma’ anlayışına dikkat çekilmiş, ‘tahribe sebep olmadan tamirde bulunma’ tedbirine yönelinmesi istenmiştir.



....

İnsan kendi emeğiyle kazandığıyla değerlendirilir!.

http://sabrikontek.azbuz.com :Bazı kimseler yaratılıştaki fiziki yapısını kendi eseriymiş gibi yorumlar,güzelliği varsa gururlanır ,çirkinliği söz konusu ise komplekse girer, yaratılıştan var olan farklılıklarını kendi nefsine mal ederek değişik değerlendirmelere kapılır.

Bu durumda insan, fiziki görüntüsüyle mi, yoksa kendi şahsi gayretiyle kazandığı vasıflarıyla mı kıymet kazanır? Neleri ifade edebilirsiniz insanın bu gibi fıtri güzellik ve çirkinliğinin etkisinde kalması konusunda?.



Gerçek olan odur ki,İnsan kendi iradesinin eseri olanla değerlendirilir. Kendi emeğinin eseri olamayan fıtri görüntülerinden ne itibar kazanır, ne de itibar kaybeder. Çünkü Yaratan öyle münasip görmüş, öyle takdir etmiştir. Kendinin hissesi yoktur fiziki yapısından, fıtri görünüşünden. İnsanı değerli kılan, kendi iradesi ve emeğiyle elde ettiği vasıflarıdır. Kendi özel emeği ve gayretiyle ne gibi vasıflar kazanmışsa o dur onu yücelten, itibarlı kılan..



Nitekim meşhur Lokman Hekimin fiziki yapısını gören biri bakar ki, siyah renkli, kalın dudaklı bir görüntü var. Küçümser. Adamın değerlendirmesini anlayan Lokman Hekim şöyle açıklamada bulunur:

-Ne yüzümün boyasını ben sürdüm, ne de dudaklarımın modelini ben çizdim. Ben ancak benim emeğimle kazandığımın adamıyım. Bulduğum ilaçlar; söylediğim sözlerle bakın bana. Benim eserim olmayan fiziki görüntümle değil. O Yaratan’ın uygun bulduğu takdiridir.Benim emeğimin eseri değildir..

Nitekim fıtri ve fiziki güzelliğiyle çevresine kuş bakışı bakan bir hanıma İmam-ı Ali efendimiz şöyle hatırlatmada bulunur:

-Ey Allahın kulu!,der. Bu görüntü senin eserin değildir ki kendine pay çıkarıp ta başkalarına kuş bakışı bakasın. Sen kendi iradenle elde ettiğin vasıflarınla değer kazanırsın. İlimde, sanatta, ev hanımlığında ,salih amellerinde ne derinliktesin, neler kazanmışsın kendi emeğinle sen ona bak!.

Büyük zayıf bir beden yapısına sahip İbn-i Mesud Hazretleri bir ağaca tırmanırken aşağıdan çöp gibi ince bacaklarıyla iskelet gibi bedenini görenlerin gülüşmeleri üzerine Efendimiz şöyle uyarıda bulunur:

-Ne gülüşüyorsunuz mahşerde sevabı Uhud’dan da ağır gelecek kardeşinize?..



Evet, bacakları ince,bedeni sıska,ama bunlar kendi eseri değildir ki?.Yaratanın takdiridir. Onun eseri kendi amelidir. Kendi ameli ise mahşerde Uhud dağından da ağır gelecek durumdadır. Öyle ise ince bacak, sıska bedenine rağmen İbn-i Mesud kazanmıştır!

Meşhur arap şairi Cahız da patlak gözlü, çukur yüzlü biriydi. Çiçek hastalığından sonra yüzü sürülmüş tarla gibi yara izleriyle dolmuştu. Ama Cahız bu görüntüsüne saplanıp kalmadan çalışıp çabalayarak kendi emeğiyle edebiyatta üstad haline geldi. Onu fiziki görüntüsüyle görenler basite alırlar, ama bir iki dakikalık sohbetinden sonra bir türlü yanından ayrılamazlardı. Tekrar ettiği sözlerinden biri şöyleydi:

-Ben benim eserim olmayan dış görüntümden komplekse girmem. Ama benim eserim olan cahilliğimden, beceriksizliğimden,vasıfsızlığımdan hicap duyarım!.

İsmini büyük bir sevgiyle andığımız Bilal-i Habeşi’yi müşrikler basite alıp “Kara karga “diye tarif ederlerdi. Allah Resulü Efendimiz ise : “Bilal benim müezzinimdir!” diye bağrına basar ve değerlendirmesini şöyle yapardı:

- Allah sizin beden yapınıza ve dış görünüşünüze bakmaz. Kalbinizdeki niyetinize ve amellerinizdeki tercihlerinize bakar. Çünkü bunlar sizin kendi kazancınıızdır!..


Sözün özü: gençler fiziki ve fıtri yapısıyla değil, kendi gayretiyle kazandığı güzel vasıflarıyla ve mantıklı davranışlarıyla değerlenir, yoruma tabi tutulur.

Var mı kendimizi vasıflı insan haline getirme azim ve gayretimiz? Yoksa bizim eserimiz olmayan fıtri yapımızla mı eğleniyoruz ....

Birliğimizi koruma görevi, kendi irademize bırakılmıştır!..

http://sabrikontek.azbuz.com :

Biz Müslümanlar olarak kendi içimizde ve aramızda nasıl birlik beraberlik ruhu ve anlayışı içinde olmamız gerektiğine önemli ikaz ve işaretlerde bulunan bu yazıyı Kırık Testi’den derleyerek yerimizin aldığı kadarını arz etme gereği duydum. Konu okununca anlaşılacak ki, ülke içinde birlik beraberliğimizi korumak ve güçlendirmek bizim bir imtihanımız olarak kendi gayret ve irademize bırakılmıştır. İnsanlar bizzat bu iradeyi kullanmaktan sorumlu tutulmuştur. Sanırım siz de Efendimizin (sas) bu husustaki kabul olan olmayan şu iki duasını dikkatle okuyacak, benim gibi siz de ibretle düşüneceksiniz.
Hakkımızda kabul olan ve olmayan iki dua:

Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) Ümmet-i Muhammed’in kökten ve toptan yok edilmemesi, umumi bir kıtlığa maruz kalmaması ve çoğunu helak edecek bir düşmanın onlara musallat kılınmaması için Cenâb-ı Hakk’a dua dua yalvarmış ve Allah (c.c) Efendimiz Aleyhisselâtü Vesselâm’ın bu duasını kabul buyurmuştur!.

Buna göre bu ümmet, umumi bir helake uğramayacağı gibi, devamlı olarak başkalarının hâkimiyeti altında,işgal ve istilasında da kalmayacaktır!.

Ancak Efendimizin (sas) bu ümmetin kendi arasında birbirleriyle vuruşmamaları, birbirlerine düşmemeleri için yapmış olduğu duasının Cenâb-ı Hak tarafından kabul buyrulmadığı da ifade edilmiştir. (Müslim, Fiten, 19/20)
Bu son talebin kabul edilmeyiş hikmetiyle alâkalı şu önemli husus dile getirilebilir:
Bu birlik beraberlik konusu, insanların kendi irade ve gayretleriyle çözüp gerçekleştirecekleri bir konudur.

Zira insan akıl ve şuur sahibi bir varlıktır. Kendi iradesi işin içinde olmadan bir yere toplanmak, ağaçlar gibi üst üste yığılıp bir arada bulunmak insan haysiyet ve şerefine terstir!. Bunun yerine insanın, iradesinin hakkını vererek bir arada yaşayabilme ve başkalarıyla beraberlik tesis edebilme yollarını araştırması,çaresini bulması insanlığının gereğidir!.


Nitekim Cenâb-ı Hak farklı âyet-i kerimelerde tekrar tekrar
insanların birbiriyle imtihan edileceğini ifade buyurarak Ümmet-i Muhammed’in
maruz kalabileceği bu büyük fitne hususunda bizi ikaz etmektedir.

“ Bazınızı bazınızla imtihan edeceğiz” (En’âm Suresi, 6/53)

Evet, Allah (celle celâlühu) bizi pek çok şeyle imtihan etmektedir. Bazen
hastalıklarla, bazen musibetlerle, bazen ibadat- ü taatle, bazen de günahlarla
yani günahlara karşı bize verdiği zaaflarla imtihan ediyor.
İşte bu imtihanlardan biri de bazımızın bazımızla imtihan edilmemizdir. Çünkü insanın yaratılışı çok farklıdır. Allah (c.c.) insan nevinde değişik neviler yaratmıştır. İnsanlardan her bir fert başlı başına bir nev gibidir. Herkesin mizaç ve huyu farklıdır. Kimse
kimseye benzemez. Allah insanları bu şekilde farklı farklı yaratmakla, esma-i
ilâhiye ve sıfat-ı sübhaniyesinin tecellilerini gösteriyor. Ve aynı zamanda
bununla bizi imtihan ediyor ve imtihanda başarılı olanlara mükâfat vaad ediyor.
Yani senin huyun onun huyuna uymadığı gibi, onun huyu da sana uymayacak. Sen
ayrı bir meşrebin çocuğu, o ayrı bir mizacın çocuğu, öbürü de yine ayrı bir
mezağın evladı olacak. Ancak aranızdaki bütün bu farklılıklara rağmen, siz birlik ve
beraberlik tesis edebilmenin, beraber yaşayabilmenin yollarını arayacak,böylece imtihanı kazanacaksınız!.
Bu itibarla bazı huyları kötü olan bir insan, “ tümüyle kötü insan” demek değildir..

Aranızda böyle farklılıklardan dolayı hırgür çıkabilir. Ancak burada yapılması gereken biri birinize hemen kötü damgası yapıştırmak değil, bir yolunu bulup aradaki kırgınlığı gidermek, kardeşliğin gereği olan saygı sevgiyi sürdürmektir.



Bunun için böyle devrelerde tavır ve davranışlarımızı kontrol etme görevi bizim irademize verilmiştir..
Nitekim fertler arasında oluşan kırgınlıktan sonra ilk defa özür dileyip “kusura bakma kardeşim, hakkını helal et” diyen kimse işin ilk kahramanı sayılır. Bir hadis-i şerifte Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) bu hususa işaret eder ve birbirine küsen iki kişiden hayırlı olanın, önce teşebbüse geçerek selâm veren,el uzatan olduğunu ifade buyurur.

Bundan dolayı kardeşler arasında kollarını açıp kucaklaşmaya ilk yürüyen kimse, barış görevini başlatan ilk irade kahramanı sayılmıştır.

Mevsimlik yanlışlardan kendinizi korumaya alıyor musunuz?

Sabır gösterir de konuyu okuma lütfünde bulunursanız ‘mevsimlik yanlışlar’la neyi kast ettiğimizi kolayca anlayacak, gerçekten de üzerinde durmaya değen bir konu diyerek sizde düşünmeye başlayacaksınız. Sözü daha fazla uzatmadan mevsimlik yanlışlarla neyi kast ettiğimize geçiyorum.

Bilindiği üzere geçmişte sokak bu günkü kadar kontrolden çıkmamış, günahlar bu kadar teşvik görerek işlenir hale gelmemişti. O yüzden o günkü insanlardaki dindarlık, ahiretini kurtarma gayretinden başka mânâya gelmiyordu. İnsanlar sadece ahiretini kurtarmak için dindarlaşıyor, mazbut giyim kuşam içinde olma gereği duyuyorlardı.

- Ya bugün? Bugün de öyle mi?.Bugün durum çok farklı. İnsanlar ahiretini kurtarmak niyetinden önce dünyalarını kurtarmak için de dindarlaşıyorlar, dindarlıktan faydalanıp yaygınlaşan günah yanlışlarından kendilerini, aile, çoluk çocuklarını dindarlıkla korumaya çalışıyorlar.

İsterseniz bakın toplum hayatına. Her geçen gün yaygınlaşan kötü alışkanlık ve ahlâkî yozlaşmadan kendilerini en çok koruyanlar dindar olanlardır. Çünkü dinin insanı kötülüklere iten zaaflar hakkında yasaklayıcı hükümleri vardır. Bu hükümlere itaat eden dindarlar sadece ahiretini kurtarmakla kalmıyor, gittikçe yaygınlaşan bağımlılık ve kötü alışkanlıklardan da aile ve çocuklarını muhafaza ediyor, böylece dünyalarını da kurtarabiliyorlar. İsterseniz İsra Sûresi’nin 32. ayetinin dindarları koruyucu ve kollayıcı ikazına bakın:

-Zina yapmayın!. demiyor, Zinaya yaklaşmayın! diye ikaz ediyor. Çünkü asıl mesele yanlışlara yaklaşmamaktadır. Yaklaşmayanın korunması kolay olur. Yaklaştıktan sonraki tahriklere direnmek zorlaşır, ateşe yaklaşanın isabet alması ihtimali gibi tehlike belirir. Onun için kötülüklere vesile olabilecek, davetçilik mânâsına gelebilecek tahrikçi ve teşvikçi görüntüleri de yasaklayan din, müstehcene bakılmasını da caiz görmüyor, müstehcen dolaşılmasını da,çevreye kötü örnek olunmasını da..

Hatta bu bakma konusunda bir diğer ayetin emri de bir başka koruyucu özellik arz ediyor, bir de ona bakın lütfen:

-“ İnanmış erkek ve kadınlar gözlerini harama bakmaktan kapasınlar!? (Nur, 30)

Gözleri kapamak mümkün mü? Hayır! Ya niçin kapasınlar diyor?

-Öylesine gözlerini harama bakmaktan, müstehcene nazar etmekten korusunlar ki, sanki gözleri kapalıymış gibi hayallerini bile tertemiz, pırıl pırıl tutsunlar, zihinlerini kirlenmekten korusunlar.. mesajını veriyor.

Nitekim İmam-ı Şibli bu ayeti tefsir ederken: “Sadece kafa gözlerini kapamakla kalmasınlar, kalp gözlerini de kapalı tutsunlar, hayallerine almasınlar haramları, müstehcen görüntüleri..diyor, hayali dahi tertemiz tutmamızı istiyor.

-Gözle bakış konusunda neden bu kadar ısrarlı ikaz ediliyor insanlar?

-Çünkü bütün günahlar, ahlakî bozulmalar, gözle bakışla başlar, bakışın ısrarıyla baskı artar, sonra fiilî günaha dönüşür. Üstelik gözler baktıklarının resimlerini de çeker hayalhanesine depo eder. Nereye gitse, nerede olsa artık çektiği bu resimler hayal âleminde gözlerinin önündedir. Öğrenciyse dersine tam çalışamaz, işçi ise mesleğine tam yönelemez, fikir adamıysa zihnini toparlayamaz, derken her konuda gerileme, düşüş başlar bakışlarını korumayanlarda. Bu duruma düşmemek için din yasaklar koyar, mensuplarını böylesine gerilemelere maruz kalmaktan kurtarır. Bundan dolayı söylemiş Bediüzzaman Hazretleri kitaplık çaptaki şu meşhur sözünü. Diyor ki:

“- Dünyasını kurtarmak isteyen dinine sarılsın. Ahiretini kurtarmak isteyen dinine sarılsın. Her ikisini de kurtarmak isteyen dinine sarılsın!.”

Ne dersiniz, yaz yanlışlarından kendimizi korumaya alıyor muyuz? Böyle bir dikkat ve titizliğimiz söz konusu mu şu sıcak yaz mevsiminde? ....

Toplumda kardeşliği bozma fitnesi çıkaranlar

Siyer tarihi bize fevkalade ibretli örnekler vermekte, toplumun birlik beraberliğinin önemi konusunda değerli bilgiler sunmaktadır. Bu bilgilerden birine bir daha göz atalım isterseniz yaşanan fitne olayları sebebiyle.

Efendimiz (sas) Hazretleri'nin maruz kaldığı eziyet ve cefaları gören sahabeler üzülerek:

-Ya Resulellah, bu zalimlere lanet okuyup, beddua etseniz de layıklarını bulsalar..diye teklifte bulunmuşlar. Ancak âlemlere rahmet olarak gönderilen Efendimiz (sas) Hazretleri :

-Ben lanet okuyan bir peygamber değilim. Bana zulmedenlerin helak olmasını değil, ıslah olup imana gelmelerini diliyorum, buyurmuş, şahsına kötülük edenlere bedduaya yönelmemiş, sabredip hep ıslahlarına dua etmiştir.

Ancak, şahsına yapılan bunca zulüm ve eziyetlere sabır gösterip tahammül ederek bedduadan hep uzak duran Efendimiz, toplumun birlik, beraberliğini bozma fitnesi çıkaranlara karşı aynı şekilde sessiz kalmamış ve herkesin bildiği meşhur duasını yaparak:

-Fitne uykudadır, uyandırana Allah lanet etsin!. demekten geri kalmamıştır.

Niçin toplum içindeki birliği bozma fitnesi çıkaranlara beddua etmekten çekinmemiştir? Çünkü kardeşçe yaşayan toplumu bölüp parçalama fitnesi öyle sessiz kalınacak basit bir fitne değildir. Bundan dolayı şahsına yapılan bütün zulümlere sabreden Allah Resulü, kardeşlerin birliğine kast edip beraberliğini bozmaya yönelen fitnecileri bedduaya layık görmüş, caydırıcı olması için de tarihi duasını yapmaktan çekinmeyerek:

-Fitne uykudadır, uyandırana Allah lanet etsin! uyarısında bulunmuştur.

Bilinen bir gerçektir ki, Müslüman bir toplumu cephelere bölüp de birbirine düşman hale getirilmesine ne Allah razı olur, ne de Resulü. Nitekim Casiye Sûresi'nde Rabb'imiz farklı görüş ve anlayış içinde olanları dahi kaynaştırıp birleştiren ölçüyü şöyle vermektedir:

-Kim iyi düşünce ve davranış içinde olursa kendi lehinedir. Kim de kötü düşünce ve amel içinde olursa o da kendi aleyhinedir. Her ikisinin de hesabını ahirette Allah görecektir. Burada kimse kimsenin hesabını görmekle görevli değildir! Birbirinize düşman olup aranızda fitne çıkarmanıza sebep yoktur!..

Kardeşliğimizi bozup bizi birbirimize düşürme fitnesi çıkaranlara böyle beddua eden Efendimiz, küsleri barıştırıp kardeşliğimizi kuvvetlendirmeye hizmet edenlere ne buyuruyor acaba? Ona da bir göz atalım isterseniz. Ebu Davud'daki hadisin işaretinde buyuruyor ki:

-Size namaz, oruç, hac sevabı gibi büyük sevaplar kazandıran güzel bir iş ve amelden haber vereyim mi?

- Ver ya Resulellah, diyorlar. Bakın neleri dikkate veriyor güzel bir iş ve amel olarak:

- Arınızda küsleri barıştırın, kırgınları kaynaştırın, toplumun birlik beraberliğine hizmet edin, sevabınız bu saydığım yüce ibadetlerin sevabından az olmayacaktır..

Demek ki bizim namazımız, orucumuz, haccımız nasıl vazgeçilmez yüksek sevaplı ibadetlerimizden ise, küsleri barıştırıp dargınları kaynaştırarak, toplumun birlik beraberliğine çaba sarf etmemiz de aynı derecede yüksek sevaplı ibadetlerimizdendir.

Bu sebeple Müslüman hep barıştıran olur, ayrıştıran olmaz. Çünkü toplumu düşman kamplara bölmeye çalışanlar fitne çıkaran kimselerdir. Fitne çıkaranlar ise Resulüllah'ın bedduasına müstahaktırlar. Müslüman böyle bir bedduaya müstahak olmayı göze alamaz.

Nitekim Bakara Sûresi 2O8'deki ayetin ikazı da tüm Müslümanlara böyle barışçı olma emri vermektedir:

-Ey iman edenler! Topyekûn barışa girin, şeytanın peşine düşüp de birlik beraberliğinizi bozmayın. Unutmayın ki,birliğinizi bozmak isteyen şeytan sizin apaçık düşmanınızdır!..

Anlaşılan odur ki, bir ülkede şuurlu dindarlık kuvvetlenirse birlik beraberlik de kuvvetlenir, barış kazanır, fitne kaybeder. Çünkü Müslüman, Allah'ın lanetine müstahak olacak bir fitne faaliyeti içinde olmayı asla istemez. İnandığı Allahın emirlerine, iman ettiği Resülüllah’ın ikazlarına isyan etmeyi göze alamaz.Bunları göze alanlar başkaları olular..

Ramazanın başında bir tefekkür ve teşekkür değerlendirmesi

Geçen sene büyük bir mutlulukla tamamladığımız Ramazan'ımızın son iftarında içimizden hüzünlü duyguların geçtiğini hatırlıyorum. Son iftarda derin bir tefekkürle söylenmiştik:

- 'Acaba gelecek Ramazan'a erişecek, bir orucu daha tutmaya muvaffak olacak mıyız?' diye.. Hatta bunu düşünürken endişelenmiş,

- Belki de ömrümüz vefa etmez, mutlu bir Ramazan'ı daha tutma saadetine erişemeyiz.. diye de tereddütler geçirmiştik. Bugün ise diyebiliyoruz ki:

- İşte size bir mutlu Ramazan daha. İşte size inşaallah mükellefiyetlerini yerine getireceğimiz saadetli bir Ramazan ayı daha.. Öyle ise buyurun, hep birlikte şimdiden şükredelim Rabb'imize. Bizi böylesi mutlu ve huzurlu günlere bir daha ulaştırdığı için.. Unutmayın, geçen Ramazan'ı birlikte yaşadığımız nice dost ve yakınlarımız yoktur şimdi aramızda. Onlar yaşadıkları Ramazanlarının mükâfatını görmek üzere ayrılmışlar aramızdan. Biz de onlarla birlikte ayrılanlardan olabilirdik.

Ama Rabb'imiz lütfetmiş, bir Ramazan'a daha ulaşmamızı takdir buyurmuş. İşte bu lütfun şükrünü eda için biz de niyetimizi kesinleştirmiş, ay boyunca görevimizi yerine getirmeye azmü cezm-i kastederek Rabb'imize söz veriyor ve diyoruz ki:

- Rabb'imiz, akşamları teravihlerimizi büyük bir aşk ile kılacak, geceleri sahurumuza aynı aşk ile kalkacak, gündüzleri orucumuzu da yine aynı sabır ve sebatla tutacağız. Ayrıca geçmişten getirdiğimiz bazı kötü alışkanlıklarımızı da terk ederek ay boyunca günah kirlerinden temizlenmiş müttaki müminler haline geleceğiz. Bunda azimli, cezimli ve kararlıyız. Şeytan vesvese verse de, nefsimiz zorluk çıkarsa da diyoruz ki:

- Ey bize vesvese verip şevksizlik telkin eden nefis ve şeytanımız! Size ne oluyor ki, böylesi uzun günlerde oruç tutarken zorlanacaksınız gibilerden bâtıl vesveseler vermeye yelteniyor, bize ümitsizlik aşılamaya çalışıyorsunuz? Boşuna uğraşmayın. Biz biliyoruz ki sizin göreviniz de budur!. Siz böylesine zorluk duyguları telkin edeceksiniz bizim içimize. Biz de karşı koyacak, uymayacağız sizin verdiğiniz vesveseye. Bu da bizim irade imtihanımızı teşkil edecektir. Zaten ilk günlerden sonra öylesine rahat bir Ramazan günleri yaşayacağız ki, keşke bütün sene Ramazan olsa, ne kadar da rahat oluyor diyeceğiz. Nitekim geçtiğimiz her Ramazan'da da hep böyle dediğimiz gibi. Baştan iki üç günlük bir intibak zorluğu yaşarız; arkasından da öylesine mutlu ve huzurlu bir bünyeye ulaşırız ki, birçoğumuzun değerlendirmesi aynı olur:

-Bedenimizdeki maddi ağırlıklar azaldı, sıhhatimizi kazandık, ruh gibi hafifledik, Ramazan'dan sonra da oruca devam etsek keşke.. diye temennilerde bulunuruz.

Ayrıca unutmamak gerek Ramazan'ın her gecesinde Rabb'imizin biz kullarına şu hitabını.

-Yok mu günah ve yanlışlarına tövbe istiğfar eden! Bekletmeden tövbe istiğfarlarını kabul edeyim?..

- Yok mu ibadetlerini şevkle yerine getiren, kat kat fazla sevap vererek mükafatlandırayım?

Biz de ay boyunca bu İlahi hitaplara, 'Var ya Rab!' diyerek, el açıp dualar edecek, af ve mağfiret dileğimizi tekrarlayacağız. Böylece sene boyunca maruz kaldığımız günah kirlerinden arınmaya yöneleceğiz ay boyunca. Şimdiden içimizdeki dualarımızı duyar gibiyiz:

-Rabb'imiz, 8O senelik ibadet sevabı kazandıran Kadir Gecemizle Ramazan'ımızı affımıza vesile kıl, bayrama günahlarından arınmış müttaki müminler olarak ulaşmayı nasip eyle bizlere..

Hadis-i şerifin müjdesiyle bağlayalım bahsimizi:

-Kim sevabına inanarak Ramazan orucunu tutar, ibadet mükellefiyetlerini tam yerine getirirse, onun geçmişteki günahları, yaşadığı Ramazan hürmetine bağışlanır, günah kirlerinden temizlenmiş, hayatına tertemiz bir sayfa açmış bir mümin olarak ulaşır bayrama!.

Tüm derinliğiyle yaşayacağınız huzurlu ve mutlu Ramazanlar dileğimle

....

16 Temmuz 2011 Cumartesi

İMANIN GÜZELLİĞİ, KÜFRÜN ÇİRKİNLİĞİ

http://sabrikontek.azbuz.com http://sabrikontektirebolu.azbuz.com :http://yaglikuyumcutirebolusabrikontek.azbuz.com:İmanın güzelliği
İman berrak bir nehir gibidir, değdiği her nesneyi ak pak yapar. İmanın olduğu yerde çirkinlikler bulunamaz. Çünkü onun özünde güzellik vardır. Fakat imanın hakkıyla yaşanması pek çok fedakârlığı gerektirir. Müslüman olmak zorlu bir imtihanı da beraberinde getirir.
Nitekim Kur'an-ı Kerim'de "Biz emaneti göklere, yere, dağlara sunmuşuzdur da, onlar bunu yüklenmekten çekinmişler ve ondan korkup titremişlerdir. Pek zalim ve çok cahil olan insan onu yüklenmiştir" (Ahzâb, 72) denilerek bu zorluğun derecesi anlatılmakta, bütün zalimliğine ve cahilliğine rağmen insanoğlunun bu vazifeyi üstlendiği hatırlatılmaktadır.

İmanın kelime anlamı "inanma, inanç, din inancı, itikat" demektir. İman; 'emanet, eman, emniyet' ile aynı kökten gelen bir kelimedir. Sözlüklerde "Hak dini kabul etme, Allah'ın varlığını, birliğini ve peygamberini kabul etme, dil ile söyleme, kalp ile doğrulama, İslam dinine inanma" olarak geçer. Yine iman; Allah'a, bu kâinatın bir halikı olduğuna, onun gönderdiği mukaddes kitaplarına, peygamberlerine, meleklerine, ahiret âlemine, kadere, hayır ve şerrin Allah'tan olduğuna, öldükten sonra dirilip haşr ve hesap olunacağına inanmaktır. Buna genel anlamda 'müslümanın amentüsü' de denir. Bir kişinin 'Müslüman' sıfatını kazanabilmesi için imanın altı şartını hakkıyla idrak etmesi gerekir.

İmanla şereflenen insan, hayvani vasıflardan uzaklaşmak zorundadır. Kişi hayvani özelliklerden uzaklaştıkça imanın lezzetini bütün hücrelerinde hissetmeye başlar. Ahlaki güzellikler inkişaf edince kişi özüne döner, yaratılış gayesini hakkıyla idrak eder. Allah'ın emirleri doğrultusunda yaşamayı en büyük gaye edinir.

İmanla müzeyyen ruhlarda hırs, kıskançlık, kibir, yalan, ikiyüzlülük, gıybet gibi kötü huylardan eser kalmaz. Çünkü iman güzel ahlakı da beraberinde getirir. İmanlı sinelerde kötü ahlakın barınması mümkün değildir. Zira imanla küfür, ateşle barut gibidir. İkisinin bir arada olması düşünülemez. İman bütün güzelliklere açılan, bütün çirkinliklere kapanan bir rahmet kapısıdır. Bu kapıdan şerrin girmesi mümkün değildir. Şayet şerler peşinizi bırakmıyorsa, kalbinizi yoklamak mecburiyetindesiniz. Mevlana Celaleddin Rumi'nin dediği gibi "Kimde güzel ahlâk varsa kurtulmuştur. Kim de şişe yürekli (bozuk ahlâklı) ise kırılıp gitmiştir."

Küfrün çirkinliği

Küfür "Allah'a inanmama, ortak koşma, dinsizlik, imansızlık" anlamlarına gelir. İslam dininin öğrettiği iman esaslarını reddeden, kabul etmeyen kimselere "kâfir" denir. Küfür en büyük afettir. Bilinmelidir ki küfrün ve inkârın ucu cehenneme varır.

İnsanı yaratan Allah, onun fıtratını, neler yapabileceğini de çok iyi biliyordu. İnsana akıl ve irade veren Allah, onu tavır ve davranışlarında özgür bırakmıştır. Kişi akıl ve iradesini kullanarak ya Rabbine teslim olmuş, ya da onun yolundan çıkıp şeytana talebe olmuştur. Abese suresinin 17. ayetindeki şu ifadeler Allah'ın, kendini bırakarak şeytana teslim olan kullarına şiddetli hitabıdır: "Kahrolası insan, ne kadar nankördür." Bu sözler Allah'ın kahır sıfatının tecellisidir. Yoldan çıkan insana Rabbinin sert yaklaşımının tezahürüdür.

İman ne kadar hoş ve latif bir kavramsa küfür de o kadar tiksindirici bir nankörlüktür. Onun için Rabbimiz küfrü, şirki ve inkârı affedilmez bir davranış olarak görüyor. Gerçekten de öyle değil midir? Sizi yaratan, kayıran, besleyen, binlerce nimetle mükâfatlandıran bir yaratıcıyı reddedeceksiniz. Bu ne kadar çirkin ve çirkef bir davranıştır.

Bu çirkinliğe meyledenler; nimetleri çalışarak, emek vererek kazandıklarını söylerler. Dünyanın en zengin kişilerinden biri olarak tanınan iman fakiri Karun bu düşüncede bir insandı. O ve onun gibiler zenginliğinin sebebi olarak Allah'ın lütfunu değil, kendi çalışmasını ve gayretlerini görmüştür. Oysa Allah, sebepleri araya koyarak nimetleri çalışan kullarına bahşediyor.

İnkârcılar gerçekte dünyayı ahirete tercih etmiş bahtsız insanlardır. Kimse onları kararlarında zorlamamıştır. Onlar cüzi iradelerini o doğrultuda kullanmışlardır. Hayrı reddetmiş, küfrü ve isyanı kucaklamışlardır. Bu onların şahsi tercihleridir. Bunun bedelini ahiret yurdunda elbette ödeyeceklerdir. Rabbimiz şükredicilerin ve inkârcıların durumunu şu ayette bakın nasıl açıklıyor: "Eğer şükrederseniz elbette size nimetimi artıracağım. Eğer küfrederseniz, şüphesiz azabım çok şiddetlidir." (İbrahim, 7)

Bugün yeryüzünde fitne fesat tohumları ekip ortalığı karıştıranlara baktığımızda, boş bir gayret içerisinde olduklarını görüyoruz. Çünkü insanların Allah'ın saltanatını devirmeye, onun sonsuz kuvvetini noksanlaştırmaya güçleri yetmez. Allah dilese, kendisiyle savaşanları bir anda yerin dibine batırır. Tarihte bunun örnekleri görülmüştür. Fakat bu gibi hadiseler nadirattandır. Akıl nimetiyle nimetlenen insanlar, gece gündüz demeden imtihan edildikleri için onların iradeleri esas alınmaktadır. Bu durum Allah’ın koyduğu bir kanundur. Yoksa Allah dileseydi herkes inanırdı.

Allah, bu dünyada insanlara inanıp inanmama özgürlüğü tanıdı. Lakin inananları ve inanmayanları nelerin beklediğini de sıralayarak tembihte bulundu. Hiçbir iyiliğin ve kötülüğün karşılıksız kalmayacağını, büyük hesap gününde zerre miktarı iyilikle zerre miktarı kötülüğün mizanda tartılacağını bildirmiştir.

Kimse İslamiyet’in, Kur'an-ı Kerim'in hayatın dışına itileceği endişesini taşımasın. Herkes asıl kendi kurtuluşu için hayatına çekidüzen versin. Zira şu ayette Allah nurunu tamamlayacağını müjdeliyor: "Allah'ın nurunu üfürükleriyle söndürmek istiyorlar; oysaki Allah nurunu kâfirler istemese de tamamlayacaktır!" (Saff, 8)

Kişinin küfür bataklığına batmaması için azıcık uyanık olması yeterlidir. Zira dört bir yanımızdaki varlıklar kudretli bir yaratıcının var olduğunu ve ona iman etmemiz gerektiğini haykırıyor. Bu konuda uzaklara gitmeye hiç mi hiç gerek yoktur, zira kendi simamıza bakmamız yeterlidir.

Bilim alanında bu kadar ilerlemiş olan Avrupa'nın ve Amerika'nın Allah'a tevhit inancıyla bağlanma hususunda gösterdikleri zaafı anlamak mümkün değildir. Buna dense dense ancak kuru bir inat ve bağnazlık denir. Dolaylı veya direkt olarak tabiatı ilah kabul edenler, hangi mantıktan hareket ediyorlar? Bunu anlamak mümkün değildir.



İnanmış gibi görünenler

Bazı insanlar Müslümanların nüfuzundan yararlanmak için, gerçekte inanmadıkları halde inanmış gibi görünürler. Bunlara dini terminolojide 'münafık' diyoruz. Münafığın hükmü kâfirlerinkinden daha zorludur. Yüce kitabımız Kur'an-ı Kerim inanmadığı halde inanmışların safında görülenlerle ilgili şöyle der: "İnsanlardan öyleleri vardır ki: 'Biz Allah'a ve ahiret gününe iman ettik' derler; oysa inanmış değillerdir. (Sözde) Allah'ı ve iman edenleri aldatırlar. Oysa onlar, yalnızca kendilerini aldatıyorlar ve şuurunda değiller. Kalplerinde hastalık vardır. Allah da hastalıklarını arttırmıştır. Yalan söylemekte olduklarından dolayı, onlar için acı bir azab vardır." (Bakara Suresi, 8–10)

Kişileri deliller sabit olmadan durup duruken tekfir etmek (kâfirlikle suçlamak) çok tehlikeli bir davranıştır. Fakat müslümanın uyanık olması gerekir. Müminlerin, açık inkâr delilleri varken herkesi katıksız müslüman olarak görüp İslam düşmanlarının tuzaklarına düşmesi kaba tabirle ahmaklıktır. Her konuda olduğu gibi bu hususta da ölçüyü iyi ayarlamak ve basiretli olmak elzemdir.

İmtihan şuuruyla yaşamak

İnsan olarak dünya denen mukavvadan bir sahnede büyük imtihanlardan geçiriliyoruz. Yaşadığımız müddetçe hayır ve şerlerle sınanıyoruz. Elbette hayırlara şükredenler, şerlere sabredenler bu ilahi imtihandan alnının akıyla çıkacaklardır. Ancak unutulmamalıdır ki imanı besleyip güçlendiren de amellerdir. Amelsiz iman her dem yara alır.

Dünyanın gelmiş geçmiş en hayırlı toplumu olan sahabeler ibadette sınır tanımazlardı. Onlar bilirlerdi ki ibadetler nimetlere şükrün bedenen ifadesidir. Şükür kulluğun aynasıdır. Hayattayken cennetle müjdelenen sahabeler ibadetlerinde hiçbir zaaf ve gevşeklik göstermemişlerdir. Aksine ibadetlere dört elle sarılarak hayatlarını idame ettirmişlerdir.

Bu dinin Peygamberi, gecesini gündüzünü ibadetlere ayırmış, asla kulluk şuurundan bigane kalmamıştır. Her fırsatta ibadet etmiştir. Bununla ilgili olarak Hz. Aişe validemizin naklettiği şu hadis-i şerifi dikkatlerinize arz ederim. O şöyle buyurmuştur: "Nebiy-yi muhterem (sav) Efendimiz mübarek ayakları şişinceye kadar geceleyin ibadet ederdi. Bunun üzerine kendisine: 'Ya Rasulallah! Geçmişte ve gelecekteki bütün günahların mağfiret olunduğu halde niçin böyle yapıyorsun?' dedim. 'Rabbime şükreden bir kul olmayayım mı?' buyurdu."

Mümin basiretli, ferasetli ve sağduyulu olur. O eşyaya ibret nazarıyla bakar. Dünyanın geçici hevesleri onu asli vazifesi olan kulluğundan uzaklaştıramaz. Daima Allah'ın onu gözetlediği şuuruyla yaşar. Yaptığı her işi hak ve hakikat süzgecinden geçirir. Kararlarını verirken hakkaniyeti gözetir. Güçlü olsa da daima haklının ve mazlumun yanında olur. Bu özellikler onun imanının tezahüründen başka bir şey değildir.

Bir kişi iç dünyasında böyle bir âlem oluşturabilmişse iman nimetinden payına düşeni almış demektir. İmanın ne kadar büyük bir nimet olduğunu, onsuz yüreklerin bir yükten öte mana taşımadığını büyük İslam şairi Mehmet Akif Ersoy şu mısralarında ne kadar da veciz bir şekilde ifade ediyor:

İmandır o cevher ki ilâhi ne büyüktür
İmansız olan paslı yürek sinede yüktür

Şu kısacık ömürde en büyük sermayemiz kulluğumuz ve imanımızdır. Tabir caizse kulluğumuz sultanlığımızdır. O bizi dünyayla kıyaslanmayacak kadar güzel ve sonsuz olan cennete götürecektir. Ya inkârcılar; onları da sonsuz acı bir azap bekliyor. Ne mutlu iman üzere yaşayanlara ve son nefesini bu hâl üzere teslim edenlere… Sözlerimi Yüce Rabbimizin kâfirlere yönelik olarak söylediği şu tüyler ürperten sözlerle noktalamak istiyorum:

"Ayetlerimizi inkâr etmiş ve kâfir olarak ölmüşlere gelince; işte Allah'ın, meleklerin ve tüm insanların lâneti onların üzerinedir. Onlar ebediyyen lânet içinde kalırlar, artık ne kendilerinden azap hafifletilir ne de onların yüzlerine bakılır." (Bakara, 161–162)

Rabbim bizleri bu zümreye dâhil olmaktan ve onların şerrinden korusun. (Âmin)

13 Temmuz 2011 Çarşamba

GİTMEK İÇİN ÇOK ERKEN ...

http://sabrikontek.azbuz.com http://sabrikontektirebolu.azbuz.com :http://yaglikuyumcutirebolusabrikontek.azbuz.com:

Gitme vakti geldi,bana elveda
Deme sakın bir gün deme ne olur;
Kulaklarda senden yüzlerce seda..
Korkarım,sensizlikte susar, kaybolur..

Ömürler için hep ömrünü harcadın
Dillere nağme oldu senin adın
Doyulmayan sofraydı,sohbetin,tadın..
Korkarım sensizlikte küser,kaybolur.

En sevgililer dahi tanıyamadı seni.
Yıllarca dinleyip de anlayamadı seni
Gönül elbisesine tuttu yamadı seni
Korkarım sensizlikte düşer kaybolur

Rabbim gecinden versin bir gün göçüp gidersen
Yıkılan çınar neymiş,O zaman bilecekler,
Mahcubiyetlerini göreceksin,istersen,
Bu gün dikilip duran dağlar da eğilecekler

16 Haziran 2011 Perşembe

Vefakârlık ve ahde vefa

http://sabrikontek.azbuz.com http://sabrikontektirebolu.azbuz.com :http://yaglikuyumcutirebolusabrikontek.azbuz.com:Vefakârlık ve ahde vefa, İslam ahlakının temel umdeleri olarak kabul edilmiş, her ikisi de Allah’la ilişkilerimizi tanzim etmeleri cihetiyle imanla ilişkilendirilmiş, birey-toplum ilişiklerini düzenleyen yönüyle de hukuki müeyyidelere bağlanmıştır. Her iki haslet de İslam’ın ahlaki erdemler hiyerarşisinde en üst mertebelerde tutulmuştur.

Mümin, her şeyden önce Rabbine karşı hakşinas, kadirbilir ve vefakârdır. Rabbine karşı vefakâr olan, O’nun kullarına karşı da kadirşinas ve vefakâr davranacaktır. Annemize, babamıza, eşimize, dostumuza karşı her türlü vefasızlığımız ve kadirbilmezliğimiz, Rabbimize karşı vefamıza da gölge düşürecektir.

Aynı hususlar ahde vefa için de fazlasıyla söz konusudur. Zira insan daha varlık sahnesinde vücut bulmadan önce hayatının en büyük ahdini, en büyük sözünü hem de varlık âleminin Rabbine vermiştir. İnsan bir misakla varlık âlemine gelmiştir. Yüce Allah’ın elest bezminde “Ben sizin Rabbiniz değil miyim?” hitabına: “Evet (buna) şahidiz.” (A’raf, 172.) diyerek karşılık veren insan, böylece büyük bir emanet ve ağır bir sorumluluk üstlenmiştir. Bu emanet dağlara tevdi edilmiş, dağlar bu emaneti yüklenmekten kaçınmışlardır. İnsanoğlu bu büyük sözünde durmayıp emanete ihanet ettiğinde zalûm (çok zalim) ve cehûl (çok cahil) sayılacağını bile bile büyük bir cesaretle bu emaneti kabul etmiş ve Allah’a söz vermiştir. (Ahzab, 72.)

İnsanoğlunun verdiği bu söz, sıradan bir söz değildir. Yaratıcısına verdiği bir ahittir, bir misaktır. Varoluşumuzun nihai anlamı, verdiğimiz bu ahde sadakatimizde yatmaktadır. Bu aynı zamanda hayatımızın ve yaratılışımızın da gayesidir. Bu söze sadık kalan kişi, hiçbir zaman ahde vefasızlık etmez. Dolayısıyla ahde vefanın gerçek manası, Allah’a verdiğimiz erdemli ve güvenilir olma sözümüzü hatırlayıp, ne pahasına olursa olsun bu söze sadakat göstermekle başlar. İnananlar olarak ahlak telakkimiz, verdiğimiz söze ne derece sadık kaldığımız ile yakından ilgilidir.

Kur’an’da, verilen sözlerin yerine getirilmemesi Allah katında en sevimsiz davranışlardan biri olarak kabul edilmekte, dünyevi beklenti ve çıkar nedeniyle verdiği sözden dönenler, “Allah’a karşı verdikleri sözü ve yeminlerini az bir bedelle değiştirenlere gelince, işte bunların ahirette bir payı yoktur. Kıyamet günü Allah onlarla konuşmayacak, onlara bakmayacak ve onları temize çıkarmayacaktır. Onlar için acı bir azap vardır.” (Al-i İmran, 7.) ayet-i celilesi ile uyarılmaktadır. Sevgili Peygamberimiz (s.a.s.) de verilen her sözü borç ve emanet olarak telakki etmiş ve şöyle buyurmuştur: “Emanete riayet etmeyenin (gerçek manada) imanı yoktur. Ahde vefa göstermeyenin (hakiki manada) dini yoktur.” (Ahmed b. Hanbel, III, 134.)

Günlük hayatın akışı içinde yeni konuşmaya başlayan çocuğumuza verdiğimiz sözden, nikâhta eşlerimize verdiğimiz söze -ki bu, manevi boyutuyla bir misak, hukuki boyutuyla bir akit, ahlak boyutuyla ise bir ahittir- iş anlaşmalarından topyekûn millete verdiğimiz söze varıncaya kadar, her söz sorumluluktur. Ve verdiğimiz her söze karşı ahde vefamız, aslında Allah’a verdiğimiz söze/misaka sadık kaldığımızın bir göstergesidir.

Vefakârlık ve ahde vefa, aynı zamanda peygamberlerin temel özelliklerinden biridir. Bütün peygamberler hem Allah’a, hem insanlığa, hem de bütün varlığa son derece vefalı davranan, sözlerinde duran kişilerdir. Kur’an, yeri geldikçe bize o eşsiz vefa örneklerinin hayatlarından söz eder. Örneğin Allah’ın dostu ve nebilerin babası Hz. İbrahim, Nemrut’un ateşini göğüslerken vefasından hiçbir şey kaybetmemiştir. Oğlu İsmail ile beraber yaşamış oldukları ağır imtihanı Allah’ın ahdine gösterdikleri vefalarıyla başarmışlardır. Kur’an-ı Kerim, Hz. İbrahim’in vefasını “Yoksa, Musa’nın ve çok vefakâr olan İbrahim’in sahifelerindeki şu hakikatler kendisine haber verilmedi mi?” (Necm, 36-37.) ayetiyle dikkatlerimize sunar.

Bütün hayatı boyunca vefakârlığı bir erdem olarak öğreten ve yaşatan Sevgili Peygamberimiz (s.a.s.) de, çevresindekilere küçük yaştan itibaren vefakâr davranmanın önemini aşılamıştır. En küçük iyilikler için dahi vefa gerektiğine vurgu yapan Allah Rasulü, iyi ve kötü günde beraber olan, hüznü ve sevinçleri birlikte yaşayan eşlerin ve aile fertlerinin birbirlerine karşı vefakârlığına özel bir vurgu yapmış ve kendisi de bunun en güzel örneklerini sergilemiştir.

Unutulmamalıdır ki verilen sözlerin tutulması, ahde vefa, (Al-i İmran, 76.) antlaşmalara riayet, birey olarak kurtuluş vesilesi, toplum olarak da huzur ve barış unsurudur. Tutulmayan söz, yerine getirilmeyen vaat, şartlarına riayet edilmeyen anlaşma ise, toplumsal çöküşü hızlandıracak, ahirette de bize büyük sorumluluklar yükleyecektir. Söz, Müslüman’ın onurudur. Söze sadakat, dünyada onur ve güven, ahirette ise Yüce Allah’ın iltifat ve rızasını kazanmaktır.

Bir müminin Allah’a verdiği söz ile, peygambere mirasçı olmaya namzet bir alimin, yahut topluma dini mübini İslam’ı anlatmayı, mihrap, minber ve kürsü vazifesini deruhte etmeyi üstlenmiş bir insanın sözü aynı değildir. Zira ikincisi, bildiği bütün hakikatleri gizlemeden, saklamadan insanlığa anlatmaya ve o bilgi doğrultusunda hayatını tanzim edip yaşamaya söz vermiştir. Mihrap bir emanettir, kürsü bir emanettir, minber bir emanettir. Ve her biri için hem Rabbimize hem de bütün topluma verdiğimiz bir söz ve ahd-ü peymanımız vardır. Yüce Rabbimiz bizleri, hem kendisine hem de kullarına verdiğimiz sözlere vefadan ayırmasın.

1 Haziran 2011 Çarşamba

Regaib Kandili Mesajı

http://sabrikontek.azbuz.com http://sabrikontektirebolu.azbuz.com :http://yaglikuyumcutirebolusabrikontek.azbuz.com:
02 Haziran 2011 Perşembe gününü Cumaya bağlayan gece, rahmet, bereket ve mağfiret iklimi üç ayların ilk habercisi ve Kur’an ayı Ramazan’ın müjdecisi olarak idrak edeceğimiz mübarek Regaib kandilidir.

Regaib, dilimizde arzu, istek, emel, tutku anlamlarına gelen rağbet kelimesinin çoğuludur. Regaib, diğer bazı kandillerimiz gibi tarihte yaşanmış bir gecenin sene-i devriyesi değildir. Regaib, geleceğe, istikbale yönelik arzu ve isteklerimizi, emel ve tutkularımızı gözden geçirme imkânı veren mübarek bir gecedir.

Bugün insanoğlunun en büyük sorunlarından birisi hiçbir arzusuna gem vuramaması, isteklerini dizginleyememesi, tutkularını terbiye edememesi, güç, servet, şehvet tutkusunu frenleyememesi, kısaca rağbetini, içten isteğini, regaibini Rabbine yöneltememesidir.

İşte Regaib kandili, bitmeyen arzularımızın, tükenmek bilmeyen isteklerimizin, bizi esir alan aşırı tutkularımızın ve bütün bu arzular doğrultusunda ortaya koyduğumuz çaba ve gayretlerimizin muhasebesini yapmamız için Rabbimizin her yıl bize lütfettiği mübarek bir gecedir.

Yüce Kitabımız Kur’an-ı Kerim’de İnşirah suresinin son ayetinde şöyle buyrulmuştur: “Rağbetiniz sadece Rabbinize olsun” (İnşirah 8). Sure, bir bütün olarak ele alındığında Yüce Rabbimizin, kalbimizin inşirahı, yüreklerimizin huzuru, kalbimizin neş’e ve sevinci için arzu ve isteklerimizi, emel ve tutkularımızı, kısacası rağbetlerimizi iyiye, doğruya, güzele, faydalı olana, regaibimizi Rabbimize yöneltmemizi, tüm işlerimizi Rabbimizin rızasına uygun hale getirmemizi emrettiğini görürüz. Dahası aynı surede bellerimizi büken günahlarımızdan, hata ve kusurlarımızdan, sinelerimizin ağır yüklerinden kurtulmak, şanımızı yüceltmek, güçlükleri yenmek ve işlerimizi kolay kılmak için rağbetimizin daima Rabbimize yönelik olması istenmiştir.

İlahi rahmete fazlasıyla mazhar olan bu mübarek gün ve gecelerde kendimizi bu açılardan sorgulamaya ve Yüce Dinimiz İslâm’ın manevi ikliminde gönül huzuru, istikamet ve öz güven kazanmaya, ihtiraslarımızı dizginleyip menfaat ve çekişmelerden uzak kalmaya ihtiyacımız daha da artmaktadır. Öyleyse bu mübarek zaman dilimini fırsat bilerek, aramızdaki çekişmeleri ve kırgınlıkları, şahsi menfaat hesaplarını bir tarafa bırakıp, Yüce Dinimizin bizden istediği, sevgi, saygı ve hoşgörü ortamının kurulmasına, birlik, beraberlik ve kardeşliğimizin güçlenmesine, insani ve ahlâkî meziyetlerin yaygınlaşmasına gayret gösterelim.

Sevgili Peygamberimiz (sav), bu geceye ulaştığında: “Allah’ım! Recep ve Şaban ayını bizim için mübarek kıl ve bizi Ramazan ayına kavuştur” diye dua etmiştir.

Biz de aynı duayı bütün İslâm âlemi için tekrar ederek: “Allah’ım! Dünya’da yaşayan bütün Müslüman kardeşlerimiz için Recep ve Şaban ayını mübarek kıl ve Ramazan ayına hayırla kavuşmayı bizlere nasip eyle” diye dua etmeliyiz.

Bu duygu ve düşüncelerle başta ülkemiz olmak üzere yurtdışında yaşayan vatandaş ve soydaşlarımızla birlikte bütün İslâm âleminin mübarek Regaib Kandilini tebrik ediyor; bu gecenin, özellikle insanlığın ortak huzurunu tehdit eden terör ve şiddetin, savaş ve düşmanlığın yerini barış ve huzura bırakması için rağbetlerimizin iyiye, güzele ve doğruya yönelik olmasını, bu gecede yapacağımız ibadet, dua ve yakarışların kabul olmasını Cenâb-ı Mevlâ’dan niyaz ediyorum.

Prof. Dr. Mehmet GÖRMEZ
Diyanet İşleri Başkanı

18 Mayıs 2011 Çarşamba

HERKES UYURKEN KIYAM EDENLER…

Allahu Zülcelâl, ayeti kerimede şöyle buyurmuştur: “Çünkü Allah, mükâfatlarını kendilerine tamamen ödedikten başka, lütfundan onlara fazlasını da verecektir. Çünkü O, çok bağışlayıcı ve şükrün karşılığını vericidir.” (Fatır; 30)

Ayeti kerimeden anlaşılan odur ki, insan yapmış olduğu amelinin, ibadet ve zikrinin mükâfatının karşılığını, eksiksiz hatta fazlasıyla alacaktır. Allahu Zülcelal'in fazlı ve keremi olursa sevapların mükâfatı kat kat fazla olacaktır ki bu, Allah'ın rahmetinin bolluğunu gösterir.

Allahu Zülcelâl, kendisine ibadet edilmesini ve çok yalvarılmasını sever. Allah'a kulunun münacatı çok hoş gelir. O halde gece gündüz, Allah'a ibadet edip yalvarana muamelenin nasıl olacağını sen düşün?..

Allahu Zülcelal'in rahmetine muhtaç kullar olarak, geceleri seher vakitlerinde çokça yalvarıp ömrümüz devam ettiği sürece, af ve mağfiret talebinden geri kalmamamız gerekir.

Geçmişte yaşamış evliyaların yaşantısına baktığımız zaman, ömürlerinin çoğunu Allahu Zülcelal'e ibadetle geçirdiklerini görüyoruz. Herkes uyurken, senin kalkıp Allahu Zülcelal'e münacat etmen, diğer vakitlerden çok daha kıymetlidir.

Şeyh Şehabeddin Ömer Sühreverdi bu hususta şöyle demiştir: “Hakiki Allah aşığı, gece zikir ve münacata başlayınca, onun gecesinin nuru gündüzüne münteşir olur (yayılır). Gündüzü de gecesinin himayesinde olur. Onun gönlü Allahu Zülcelal'in nurlarıyla münevver olur. Kalbi Allah'ın kalelerinden bir kale içinde olur.”

Seçkinlere ikram edilir

Anlatıldığına göre, Allahu Zülcelâl Peygamberlerden birisine şöyle vahyetmiştir: “Gerçekten, benim bazı kullarım var ki onlar beni sever, ben de onları severim. Onlar bana kavuşmayı özler, ben de onlara kavuşmayı arzularım. Onlar beni zikreder ben de onları zikrederim. Onlar bana nazar eder ben de onlara nazar ederim, onların yoluna girersen seni de severim. Onlardan yüz çevirirsen sana kızarım.”

Bunun üzerine, o Peygamber: “Ya Rabbi! Onların alameti nedir?” diye sorunca, Allahu Zülcelâl şöyle buyurdu: “Şefkatli bir çobanın koyunlarını takip edip izlediği gibi onlar da gündüz vakti gölgeleri takip ederek, ibadet vakitlerini tespite uğraşırlar. Gün batımında kuşun yuvasına dönmeyi arzuladığı gibi onlar da bana ibadet için güneşin batmasını arzularlar. Gece olup her sevgili sevgilisiyle baş başa kalınca, onlar bana ibadet için ayakta durur, yüzlerini benim için secdeye sererler. Benim kelamımla münacaat ederler. Kendilerine ihsan ettiğim nimetler için beni övüp dururlar. Onların benim için katlandıkları sıkıntıları görüyor, muhabbetimden dolayı nasıl dertlendiklerini işitiyorum.”

“Onlara, ilk olarak üç nimet veririm: Birincisi; kalplerine nurumdan bir parça nur atarım, artık benim onlardan haber verdiğim gibi onlar da benden haber verirler.”

“İkincisi; eğer yedi kat gökler, bütün yerler ve ikisinin içindekiler, sevap olarak onların mizanına konacak olsa onların yaptıklarına karşılık olarak bunları az bulur, kendilerine daha fazlasını veririm. Onların yaptıkları bu ibadetin ecri benim katımda daha fazladır.
Üçüncüsü; onlara Zat’ımla yönelirim. Bir düşün! Benim Zat’ımla yöneldiğim bir dostuma, ne vereceğimi hiç kimse bilebilir mi?”

Görüldüğü gibi, gece ibadeti, Allahu Zülcelal'in sevgisine vesiledir. Bütün bunları öğrendikten sonra, insan gece uykusundan fedakârlık yaparak, Rabbiyle baş başa kalmaya çalışmalıdır.

Rivayete edildiğine göre; Cebrail aleyhisselam, Hz. Peygamber sallallahu aleyhi veselleme gelerek: “Abdullah İbni Ömer ne iyi bir insandır. Fakat gecenin bir kısmında, namaz kılmayı adet edinseydi” dedi. Hz. Peygamber sallallahu aleyhi vesellem bunu İbni Ömer'e haber verdi. Ve O da, ondan sonra gece namazına devam etti.” (Buhari, Müslim, Tirmizi)

Evradını okumadan yatma!

Malik bin Dinar şöyle anlatmıştır: “Bir gece uyuyakaldım ve evradımı yerine getiremedim. Rüyamda güzel bir cariye karşıma çıktı ve:
- Okuryazarlığın var mı? Diye sordu. Ben de:
- Var, dedim. Cariye:
- O halde şu yazıyı okur musun? Dedi ve bir kâğıt parçası verdi. Kâğıtta şu yazılı idi: “Dünyanın geçici ve aldatıcı nimetleri, ölümsüz olarak yaşayacağın cennetin zevk ve sefasından seni alıkoymuştur. Yani, geçici olarak kendisinden zevk aldığın bu uyku, ebedi saadetini sağlayacak ibadetine engel olmuştur. Uyan, namaz kıl ve Kur'an oku; zira bunlar uykudan hayırlıdır.

Bakınız, bütün bu bahsedilenler, bizim için ibret verici ve ibadete teşvik edici olmalıdır. Gece ibadet ve taatle meşgul olanlara bakın, hepsi Allahu Zülcelal'in rızasını, sevgisini kazanmış zevatlardır.





Sen kendini onlardan uzak görme! Seninle onlar arasında ne fark var ki! Sabahlara kadar uyku uyuyorsun, nefsinin her istediğini veriyorsun da ruhunun gıdası olan ibadetten uzak kalıyorsun… Anlaşılan odur ki sen kendini mahcup ediyor, azmediyorsun fakat gece uykudan kalkamıyorsun. Sebebine gelince, gece kalkabilmenin şartlarından ve gece yapılan ibadetlerin manevi hazzından haberin olmamasıdır.

Yediklerinize dikkat edin!

Âlimin biri şöyle demiştir: “Oruç tuttuğun zaman, kimin yanında ve nasıl bir lokma ile iftar ettiğini düşün. Çünkü insanın yediği bir lokma ile kalbi öyle bir döner ki, bir daha eski haline gelemez. Bütün günahlar kalbi katılaştırır ve gece kıyamına engel olur. Buna en çok neden olan da haram lokmadır. Helal lokma ise başka hiç bir şeyin yapamayacağı şekilde, kalbe tesir eder, kalbi cilalandırır, iyiliğe ve ibadete çeker. Kalplerini murakabe halinde bulunduranlar, İslam’ın şehadetinden başka, bunu tecrübe ile de bilirler.”

Bu sebepten bazıları şöyle demiştir: “Nice lokmalar var ki, insanı gece kıyamından, nice bakışlar var ki, insanı Kur'an okumaktan alıkoyarlar. İnsanoğlu bir lokma yemek veya bir iş sebebiyle, bir senelik gece ibadetinden mahrum olur. Namaz insanı kötülükten alıkoyduğu gibi, kötülükler de insanı namazdan ve diğer iyiliklerden alıkoyarlar.”

Âlimlerden biri de şöyle demiştir: “Dünyada, cennet nimetlerine benzeyen tek bir şey varsa o da âlimlerin gece ibadetinden aldıkları zevktir.”

İbni Mes'ud radıyallahu anhu şöyle demiştir: “Ahir zamanda, sebepsiz, farz olmadığı halde hacılar çoğalır. Yollarda yaptıkları ticaretleri ile hac işi onlara kolay gelir, kazançları çoğalır. Ecirden mahrum ve sevaptan soyulmuş olarak geri dönerler. Kumlu ve susuz yerlerde binitleri onları dolaştırır da yanı başındaki komşusunun halini hatırını sormazlar.”





Muttakilerin ameli kabul edilir

Anlatıldığına göre, nafile hacca gideceklerden biri Bişri Hafi'ye veda için geldi. Ona:
- Ben hacca gidiyorum, bir emriniz var mı? Deyince, Bişr:
- Ne kadar harçlığın var? Diye sordu. Adam:
- İki bin dirhem harçlığım var, diye karşılık verdi. Bişr:
- Hacca gitmekle, zühdü mü, Kâbe’ye olan aşkını mı, yoksa Allah rızasını mı kastediyorsun? Diye tekrar sorunca, adam:
- Allah rızasını kastediyorum, dedi. Bunun üzerine Bişr:
- O halde sana daha şimdi peşinen Allah rızasını kazandıracak bir şey söylesem, yapar mısın? Diye sorduğunda, adam:
- Evet, yaparım, cevabını verdi. Bişr:
- O halde sen bu iki bin dirhemi, borcunu ödeyemeyen bir fakire, yiyeceği olmayan bir yoksula, nüfusu kalabalık, geçimi dar olan bir aileye, yetimi sevindiren bir yetim bakıcısına ve bunlar gibi on kişiye, yirmişer dirhem ve hatta istersen hepsini bunlardan birine ver. Zira Müslümanı sevindirmek, düşkünlere el uzatmak, sıkıntıyı gidermek ve zayıflara yardım etmek, nafile olarak yapılan yüz (nafile) Hacc'dan daha sevaptır. Kalk da dediğim gibi yap, şayet böyle yapmak istemiyorsan, asıl kalbinde olanı bana söyle!” Dedi. Adam:
- Doğrusu kalbimde, hacca gitmek tarafı kuvvetlidir, dedi. Bunun üzerine Bişr adama gülümseyerek:
- Servet şüpheli şeylerden kazanıldığı takdirde, nefis kendi arzularından birinin yerine getirilmesini ister ve salih amellerin yapıldığını göstermeyi ister (riya yapar). Hâlbuki Allahu Zülcelâl yalnız muttakilerin amelini kabul eder, dedi.

Bu hikâyeden anlaşılan odur ki, insan Allah için bir iş yaparsa ancak o kabul olunur. Zenginliğin verdiği gösteriş gibi haller kabul edilmiyor. Ne olursa olsun, ameller takva ile yapılırsa hem kabul edilir hem de sevapları kat kat fazla olur. Bu, Allahu Zülcelal'in bağışı ve lütfudur.

Allahu Zülcelâl, ayeti kerimede şöyle buyurmuştur: “Biz onlara, hem zahirde ve hem kendi nefislerinde delillerimizi göstereceğiz.”(Fussilet; 53)

Şimdi sen kalbindeki pası, ilahi zikrin nuruyla parlat. Basiret gözünü aç, enaniyeti gönül yüzünden sil ve gider. Zira, zikrullahın nuru gönül âlemine doğarsa nefis karanlığı gönül âleminden ayrılır. Hakkı hakikati ortaya çıkar ve güneş gibi zahir olur.

Söylendiği üzere yaşamak suretiyle, Allahu Zülcelal'in rahmet ve bereketini talep etmeye ve rızasını kazanmaya çalışmalıdır. Yoksa şu zamanda, insanın maneviyatı, yok olup gidiyor ve ebedi saadetin kazanılması çok zorlaşıyor.

Allahu Zülcelâl, kendi fazlı ve keremi ile bizlere muamele etsin ve hepimize razı olacağı şekilde salih amel yapmayı nasip etsin... (Âmin)

6 Mart 2011 Pazar

Peygamber efendimizin faziletleri

http://sabrikontek.azbuz.com http://sabrikontektirebolu.azbuz.com :http://yaglikuyumcutirebolusabrikontek.azbuz.com: Mevahib-i ledünniyye ve Mirat-i kâinat kitaplarında bildirilen faziletlerinden bazıları şöyledir:
Canlılar içinde ilk olarak Muhammed aleyhisselamın ruhu yaratıldı. Hak teâlâ (Her şeyi senin için yarattım, sen olmasaydın, hiçbir şeyi yaratmazdım) buyurdu. Tevrat, İncil ve Zebur’da övülüp müjdelenmiştir.

Âmine validemiz ona hamile olunca, bütün putlar yüzüstü devrildi. Bütün şeytanlar ve sihir yapan büyücüler âciz kalıp, işlerini yapamaz oldular. Doğunca da bütün putlar yıkıldı. Doğduğu gece, Kisra’nın sarayı yıkıldı. Mecusilerin bin yıldan beri yanan ateşi söndü. Save gölünün suyu kurudu.

Safiye Hatun anlatır:
Doğduğu gece 6 alamet gördüm:
1- Doğar doğmaz secde etti.
2- Başını kaldırıp “La ilahe illallah inni Resulullah” dedi.
3- Her taraf aydınlandı.
4- Yıkayacaktım, biz Onu yıkadık diye bir ses işittim.
5- Göbeği kesilmiş ve sünnet edilmiş gördüm.
6- Sırtında nübüvvet mührü vardı. İki küreği ortasında “La ilahe illallah Muhammedün Resulullah” yazılı idi.

Çocuk iken, başı hizasında bir bulut gölge yapardı.

Ona salevat okumak âyet-i kerime ile bildirildi. Kelime-i şehadette, ezanda, ikamette, namazdaki teşehhüdde, birçok dualarda ve Cennette Allahü teâlâ, Onun ismini kendi isminin yanına koymuştur.

Allahü teâlâ, Onu kendisine habib [sevgili] yaptı, herkesten daha çok sevdi.

Kimseden bir şey öğrenmemiş iken, Allahü teâlâ Ona, her ilmi, her üstünlüğü verdi. Her yerde her zaman mübarek kalbi hep Allahü teâlâ ile idi.

Allahü teâlâ, bütün peygamberlere (Ya Âdem, ya Musa, ya İsa) diyerek ismi ile hitap ederken, Ona (Ya eyyühennebiyyu, ya eyyüherresul) diye özel hitap ediyor.

Namazda otururken, (Esselamü aleyke eyyühennebiyyü ve rahmetullahi) okuyarak, Ona selam vermek emrolundu. Namazda, başka bir Peygambere böyle söylemek caiz olmadı.

Her peygamber kendi milletine, o ise her millete gönderilmiştir.

Her peygamber, iftiralara kendisi cevap verdi, fakat ona yapılan iftiralara Allahü teâlâ cevap verdi.

İsmi ile çağırmak, yanında yüksek sesle konuşmak haram idi.

Hazret-i Cebrail 24 bin kere geldi. Başka Peygamberlere çok az geldi.

Mübarek hanımları müminlerin anneleri idi ve onlarla evlenmek başkalarına haram edildi.

Önünden gördüğü gibi, arkasından da görürdü.

Mübarek teri, gül gibi güzel kokardı.

Uzun kimselerin yanında iken, onlardan yüksek görünürdü.

Güneş ve Ay ışığında gölgesi yere düşmezdi.

Üstüne sinek ve başka hiçbir böcek konmazdı.

Çamaşırları, ne kadar çok giyse de hiç kirlenmezdi.

Taş üstüne basınca, izi kalır, kum üstünde iz bırakmazdı.

Sözü çok vecizdi. Az kelime ile çok şey anlatırdı.

Eshabının hepsi, peygamberler hariç, bütün insanlardan üstündür.

Onun ümmeti de bütün ümmetlerin en üstünüdür.

Onun mübarek ismini taşıyan mümin Cennete girer.

Onu ve ehl-i beytini sevmek farzdır.

Hazret-i Azrail, içeri girmek için izin istedi. Başka hiç kimseden izin istemedi.

Kabrinin toprağı, her yerden ve Kâbe’den daha kıymetlidir.

Resulullah efendimizin üstünlükleri
Sual: İnşirah suresinin (Biz senin zikrini yükseltmedik mi) mealindeki 4. âyet-i kerimesini İslam âlimleri nasıl tefsir etmişlerdir?

İbni Ata hazretleri, (Senin zikrini kendi zikrim kıldım, seni zikreden beni zikretmiş olur. İmanın sahih olması için benim zikrimin seninkiyle beraber olmasını sağladım) manasına geldiğini bildiriyor.

Katade hazretleri de bu âyet-i kerimeyi açıklarken buyuruyor ki:
(Hak teâlâ, Fahr-i âlemin zikrini dünya ve ahirette yükseltmiştir. Namaz kılan herkes, “Eşhedü” diyerek Allah’a ve Resulullaha şehadet getirmektedir.)

Kur’an-ı kerimde ve namazda olduğu gibi, ezan okunurken de Allah’ın ismi, Habibinin ismiyle birlikte okunmaktadır. Hadis-i şeriflerde buyuruldu ki:
(Göklerden geçerken, “Muhammed Resulullah” olarak ismimi gördüm.) [Bezzar]

(Cennette her ağacın yaprakları üzerinde “La ilahe illallah Muhammedün Resulullah” yazılıdır.) [Ebu Nuaym]

(Arş üzerinde, Cennetteki her şeyin üzerinde benim ismim vardır.) [İbni Asakir]

(Âdem aleyhisselam Cennetten çıkarılınca, ya Rabbi, Muhammed aleyhisselamın hürmetine beni affet diye dua etti. Allahü teâlâ ise, [ne cevap vereceğini bildiği halde, cevabını da diğer insanların duyması için] “Ya Âdem, onu henüz yaratmadım. Nereden bildin?” buyurdu. Âdem aleyhisselam da, Arşta "La ilahe illallah Muhammedün Resulullah" yazılı olduğunu gördüm. Anladım ki, şerefli isminin yanına ancak en çok sevdiğinin, en şerefli olanın ismini layık görürsün dedi. Allahü teâlâ buyurdu ki: “Ya Âdem doğru söyledin. O bana insanların en sevgilisidir. Onun hürmetine dua ettiğin için seni affettim. Eğer Muhammed aleyhisselam olmasaydı, seni yaratmazdım”) [Taberani]

Hazret-i Ali, (Allahü teâlâ, Resulullaha iman etmeleri için peygamberlerin hepsinden ahd [söz] almıştır) buyuruyor. Nitekim Resulullah sallallahü aleyhi ve sellemin nuru, diğer peygamberlerin nurlarını kaplayınca, bu nurun kimin olduğunu suâl ettiler. Hak teâlâ da, (Bu Habibimin nurudur. Ona iman ederseniz, sizi peygamber olarak gönderirim) buyurdu. Onlar da (Senin Habibine iman ettik) dediler. Cenab-ı Hak da, (Ben şahid olayım mı) buyurdu. Onlar da (Evet) dediler. (Mevahib)

Hadis-i şeriflerde buyuruldu ki:
(Âdem, cesetle ruh arasındayken, benden misak alınırken ben peygamberdim.) [İ. Şabi]

(Allahü teâlâ, yer ve gökleri yaratmadan elli bin yıl önce, Ümm-ül kitaba şunu yazmıştır: Muhammed peygamberlerin sonuncusudur.) [Müslim]

(Ben âlemlerin efendisiyim.) [Beyheki]

(Kıyamette insanların efendisi benim.) [Buhari]

(Soyca da insanların en şereflisiyim.) [Deylemi]

(Arş-ı alaya benden başka kimse oturmaz.) [Tirmizi]

(Allahü teâlâ, beni insanların en iyisinden yarattı. İnsanların en iyisiyim, en iyi ailedenim. Kıyamette herkes sustuğu zaman ben söylerim, onlara şefaat ederim. Kimsenin ümidi kalmadığı bir zamanda onlara müjde veririm. O gün her iyilik, her türlü yardım, her kapının anahtarı bendedir. Liva-i hamd benim elimdedir. Peygamberlerin imamı, hatibi ve hepsinin şefaatçisiyim. Bunları öğünmek için söylemiyorum, hakikati bildiriyorum.) [Hakikati bildirmek vazifemdir. Bunları söylemezsem vazifemi yapmamış olurum.] (Mektubat-ı Rabbani 1/44)

Peygamber oldu demek
Sual: Resulullah kırk yaşında peygamber oldu demek uygun mudur?

Uygun değildir. (Kırk yaşında Peygamber olduğu kendisine bildirildi) demelidir. İmam-ı Rabbani hazretleri buyuruyor ki:
Âdem aleyhisselam yaratılmadan önce bile, Muhammed aleyhisselam Peygamberdi. (1/44)

Blog Arşivi

ÇOCUKLARA GÜZEL ALIŞKANLIKLARI NASIL KAZANDIRABİLİRİZ?

Doğruluk, dürüstlük, merhamet, diğerkâmlık, adalet gibi güzel ahlakın emarelerini çocuklarında görmek, her anne babanın isteği ve emelidir. ...

Etiketler İSLAM