Wikipedia

Arama sonuçları

2 Aralık 2010 Perşembe

Hz Ali'nin Hitabesi

http://sabrikontek.azbuz.com http://sabrikontektirebolu.azbuz.com :http://yaglikuyumcutirebolusabrikontek.azbuz.com:

BİR HİTABE
Tercüme:
Şüphesiz insanlar arasında hak olduğu gibi batıl, doğru olduğu gibi yalan, nasih olduğu gibi mensuh da vardır. Bunun gibi, hükmü umumi olduğu gibi, özellik ifade eden emirler, muhkem olduğu gibi müteşabih ve ezberlenip zaptolunan (Hadis) ler olduğu gibi, iyice ezberlenmeyip vehme dayanan rivayetler de vardır.) Resulullah (S.A.S.) zamanında bile O'nun adına yalan uydurup
söyleyenler oldu. O kadar ki, Allah Resulü (S.A.S.) kalkıp şu hitabede bulunmuştu. << KİM KASDEN BENİM ADIMA YALAN SÖYLERSE, CEHENNEMDEKİ YERİNE HAZIRLANSIN>>...
Sana hadisle gelenler (hadis rivayet edenler) dört sınıftır, bunların beşincileri yoktur :

Birincisi : münafıktır, iman izhar eder, Müslüman değil iken, Müslüman görünür. Günaha vebale hiç aldırmaz. Kasten yalan uydurup Resulüne isnadda bulunur. İnsanlar, şayet bunun yalancı ve münafık olduğunu bilselerdi, rivayetini dinlemez, sözünü tasdik etmezlerdi. Halbuki halk, bunlara ( sahabidir Resulullah'ı gördü, O'nu dinledi ve O'ndan ilim aldı) diyerek böylesinin sözünü kabul ediyorlar. Gerçek şu ki, senin de okuduğun gibi, Allah (c.c.) münafıkların durumunu haber vermiş ve onların vasfını beyan buyurmuştur. Bunlar, Resulullah (S.A.S) in vefatından sonra sapık önderlere ve ateş davetçilerine yaptıkları yalan ve iftiradan yararlanarak yaklaştılar. Her işte bunların direktifine girerek, bunların insanlara hükmetmesini temin ettiler. Bu işbirliği sayesinde, dünya nimetlerini beraber yediler. Allah (c.c.) nun siyanetine mahzar olan insanlardan başkası daima yöneticilerden ve dünyadan yana olurlar. İşte dördün birincisi bunlar (münafıklar) dır.

İkincisi: Resulullah (S.A.S) den dinlendiğini, O'nun huzurunda ezberlemeyen kimsedir. Bu, kasden yalan söylememekle beraber, yanılgısını doğru sanarak bununla amel etmekte, hatalı vehmini başkalarına da anlatmakta ve << bunu Resulullah'dan işittim>> demektir. İnsanlar, bunların gerçeği değil, kendi vehmini söylemekte olduğunu bilselerdi, rivayetlerini kabul etmez ve haliyle onu terk ederlerdi.

Üçüncüsü: Resulullah (S.A.S. in bir şeyi emrettiğini duymuş, sonra da ondan neyhettiğinden habersiz. Bu durumda adam, mensuh olanı ezberlemiş, ama nasihi hiç bilmemekte. Bunun mensuh olduğunu ( hükmünün kaldırıldığını ) bilseydi, peşine düşmeyecekti, insanlar bu mensuhu işittikleri zaman farkında olsalardı ( mensuh olduğunun farkında olsalardı ) onlar da bunu bırakacaklardı.

Dördüncüsü: Allah ve Resulü adına yalan söylemez, Allah' dan korktuğu ve Resulullah' a saygısı olduğu için yalandan nefret eder, tahminle hareket etmez. Bu kimse, Resulullah' dan dinlediğini O'nun huzurunda ezberlemiştir. Bununla beraber, nasih olanı ezberleyerek onunla amel etmiş, mensuh olanı da zaptedip ondan sakınmıştı. Bu zat, hükmü özel olan ile genellik ifade edeni ayırt eder, her şey yerli yerine koyar, muhkem ile müteşabihi tanır. (Ancak):

Resullah (S.A.S.)in sözleri iki kısım idi : ( hüküm bakımından ) özellik ifade eden sözler, bir de genellik ifade eden sözler. Bazen O'nu dinleyenler, Allah ve Resulünün neyi kastettiğini anlamıyorlardı. (Bazen) dinleyici sözü ezberler, ama maksat ve anlamını öğrenmeden başka bir manaya onu tevcih ettiği olurdu. Resulullah (S.A.S) in bütün ashabı, O'ndan mesele sorar ve ilim ister değildi. Hatta çoğu isterdi ki, bedeviler ve yabancılar gelip Resulullah'dan bir mesele sorsunlar da cevabını kendileri de duymuş olsunlar. Böyle bir hadis ile muhakkak onu Peygamberden sorar ve cevabını ezberlerdim. İşte bu gün insanların ihtilafa düşmelerinin ve rivayette anlaşamamalarının sebepleri bunlardır...

24 Kasım 2010 Çarşamba

KUR'AN'IN KENDİNİ TANITMASI*

http://sabrikontek.azbuz.com http://sabrikontektirebolu.azbuz.com :http://yaglikuyumcutirebolusabrikontek.azbuz.com:Kur'an-ı Kerim nüzulünden itibaren gündemde olmuştur. Onun muhatabı insandır. Nüzul sürecindeki çoğu muhatabı ona inanmış, teslim olmuştur. Bir kısmı ise çeşitli gerekçelerle inanmayarak bazı nitelemelerde bulunmuştur. Kur'an, isim ve sıfatları ile kendini tanıtmakla subuti sıfatlarını bildirmektedir. Bu arada muarızlarının nitelemelerine cevap vermek suretiyle selbi sıfatlarını kaydetmektedir. Böylece 'Kur'an nedir, ne değildir?' sorusunun cevabını vermektedir. Kur'an, isim ve sıfatları yoluyla kendi gerçekliğini ispatlamaktadır. Kur'an Allah tarafından geldiğinden bir kısım isimleri Esmâ-yı Hüsnâ'ya muvafıktır. el-Hakk, el-Hakîm, el-Azîz, el-Alî, el-Müheymin gibi.

Kur'an'ın bazı isimleri Rasûlüllah (s.a.s.)'ın sıfatlarına uygunluk arz eder. el-İmâm, el-Beşîr, en-Nezîr, el-Hayr, er-Rahme, et-Tayyib, el-Arabî, el-Beyyine gibi.

Kur'an'ın bazı isimleri önceki semavi kitaplar ile müşterektir. el-Kitap, ez-Zikr, el-Furkân gibi. Kur'an'ın bazı vasıflarının tabiatı da nitelemesi dikkat çeker: "Âyât", "âyâtullâh" bundandır.

Kur'an'ın isim ve sıfatlarının büyük çoğunluğu surelerin hemen başında bir nevi onların serlevhası olduğundan mesajının yerine ulaşmasına hizmet etmektedir.

Anahtar Kelimeler: Kur'an, Kur'an'ın İsim ve Sıfatları, Kitap, el-Müheymin.



Self-Presentation of the Qur'an

Abstract:

The Qur'an has played key role since its revelation. The target of the Qur'an is human being. Most of the people, who witnessed the revelation, believed and submitted into Qur'an. Many others did not believe for various reasons and ascribed it certain attributes. With its names and attributes, the Qur'an demonstrates its affirmative attributes, on the other hand, it informs of its negatory attributes while responding to its opponent's descriptions. Thus, the Qur'an provides the answers for the question: 'what is the Qur'an and what not?' The Qur'an proves its self-authenticity with its names and attributes. Because the Qur'an is the revelation from Allah, some of its names coincide with al-Asma al-Husna (the most beautiful names of Allah) like al-Haqq, al-Hakim, al-Aziz, al-Ali, al-Muhaymin. Its certain names are also the same as the attributes of the Prophet Muhammad like al-Imam, al-Bashir, al-Nazir, al-Khayr, al-Rahmah, al-Tayyib, al-Arabi, al-Bayyinah. Some names of the Qur'an such as al-Kitap, al-Zikr, al-Furqan are common with are the former Sacred Books. Some attributes of the Qur'an describing the nature like al-Ayat, Ayat al-Allah attract attention. The fact that most of the names and attributes of the Qur'an exist in the beginning of the Qur'anic chapters (surahs) serves to convey its message to the readers.

Key words: Qur'an, the Names and Attributes of the Qur'an, al-Kitap, al-Muhaymin.

31 Ekim 2010 Pazar

MEZHEPSİZLİK NİÇİN "DİNSİZLİĞİN KÖPRÜSÜ"DÜR?

http://sabrikontek.azbuz.com http://sabrikontektirebolu.azbuz.com :http://yaglikuyumcutirebolusabrikontek.azbuz.com:Dinsizliğin Köprüsüdür" sözü, yirminci yüzyılın yetiştirdiği en büyük âlimlerden ve son Osmanlı Şeyhülislam vekillerinden biri olan merhum Muhammed Zâhid el-Kevserî'ye aittir ve merhumun "Makâlât" adlı eserinde yer alan makalelerden birisinin başlığıdır.(1) Bu hikmetli söz, bahse konu makale neşredildikten sonra adeta darb-ı mesel haline gelmiş ve dilden dile yayılmıştır.
Bu yazıda, bu sözün ne anlama geldiği ve İslam Dünyası'nın yaşadığı ilmî ve fikrî tecrübeye ne ölçüde denk düştüğü gibi hususları irdelemeye çalışacağız.

Öncelikle bu şaklıkta geçen iki kavramın, "mezhepsizlik" ve "dinsizlik" kavramlarının nasıl anlaşılması gerektiği üzerinde duralım.

Buradaki "mezhepsizlik", hem hiçbir mezhebi tanımamayı, hem de klasik tabiriyle "telfik"i, yani mezheplerin hükümleri arasından bir derleme ve seçme yaparak karma bir mezhep oluşturmayı anlatmaktadır. Zira her birinin ayrı bir usul ve metodu olan mezheplerden hiçbirisini tanımamakla, aralarındaki ihtilafları ve bunların sebeplerini görmezden gelerek bu metot ve usuller doğrultusunda konmuş olan hükümleri birleştirme girişimi arasında netice olarak hiçbir fark yoktur. Çünkü son tahlilde her iki davranış şekli de, belli bir metodu iltizam etmeme noktasında buluşmaktadır.

Başlıktaki cümlede yer alan "dinsizlik" ise, hiçbir dini tanımamaktan ziyade, dinler arasında herhangi bir fark gözetmemek ve muhtelif dinlere mensup insanları aynı kategoride değerlendirmek anlamına gelmektedir.

Bilindiği gibi İslam Dünyası'nda baş gösteren –ve genellikle Cemaleddin Efganî ile başlatılan– "yenilikçi" hareketin en önemli taleplerinden birisi ve belki de birincisi, Müçtehit İmamlar'ın içtihatlarının artık eskidiği, miadını doldurduğu ve bugünün meselelerine çözüm getirmekten uzak kaldığı gerekçesiyle yeni içtihatlar yapılmasıdır. İslam Hukuku'nun (Fıkıh) modernize edilmesi ve çağa uydurulması için, içtihat mekanizmasının temel unsurları ve belirleyicileri olan Kitap, Sünnet, İcma ve Kıyas'ın yeniden gözden geçirilmesi ve akılcı bir bakış açısıyla yeni yorumlara ve fonksiyonlara kavuşturulması şeklinde başlayan bu hareket, geçen zaman içinde muhtelif veçhelere büründü ve farklı yönelişlere teşne oldu.

Her ne kadar yenilikçilerin muhtelif konularda birbiriyle bağdaşmayan çeşitli görüşleri ve bu görüşler etrafında –taraftarları ve karşıtları arasında– cereyan eden tartışmalar konumuzla yakından ilişkili ise de, bu yazının amacı bu ayrıntıya girmek olmadığından, burada sadece yukarıdaki kuşbakışı tesbite şu noktayı eklemekle yetineceğiz: Az önce "yenilikçi hareket" şeklinde ifade ettiğimiz reformist/modernist yaklaşımın talepleri ve teklifleri elbette Fıkıh ve İçtihat sahalarına münhasır değildi. Bu hareketin boyutlarının kaçınılmaz olarak Akait alanına da uzandığını müşahede etmekteyiz.

Nitekim Cemaleddin Efgânî'den başlayarak Fazlur Rahman'a ve oradan da günümüz Türkiye'sindeki bazı isimlere uzanan "İbrahimî dinlerin diyaloğu" söylemi, (kimi zaman bu dinlerin esasta bir olduğu, kimi zaman da Ehl-i Kitab'ın da cennete gideceği şeklindeki iddialarla) reformist/modernist çevrelerin üzerinde ısrarla durdukları bir tez olarak canlılığını muhafaza etmektedir.(2)

Her ne kadar meselenin bu boyutu konumuz ile yakından ilişkili değilmiş gibi görünse de, bu yazının başlığı, bu boyutu da ilgi alanımız içine sokmaktadır. Zaten aşağıda izleyeceğimiz 4 merhalenin sonuncusu üzerinde dururken bu nokta kendiliğinden tebellür edecektir...

Evet, reformist/modernist çevrelerin talepleri "yeni içtihatlar yapılmalıdır" söylemiyle, aslında "eski" içtihatların Kur'an, Sünnet, İcma ve Kıyas hakkındaki değerlendirmelerinin geçersizliğini dile getirmiş oluyordu. Peki bu 4 asl hakkında reformist/modernist çevrelerin yaklaşımı genel olarak nasıldır?

Bu sorunun cevabını, söz konusu 4 aslın sonuncusundan başlayarak verecek olursak(3)

1- Kıyas: Kıyas, nasslardaki hükmün dayandığı illetin tesbitine dayanan bir faaliyettir.(4) Dolayısıyla tabiatı gereği, ahkâma ilişkin nassların tek tek ele alınması ve hükme temel yapılması esasına dayanır.(5)

Oysa nassların tümünün bir arada değerlendirilmesi (tümevarım) yoluyla mesajı özü/ruhu yakalanarak buradan bütünlük arzeden bir metodoloji geliştirilmeli ve çözüm bekleyen meselelere bu metodoloji esas alınarak cevap verilmelidir.

Reformist/modernist çevreler, bu yaklaşımlarına, Malikî mezhebinde tali (ikincil) bir delil olan "maslahat" unsurundan ve özellikle Endülüs'lü Malikî fakihi eş-Şâtıbî'nin bu unsur hakkındaki değerlendirmelerinden de destek aramayı ihmal etmediler.

Çerçevesi şu ana kadar net olarak çizilememiş olan "Kur'an'ın ruhu" söylemi ve maslahat prensibinin –belirleyicilik alanı Malikî mezhebinin yaklaşımını çok daha fazla aşacak şekilde(6)– devreye sokulması sonucu Kıyas prensibi devre dışı bırakılmış oluyordu.

2- İcma: Sahabe'nin ileri gelenleri tarafından işletilmeye başlanmış bulunan İcma prensibi, fer'î bir mesele hakkında bir dönemde yaşayan bütün müçtehit imamların içtihatlarının aynı doğrultuda oluşması demektir. Tafsilatını yine Usul-i Fıkıh kitaplarına havale edeceğimiz bu prensip de reformist/modernist çevreler tarafından aşındırılmaya çalışılmıştır. İcma'ın vukuunun mümkün olmadığı; hakkında icma bulunduğu söylenen meseleler hakkında, iyi araştırıldığında aslında ihtilaf bulunduğu, tarihin bir döneminde meydana gelmiş bir icmaın, başka bir dönemde aynen kabul edilmesinin, insan aklının dondurulması demek olacağından, böyle birşeyin kabul edilemeyeceği gibi bir çok gerekçeye dayandırılan İcma itirazları, İmam eş-Şâfi'î'nin konu hakkındaki bazı değerlendirmeleri de istismar edilmek suretiyle(7)

Oysa İcma, fer'î bir hüküm hakkındaki bir nassa dayanıyorsa, o nassın bildirdiği hükmü zannî olmaktan çıkarıp kat'î kılması ve İslam Hukuku alanında derin vukufiyet sahibi Müçtehit İmamlar'ın konsensüsü olması bakımından İlahî İrade'nin tesbitinde elbette belli bir fonksiyon icra etmektedir.

Üstelik reformist/modernist çevreler, İcma hakkındaki değerlendirmelerinde yukarıda söylediğimiz noktada da durmadılar. Birtakım hadislerde geçen "ümmet" kelimesinin, Ümmet-i Davet dediğimiz gayri müslimler ile Ümmet-i İcabet dediğimiz müslümanlar arasında herhangi bir ayrım yapmadan tümünü, yani bütün insanları kapsadığını ileri sürerek, Hz. Peygamber (s.a.v)'in ümmetinin bütün insanlık olduğunu söylediler.(8)

Bizzat ALLAH Teala'nın Kitabı'nda ve Hz. Peygamber (s.a.v)'in Sünneti'nde en keskin hatlarla çizilmiş olan iman-küfür sınırı, reformist/modernist çevreler tarafından böylece ortadan kaldırılmış ve bunun yerine, özellikle masonik çevrelerin dillendirdikleri "insanlık dini", "tüm insanların kardeşliği" sloganları, İslamî kılıflara büründürülerek yeniden ifade edilmiş oluyordu.

3- Sünnet: Mezhep İmamları'nın içtihatlarının büyük bir kısmının Sünnet'e dayanıyor olması ve Sünnet'in ve hadislerin birçok noktada rasyonel bakış açısına aykırılıklar arz ettiğinin kabul edilmesi, temelde akılcılığa (rasyonalizm) dayanan reformist/modernist hareketi, Sünnet'i ve hadisleri de "sorgulamaya" itmiştir. Tabiatıyla modern akla ve bugünkü bilimsel verilere uymadığı kabul edilen birçok hadis, bu bakış açısı tarafından "uydurma" olarak kabul edildi.

Bu yaklaşımı desteklemek için, sadece Kur'an'ın ilahî garanti altında olduğu ve Sünnet için böyle bir garantiden söz edilemeyeceği temel bir tez olarak ısrarla işlendi. Zira işin içine beşer unsuru girdiği anda şüpheci davranmak "bilimsel" davranışın bir gereği idi. Geçmiş âlimler tarafından sahih olarak kabul edilmiş olsa da, pek çok hadis, reformist/modernist çevreler tarafından "uydurma" olarak damgalandı. Böylece Sünnet'in büyük bir kısmından kurtulma imkânı doğmuş oluyordu.

Burada, âlimlerin (buradaki "alimler"den kastımız, özellikle Fıkıh ve Usûl-i Fıkıh âlimleridir), mütevatir ve meşhur kategorisine girmeyen hadisleri "ahad hadis" (veya "haber-i vâhid) olarak değerlendirmeleri ve bu tür hadislerin ilim bildirmeyeceğini söylemeleri de, reformist/modernist çevreler tarafından iddialarını destekleyici bir unsur olarak kullanıldı.

Burada üzerinde durulması gereken bir diğer nokta da, "Kur'an'a aykırı hadis olamayacağı" söylemidir. Bu söyleme göre eğer herhangi bir hadis –isterse eski âlimler tarafından mütevatir olduğu söylenmiş olsun– Kur'an'a aykırılık teşkil ediyorsa, onun sahih olarak kabul edilmesi söz konusu olamaz.

Oysa Kur'an'a aykırı görüldüğü gerekçesiyle uydurma olduğu söylenen hadisler hakkında, meseleyi bütün veçheleriyle araştırmadan verilen bu hükümler, Hz. Peygamber (s.a.v)'in Sünneti'nin büyük bir kısmının iptal edilmesinden başka bir anlama gelmemektedir.

Meselenin bir diğer yönü de, Sünnet'in yol göstericiliğine başvurmadan Kur'an'a doğrudan gitme söyleminin bünyesinde barındırdığı tehlikeler ile karşımıza çıkmaktadır. Tam bu noktada 4. merhale ile karşı karşıya geliyoruz ki, meselenin en can alıcı noktasını da burası oluşturmaktadır.

4- Kur'an: Kur'an ayetlerinin anlamı ve ihtiva ettiği hükümlerin anlaşılıp uygulanması noktasında Sünnet'in otoritesi de dahil olmak üzere hiçbir vasıta kabul etmeye yanaşmayan reformist/modernist anlayış, bu aşamada artık önünde uçsuz bucaksız bir hareket alanı bulmaktadır. "Fikir hürriyeti", "ALLAH'ın Kitabı'na aracısız olarak başvurmak", "Kur'an'ın, kendisini "açık/anlaşılır" bir kitap olarak nitelendirmesi"... gibi pek çok söylem burada devreye girdi ve artık her isteyen, Kur'an ayetlerinden istediği hükmü çıkarma "özgürlüğüne" kavuşmuş oldu. Yüzyıllar içinde bitmez tükenmez samimi çabalarla ve tam bir ehliyetle vücuda getirilmiş olan Tefsir ve Fıkıh kitapları, Müfessirler, Fakihler ve diğer ulema, binbir ithamla töhmet altında bırakıldı ve asırların bilgi birikimi hoyratça çiğnenerek devre dışı bırakıldı.

Oysa Kur'an'ın doğru anlaşılması ve tefsiri(9) için öncelikle ilmîliği ispatlanmış bir metot geliştirilmesi gerekir. Böyle bir metot olmadan Kur'an'dan hüküm çıkarmak, onu tahrif etmekle eş anlamlıdır.

Nitekim günümüzde bunun büyük bir rahatlıkla yapıldığını görmekteyiz. Her isteyen, Kur'an'dan istediği hükmü çıkarmakta ve "ben böyle anlıyorum" diyerek işin içinden sıyrılmaktadır.

Tevrat ve İncil'in aslında çok da fazla tahrife uğramadığı, dolayısıyla bu kitaplara inanan Yahudi ve Hristiyanlar'ın da "hak din" ve "tevhid dini" üzere olduğu hükmünden tutunuz, Kur'an'da yer almayan bir hükmün Hz. Peygamber (s.a.v) de olsa hiç kimse tarafından konamayacağı tesbitine kadar, aslında İslamî olmayan pek çok anlayış, güya Kur'an merkeze alınarak vaz edildi. Kur'an ve Sünnet tarafından konmuş olan en temel sabiteler bile yıkılıp geçildi ve ortaya ne idüğü belirsiz bir din çıktı. Her ortama ayak uyduran, her anlayışa uyan, hiç kimsenin hiçbir anlayış ve hareketine müdahale etmeyen, uyulsa da olur uyulmasa da kabilinden varla yok arası bir din!

İşte bu yazının başından beri 4 merhale halinde sıralamaya çalıştığımız bu hareket, aşama aşama bu noktaya geldi. Din'de Mezheb'in niçin önemli olduğu, tam bu noktada kendisini bütün ağırlığıyla hissettirmektedir. Çünkü Mezhep, dinî hassasiyettir, din hakkında konuşmanın ve dinî bir hüküm vermenin kuralı, çerçevesi ve sistemidir. Mezhep, metot demektir; mezhepsizlik ise metotsuzluktur. Metotsuz, kaidesiz yapılan her türlü faaliyet ise karmaşaya ve yanlışlığa düşmeye mahkûmdur. Mezhep tanımayan insan, kendisini metotsuzluğa, karmaşaya ve belirsizliğe atmış demektir. Dolayısıyla onun, ALLAH'ın dini hakkında söylediği her söz ve ile sürdüğü her görüş, daha baştan yanlış olarak damgalanmayı hak etmiştir.

Kendisini mezhep imamlarından üstün görerek onların kurdukları sistemleri yıkma selahiyetinde gören kimseler, aslında dinî bir kurumu tahrip etmiş olmaktadırlar. Bunun neticesi ise, yukarıdan beri gördüğümüz gibi sonunda zarûrât-ı diniyye dediğimiz alana kadar gitmektedir. Zira bu hareket, nerede duracağı –onu yürütenler tarafından bile– önceden kestirilemeyen bir "kör gidiş"i ifade etmektedir.

Mezhep tanımadığını söyleyenlere sorunuz: Bugüne kadar Kur'an ve Sünnet'i anlama ve onlardan hüküm çıkarma konusunda geliştirdiğiniz dört başı mamur bir usûl/metot var mıdır?

Bu soruya verebilecekleri en küçük bir olumlu cevap yoktur. Mezhep ve metot tanımadığını, geçmiş ulemanın bize bıraktığı devasa ilmî mirası yıkmakla, yıpratmakla meşgul olmaktan başka bir mahareti olmayan böyle kimseler, kendi içlerinde korkunç çelişkilere düşmekten kurtulamıyorlarsa, sebebi burada aranmalıdır.

Her ne kadar hiçbir mezhebe bağlı olmama düşüncesi mutlak olarak ve her zaman yukarıda çerçevesini çizdiğimiz "dinsizlik" vakıasına götürmese de, bu başlangıcın, genellikle bu sona götürdüğünü de görmezlikten gelmemiz mümkün değildir.

İşte bugün aşama aşama gelinen noktada bizzat ALLAH Teala ve O'nun Resulü tarafından çizilmiş olan iman-küfür sınırının pek çok reformist/modernist tarafından ortadan kaldırılması, Muhammed Zâhid el-Kevserî merhumun, bu yazıya başlık olarak seçilen sözünün ne kadar doğru ve hikmetli bir söz olduğunu en anlaşılır biçimde ortaya koymaktadır.

Selam, hidayete tabi olanlara...

********************************************************************************

DİPNOTLAR

1- "Makâlât", el-Kevserî merhumun, Mısır'daki muhtelif dergi ve gazetelerde neşredilmiş olan ve her biri ayrı bir ilmî kıymeti haiz bulunan makalelerinin, vefatından sonra sevenleri ve talebeleri tarafından derlenerek bir kitap haline getirilmesiyle oluşturulmuştur. Fıkıh ve Usul-i Fıkıh'tan Hadis ve Usul-i Hadis'e, Kur'an ilimlerinden Akaid ve Tarih'e kadar pek çok konu yanında güncel meselelerin de derin bir vukufiyet ve kuvvetli bir ilmî dirayet ile ele alındığı "Makâlât", günümüzde de kaynak eser olma özelliğini sürdürmektedir. Tarafımızdan tercüme edilmiş olan bu kıymetli eser, inşâALLAH yakında neşre hazır hale getirilecektir.

el-Kevserî merhumun hayatı, şahsiyeti ve ilmî yönü hakkında geniş malumat edinmek isteyenler, 9-10 Aralık 1995 tarihinde Düzce'de düzenlenen Muhammed Zâhid el-Kevserî Sempozyumu'nda sunulan tebliğlerin bir araya getirildiği "Muhammed Zâhid el-Kevserî –Hayatı-Eserleri-Tesirleri-" adlı kitaba (Seha neşriyat, İstanbul-1996); "Makâlât"ın muhtevası konusunda da adı geçen kitabın 147-151. sayfaları arasında yer alan "Makâlâtu'l-Kevserî'nin Değerlendirilmesi" adlı tebliğimize bakabilirler.

2- Bkz. Mustafa Fevzî, "Da'vetu Cemâliddîn el-Efğânî", 241 vd.; Fazlur Rahman, "ALLAH'ın Elçisi ve Mesajı", 123; "İslam", 36; "Ana Konularıyla Kur'an", 317.

Fazlur Rahman, "İslam Geleneğinde Sağlık ve Tıp"ta da (8) şöyle der: "Sufîler, geniş bir insancıllık ve hoşgörüyü yerleştirmişler; inançlarına bakmaksızın bütün insanlığa yardım etmişlerdir. Onların bu tutumları aynı zamanda ahlakî ve manevî göreceliğe de katkıda bulunmuştur. Böylelikle onlar, tarih boyunca karşılaşlan bütün dînî ve beşerî inanç ve düşünce sistemlerini meşru göstermişlerdir. Her ne kadar bu tutum Ehl-i Sünnet tarafından hoş karşılanmamışsa da, yakından bakıldığında bizzat Kur'an'ın öğretisinden o kadar da uzak değildir. Çünküa Kur'an-ı Kerim; yeryüzünde hiçbir millet ve toplumu rehbersiz bırakmadığını ve İlâhî rehberliğin Yahudiler'in, Hristiyanlar'ın ve Müslümanlar'ın özel imtiyazı olmadığını devamlı surette vurgular. Bununla birlikte, Kur'an, dinde bir evrimin olduğunu ve kendisinin ilâhî rehberlik ve vahyin en yüksek ifadesi olduğunu, diğer taraftan öbür dinlerin isetemel hakikatleri ihtiva etmelerine rağmen, yer yer tahrif edildiklerini ve yanlış yorumlarla bezendiklerini ifade eder." Benzeri ifadeler için aynı eserin 34. sayfasına da bakılabilir.

Bu düşünce ve iddiaların eleştirisi için bizim "Modern İslam Düşüncesinin Tenkidi" adlı çalışmamızın I. cildine (16 ve 17 numaralı yazılar) bakılabilir.

3- Burada bu yaklaşımın sadece teorik olarak mantık yapısı verilmektedir. Bunlara cevap verilmesi bu yazının amacının dışındadır.

4- İlletlerin tesbiti, Usul-i Fıkıh kitaplarında "mesâliku'l-ille" diye isimlendirilen metotlarla yapılır. İbarelerin gramatik yapısından, başka birtakım özelliklerine kadar birçok husus burada belirleyici rol oynar. Ayrıntı için Usul kitaplarına başvurulabilir.

5- "Yenihlikçi" yaklaşım tarafından "parçacı" olmakla suçlanan bu metot, aslında hükme medar olan illetin tesbitine dayanması bakımından ahkâmın dayandığı temelin belirlenmesinde en sağlam metottur. Zira bu metot sayesinde bir hükmün niçin vaz edildiği tesbit edilir ve aynı özellikteki diğer konular hakkında da rahatça aynı hükmün yürütülmesi temin edilir. Hz. Peygamber (s.a.v) de dâhil olmak üzere İslam'ın ilk dönemlerinden itibaren kullanılmış olan Kıyas metodu, ehil kimseler tarafından uygulandığında nassların lafzına ve ruhuna en uygun hükümlerin verilmesinin de bir garantisidir.

6- Zira Malikî mezhebinde tali bir delil olarak kabul edilen "maslahat", hiç bir zaman nassların önüne geçirilmemiştir. İslam âleminde ilk defa Hanbelî mezhebine bağlı olduğu söylenen ve hakkında pek ağır ithamlar yapılmış bulunan Necmuddîn Süleyman b. Abdilkavî et-Tûfî tarafından nassların önüne geçirilecek derecede çerçevesi geniş tutulmuş olan maslahata böyle bir fonksiyon tanınacak olursa, insanların faydası, Yüce ALLAH'ın, nasslarda ifadesini bulmuş olan iradesinin önüne geçirilmiş olur. Bu da, Yüce ALLAH'ın, insanların maslahat ve menfaatini bilemediği gibi çok tehlikeli bir sonuca kapı açar. Oysa kulların gerçek maslahatı, nassların belirlediği hükümlere aynen uymakta saklıdır.

Öte yandan burada, insanların maslahat ve menfaatini tesbitte, bilgi ve faaliyet alanı sınırlı olan insan aklından başka hiçbir belirleyici yoktur. Yanılmak ve hata yapmakla malul olan insan aklının tesbit ettiği maslahat, özellikle modern dünyaya hakim olan "değişim" anlayışı doğrultusunda sürekli olarak değişik veçheler gösterecektir. Dolayısıyla bu noktada bugün doğru dediğimize yanın yanlış deme garabetine düşmekten bizi kim koruyabilir?

7- Biz, İmam eş-Şâfi'î'nin İcma konusundaki görüşünü ve İcma hakkındaki spekülasyonları, "Modern İslam Düşüncesinin Tenkidi" adlı çalışmamızın I. (19 numaralı yazı) ve II. ciltlerinde (10 numaralı yazı) etraflıca ele almıştık. Dileyen oralara başvurabilir.

8- Bkz. Yaşar Nuri ÖZTÜRK, "Kur'an'daki İslam", 224; Hasan Hanefî, "İslâmiyât" dergisi, 1/4, Ekim-Aralık, 1998, 224.

Yaşar Nuri öztürk, Ümmet hakkındaki bu görüşünü İbn Manzûr'un "Lisânu'l-Arab"ına ("Ümmet" maddesi) dayandırmaktadır. Oysa adı geçen eserde Ümmet'in İslamî literatürde bu anlama geldiğini gösteren herhangi bir ifade mevcut değildir.

9- Burada "yorum" kelimesini bilinçli olarak kullanmıyoruz. Bkz. "Modern İslam Düşüncesinin Tenkidi", II, 68 (3 numaralı yazı, 27 numaralı dipnot).

EBUBEKİR SİFİL

24 Ekim 2010 Pazar

Canlı Tutulması Gereken Sosyal Yardımlaşma ve Dayanışma Karz-ı Hasen

İnsanların ırkları, renkleri, dinleri, dilleri, cinsiyetleri ve düşünceleri farklı olduğu gibi, mal varlıkları ve sahip oldukları imkânları da farklıdır. Zenginlik ve fakirlik tarih boyunca bütün toplumlarda var olagelmiş sosyal bir olgudur. Bu ilahî bir takdirin sonucudur. Bu husus birçok ayette açık-seçik bildirilmiştir: “Allah’ın, dilediği kimsenin rızkını genişlettiğini ve daralttığını görmediler mi? Bunda inanan bir toplum için elbette ibretler vardır.” (Rum, 37; bk. Bakara, 245; Ra’d, 26; İsra, 30; Kasas, 82; Ankebut, 62; Sebe’, 36, 39; Zümer, 52; Şûra, 12) Bu farklılık, ilahî bir takdirin yanında aynı zamanda toplumsal bir gerekliliktir. Aksi takdirde bazı işlerin toplumda yapılması mümkün olmazdı. Ayetin “Bunda inanan bir toplum için elbette ibretler vardır” cümlesi buna işaret etmektedir. Bu olgu ve gerekliliğin sonucu olarak insanlar birbirlerine muhtaçtır. Yüce Allah, zengin-fakir arasında uçurum olmaması, fakirlerin ihtiyaçlarının karşılanması için zekât, sadaka ve infakın yanında gerektiğinde ihtiyacı olan insanlara borç verilmesini, kendisine borç verme gibi telakki ederek teşvik etmiştir: “Kim Allah’a güzel bir borç verirse, Allah da bunu fazlasıyla öder. Ayrıca ona pek değerli bir ödül de vardır.” (Hadîd, 11)

“Karz-ı hasen”, “karz” ve “hasen” kelimelerinden oluşan bir terkiptir. Sözlükte bir şeyi “kesmek, koparmak ve karşılık vermek” anlamlarına gelen “karz”, terim olarak birine geri vermek üzere mal ve ürün vermek veya birine ödünç borç para ve döviz vermek demektir. “Hasen” kelimesi ise terkipte “karz” kelimesinin sıfatı olup “iyi ve güzel” anlamına gelir. Kur’an dilinde “karz-ı hasen”; ihtiyaç sahiplerine Allah rızası için güzelce ödünç verme ve sırf Allah rızasını gözeterek yoksullara karşılıksız yardım yapma anlamında kullanılmıştır. Bir fıkıh terimi olarak “karzı- hasen”, “bir kimsenin diğer bir kimseye aynını, mislini veya bedelini iade etmek şartıyla verdiği şey demektir. Karz-ı hasen; altın ve para gibi, değişim vasıtası olabileceği gibi, buğday ve ekmek türü tüketilen bir ürün ve mal da olabilir. Karz-ı hasen, veren açısından uhrevî, alan açısından ise dünyevî yarar gözetilen ahlâkî ve hukukî bir kavramdır.

1. Karz-ı Hasenin Önemi Ve Değeri

Tahlil etmeye çalıştığımız ayette muhtaçlara faizsiz kredi, ödünç para veya mal-mülk vermek, “Allah’a borç vermek” olarak ifade edilmiştir. Allah’ın insanlara ihtiyacı yoktur. Çünkü “Allah zengin, insanlar fakirdir.” (Muhammed, 48) Bütün varlık âlemini yaratan Allah’tır, bütün mülk O’nundur, insanlara mülkü veren de O’dur. (Âl-i İmran, 26) Dolayısıyla “Allah’a borç vermek”, Allah için borç vermek, bir karşılık beklemeksizin Allah’ın rızasını kazanmak amacıyla borç vermektir. Yüce Allah, borç vermeyi kendine borç verme olarak ifade ederek, faizsiz, çıkarsız ve ibadet amacıyla borç verilmesini istemektedir. Dünyada herhangi maddî bir karşılık beklemeden bir insanın ihtiyacını karşılayan kimse, bu fedakârlığının karşılığını, ücretini, mükâfatını ahirette Allah’tan alacaktır. Dolayısıyla Kur’an’da karz-ı hasen, “Allah’a borç vermek” olarak ifade edilmiştir.

Müzzemmil suresinin yirminci ayetinde “karz-ı hasen”; Kur’an okumak, namaz kılmak ve zekât vermek ile birlikte emredilmektedir: “Kur’an’dan kolayınıza geleni okuyun, namazı dosdoğru kılın, zekâtı verin, Allah’a güzel bir borç verin. Kendiniz için önceden (dünyada) ne hayır-iyilik gönderirseniz onu, Allah katında (ahirette) daha üstün bir hayır-iyilik ve daha büyük bir mükâfat olarak bulursunuz.”

Emirler prensip olarak zorunluluk ifade eder. Dolayısıyla her mümini bağlar. Allah’ın emrini tutmak itaat, tutmamak ise isyandır. Ayette dört ibadetin yerine getirilmesi emredildikten sonra, dünyada “hayır” işleyenlerin ahirette bunun karşılığını yine “hayır” olarak ve “büyük bir mükâfat” olarak bulacağı bildirilmektedir.

Kur’an’da dört ayette “karz-ı hasen” Allah’a borç vermek olarak ifade edilmekte ve Allah rızası için borç verenlere dört şey vaat edilmektedir: (a) verilen borcun mükâfatının kat kat verilmesi, (b) çok değerli ücret verilmesi, (c) günahların bağışlanması, (ç) cennetlere konulması.

a) Allah İçin Borç Verenlere Mükâfatı Kat Kat Verilir

Tahlil etmeye çalıştığımız ayette ve “Allah’a güzel bir borç veren kimseye Allah, borcunun karşılığının kat kat öder.” (Bakara, 245) anlamındaki ayette, faizsiz Allah için borç veren kimsenin mükâfatının kat kat olacağı; “ed’âf-ı kesîre” terkibiyle ifade edilmektedir. “Ed’âf-ı kesîre” tabiri çokluk ifade eder ve bunun sınırı yoktur, bin katı da olur milyon katı da olur. Bakara suresinin 261. ayetinde Allah yolunda infak edenlere yedi yüz katıyla mükâfat verileceği bildirilmiş ve “Allah dilediğine kat kat verir” buyrulmuştur. Allah yolunda infaka yedi yüz katı verileceği bildirildikten sonra “Allah dilediğine kat kat verir” buyrulması, “kat kat” ifadesinin yedi yüz kat mükâfatı aşacağının beyanıdır.

b) Allah İçin Borç Verenlere Ecr-i Kerîm Vardır

Tahlil etmeye çalıştığımız ayette ve “Şüphesiz ki sadaka veren erkeklerle sadaka veren kadınlar ve Allah’a güzel bir borç verenler var ya, (verdikleri) onlara kat kat ödenir. Ayrıca onlara çok değerli bir mükâfat da vardır.” (Hadîd, 18) anlamındaki ayet ve diğer ayetlerde (bk. Hud, 11; Fatır, 7; Yasin, 11; Fussilet, 8; Feth, 16; Mülk, 12; Tîn, 6) borç verenlere ecr-i kerîm vaat edilmektedir: “Ecr-i kerîm” terkibindeki “ecr”, emeğin ve çalışmanın karşılığı ücret (A’raf, 170; Hud, 115; Yusuf, 56; Zümer, 74); “kerîm” kelimesi çok değerli, çok kıymetli ve çok üstün demektir. “Ecr-i kerîm” ifadesi, Allah rızası için borç verenlerin mükâfatının değerini ve kıymetini ifade eder. Kur’an’da iman edip salih ameller işleyenlere, Allah’a karşı gelmekten sakınanlara, Allah’tan korkanlara, ibadetlerini, işlerini ve görevlerini en güzel bir şekilde yapanlara, Allah yolunda çalışanlara ve sabırlı olanlara, Allah ve Peygamberine itaat edenlere, “ecr-i kerîm” (çok değerli mükâfat), “ecr-i azîm” ve “ecr-i kebîr” (büyük mükâfat), “ecr-i hasen” (güzel mükâfat), “ecr-i gayr-i memnun” (sürekli mükâfat) vaat edilmektedir. (Âl-i İmran, 172, 179; Maide, 9) Özellikle “ecr-i kerîm”; Allah rızası için borç verenlere ve Allah’tan korkanlara vaat edilmiştir. (Yasin, 11)

c) Allah İçin Borç Verenlerin Günahları Bağışlanır

“Eğer Allah’a güzel bir borç verirseniz Allah onu size, kat kat öder ve sizi bağışlar.” (Teğabün, 17) İnsan, zayıf yaratılmıştır, bu sebeple nefsinin kötü arzularına, şeytanın vesvesesine, ahlaken kötü insanların telkinlerine, şehvet ve dünya nimetlerinin cazibesine kapılarak günah işleyebilir. İşlenen günahlardan kurtulmanın yollarından biri şartlarına uygun tevbe etmek, bir diğeri de salih ameller işlemektir. Bu hususu ifade eden birçok ayet (bk. Âl-i İmran, 157; 195; Mâide, 65; Ankebut, 7) ve hadis vardır. Şu örnekleri verebiliriz: “Ey iman edenler! Allah’a karşı gelmekten sakının ve doğru söz söyleyin ki, Allah sizin işlerinizi düzeltsin ve günahlarınızı bağışlasın. Kim Allah’a ve Rasulüne itaat ederse muhakkak büyük bir başarıya ulaşmıştır.” (Ahzâb, 70–71) “Kim inanarak ve sevabını umarak Ramazan orucunu tutarsa geçmiş günahları bağışlanır.” (Buhârî, Sıyâm, 6, II, 228) Günahların bağışlanmasına vesile olan güzel amellerden biri de Allah için faizsiz kredi ve borç-ödünç vermektir. Teğabün suresinin 17. ayeti ve aşağıdaki ayet bu hususu açıkça ifade etmektedir.

ç) Allah, Borç Verenleri Cennetlere Koyar

“Eğer namazı kılar, zekâtı verir ve elçilerime iman eder, onları desteklerseniz, Allah’a güzel bir borç verirseniz, elbette sizin kötülüklerinizi örterim ve andolsun sizi, içinden ırmaklar akan cennetlere koyarım.” (Mâide, 12)

Ayette beş görev zikredilmiştir: Namazı dosdoğru kılmak, zekât vermek, peygamberlere iman etmek, onları desteklemek ve Allah için faizsiz kredi, borç ve ödünç vermek. Bu görevleri yapanlara iki şey vaat edilmiştir: Biri günahların örtülüp gizlenmesi, affedilip bağışlanması, diğeri altlarından ırmaklar akan cennete konulmasıdır.

Karz-ı hasen ile ilgili ayetlerden faizsiz kredi ve borç vermenin; günahların bağışlanmasına, Allah’ın rızasını ve çok değerli mükâfatların bulunduğu cenneti kazanmaya vesile olan salih bir amel olduğu anlaşılmaktadır.

Farz, vacip ve mendup olan yardımlar yani zekât, sadaka-i fıtır, sadaka-i tatavvu ve infak gibi karz-i hasen de İslam dininin sosyal yardımlaşma ve dayanışma, fakirleri ve borçluları görüp gözetme alanlarından biridir. Zekât ve sadakalar genellikle fakirlere verilir. Belirli bir mal varlığı olan kimse ev alma, düğün yapma, temel ihtiyaçlarını karşılama ve benzeri meşru nedenlerle borçlanabilir, bu kimselere zekât ve sadaka vermek de mümkün olmayabilir. İşte bu durumda karz-ı hasen devreye girer. Onun için yüce Rabbimiz karz-ı haseni teşvik etmektedir.

Kur’an’ın sözlü ve uygulamalı olarak açıklayıcısı olan rehberimiz ve modelimiz sevgili Peygamberimiz (s.a.s.), borç vermeyi tavsiye ve teşvik etmektedir: “Kim zor durumda olan kimseye borç verir ve geri ödeme kolaylığı sağlarsa, Allah da ona dünya ve ahirette kolaylık sağlar.” (İbn Mâce, Sadakat, 14, No:2417)

Peygamberimiz, zor durumda bulunan birine borç veren Müslüman’a, kendisine geri ödeninceye kadar her gün sevap yazılacağını, vade dolduğu halde borçluyu sıkıştırmadığı takdirde alacaklı olduğu para kadar veya iki katı kadar sevap yazılacağını beyan etmiştir. (İbn Mâce, Sadakat, 14, 19; No: 2418, 2430) “Kim mümin kardeşinin bir ihtiyacını karşılarsa, Allah da onun bir ihtiyacını karşılar. Kim Müslüman’ın bir sıkıntısını giderirse, Allah da onun kıyamet günü sıkıntılarından bir sıkıntısını giderir.” (Buhârî, Mezalim, 4, No: 2310)

İbn Mâce’nin es-Sünen’inde; “Miraç gecesi Cennetin kapısı üzerinde, ‘sadaka on misli sevapla karşılanır. Borç ise on sekiz misli sevap ile karşılanır’ yazılı olduğunu gördüm. Cebrail’e, ödünç vermenin sadakadan üstün olmasının sebebi nedir diye sordum. Cebrail: ‘Çünkü dilenci, yanında olduğu halde dilenir. Hâlbuki borç isteyen kimse ancak muhtaç olduğu için borçlanır’ diye cevap verdi” anlamında bir rivayet vardır. (İbn Mâce, Sadakat, 19, No: 2430) Ancak Ahmed ibn Hanbel, Yahya ibn Ma’în, Ebu Dâvûd, Nesâî ve Dârekutnî, bu rivayetin zayıf olduğunu söylemiştir. (İbn Mâce, es-Sünen, Sadakat, 19, No: 2430) Hâlbuki Kur’an’da, “hasene” olan görevleri yapanlara “kat kat”, “10 kat”, “700 kat” ve “hesapsız derecede” mükâfat verileceği bildirilmektedir. (bk. Nisa, 40; En’am, 160; Bakara, 261; Zümer, 10)

2. Karz Akdinin Şartları

Karz-ı hasen; esasen maddî bir karşılığı gözetilmeyen bağış ve iyilikten ibarettir. Karz işlemi, bir borçlanma işlemidir. Her karz (ödünç), bir borçtur (deyn), fakat her deyn karz değildir. Aynı şekilde her ödünç verilen şey de karz değildir. Çünkü fıkıh dilinde misli ve piyasada emsali bulunan buğday, pirinç, ekmek ve yumurta gibi mal ve ürünlerin borç verilmesine “karz” (tüketim ödüncü); ev eşyası, tarım aleti, kitap ve benzeri yararlanıp geri verilen şeylerin borç verilmesine ise “âriyet” (kullanım ödüncü) denir. Borç sözleşmesinde olduğu gibi karz-ı hasen sözleşmesinin de bazı şartları vardır ve bu şartlara uyulması gerekir.

a) Borç veren kişi akıllı ve ergenlik çağına gelmiş olmalı yani bağış yapabilme ehliyeti bulunmalıdır.

Çocuklar mümeyyiz bile olsalar bağış yapabilme ehliyeti olmadıkları için borç veremezler. Aynı şekilde baba veya vasiler velayet ve vesayeti altındaki çocukların ve yetimlerin malları ve paraları konusunda bağış yapabilme ehliyetine sahip değildir. Dolayısıyla babalar veya vasiler çocukların veya yetimlerin mallarını ve paralarını borç olarak kendileri de alamazlar, başkalarına da veremezler.

b) Borç alan kimse, tasarruf ehliyetine sahip olmalıdır.

c) Borç olarak verilen şey, para ve döviz gibi değişim aracı veya altın, gümüş, demir ve buğday gibi mislî bir mal olmalıdır.

Mislî mal; ölçü, tartı ve sayı ile alınıp satılan ve piyasada emsali bulunan mallardır. Mislî mallar, fertler arasında değer ve fiyat farkına yol açmaz, dolayısıyla borcun geri ödenmesinde anlaşmazlığa düşülmez. Kıyemî mal; ölçü, tartı ve sayı ile alınıp satılmayan ve piyasada emsali bulunmayan mallardır. Bu mallar karz olarak verilemez. Çünkü bu tür malların, fertler arasında değer ve fiyat farkı olur ve malların emsali piyasada bulunmaz. Bu sebeple borcun geri ödenmesinde sıkıntılar ve çekişmeler yaşanır.

Hanefilerin dışındaki mezheplere göre özellikleri ve nitelikleri belirlenmiş şeyler mesela ölçü ve tartı ile alınıp satılan mallar, ticaret malları ve hayvanlar borç olarak verilebilir, fakat ev, arsa, tarla, mücevher ve madenler borç olarak verilemez.

ç) Borç alan ve borç veren kişiler; ihtilafa ve çekişmeye yol açmayacak şekilde borç akdine konu olan mal ve ürünün niteliğini ve miktarını, paranın cinsini ve miktarını açık ve net bir şekilde belirlemeli, karz akdini hile ve aldatmadan uzak tutmalıdırlar.

d) Karz akdinde; borç verene menfaat sağlayacak herhangi bir şart koşulmamalıdır.

Böyle bir şart koşulduğu takdirde, bu şart geçerli olmaz. Mesela bir kimse, birine borç vermesi için evini kendisine satması veya verdiği üründen veya paradan fazlasını vermesi şartını koşması geçerli olmaz. Borçlunun bu fazlalığı ödemesi gerekmediği gibi, borç verenin de alması caiz olmaz. Söz gelimi birine bin lira borç veren bir kimse, altı ay sonra geri alırken bin yüz lira verilmesini şart koşsa veya buna benzer maddî bir şey istese bu faiz olur. Bu tür faize, “ribe’l-kurûz” (karz faizi) denir. Bir hadiste bu husus, “Menfaat getiren her karz ribadır” şeklinde ifade edilmiştir. (Aclunî, Keşfü’l-Hafa, II, 164, No:1991; Beyhakî, V, 350)

Allah rızası için verilen borçtan dünyevî bir menfaat talep edilmez. Menfaat talep edildiği zaman karz-ı hasen, “Allah’a borç” verme anlamını taşımaz. Peygamberimiz (s.a.s.), borç vermeyi “menîha” yani gönül hoşnutluğu ile yapılan bir bağış ve iyilik olarak ifade etmiştir: “Kim gönül hoşnutluğu ile bir borç verirse, akşam sabah sadaka vermiş gibi sevap kazanır.” (Müslim, Zekât, 73; bk. Tirmizî, Birr, 37, No: 2023)

Prensip olarak karz akdinde borç verenin de borç alanın da zarar görmemesi gerekir. Müçtehitler, altın ve gümüş paranın ayar veya ağırlığının düşürülmesi hâlinde borçlunun borcunu, borçlanma zamanındaki paranın ağırlığı ve değeri üzerinden vermesi gerektiği konusunda ittifak etmişlerdir. Bakır ve bronz paralar ile altın ve gümüş oranı çok düşük paraların değerinin değişmesi hâlinde Ebu Hanife ve fakihlerin çoğunluğuna göre borç alınan paranın her halükârda mislinin, Ebu Yusuf’a göre paranın borç verildiği zamanki kıymetinin verilmesi gerekir. Para tedavülden kalksa veya değeri düşse Ebu Yusuf’a göre paranın borç alındığı zamanki değerinin verilmesi gerekir. Aynı şekilde tartı ile veya ölçü ile alınıp satılan bir ürün borç alınsa sonra bu ürünün değeri düşse veya artsa Ebu Hanife’ye göre misli, Ebu Yusuf’a göre borç alındığı zamandaki kıymetinin verilmesi gerekir. Bu itibarla özellikle enflasyonun (paranın değer kaybının) yüksek olduğu zamanlarda ve yerlerde, verilen paranın değer kaybının telâfi edilmesi için tedbirler alınması gerekir. Mesela para yerine altın veya döviz verilebilir veya para, değerini koruyan bir ürüne endekslenebilir veya herhangi bir şart koşulmadan eğer para değer kaybına uğramışsa borç alan kimsenin, paranın borç aldığı zamandaki değeri kadar geri ödeme yapması gerekir. Çünkü yüce Allah, borç verenin de borç alanın da zarar görmemesini istemektedir: “Eğer böyle yapmazsanız (faizcilikten vaz geçmezseniz), Allah ve Rasulü ile savaşa girdiğinizi bilin. Eğer tevbe edecek olursanız, anaparalarınız sizindir. Böylece siz ne başkalarına haksızlık etmiş olursunuz, ne de başkaları size haksızlık etmiş olur.” (Bakara, 279)

Peygamberimiz (s.a.s.) birinden genç bir deve ödünç alır. Zekât develeri gelince bir sahabîyi alacaklıya aynı yaşta bir deve vermekle görevlendirir. Sahabî, Hz. Peygambere, develer arasında ödünç alınan devenin niteliğinde bir deve bulunmadığını ve mevcut develerin daha iyi olduğunu söyler. Bunun üzerine Hz. Peygamber (s.a.s.) sahabîye alacaklıya daha iyi develerden birini vermesini söyler ve şöyle buyurur: “En hayırlınız borcunu en güzel biçimde ödeyeninizdir.” (Buharî, İstikraz, 4-7, No: 2260-2263; Müslim, Müsakat, 118-122)

e) Vadeli alım-satım sonucu borçlarda olduğu gibi, karz akdinde ödeme takvimi belirlenmez.

Karz akdi bağlayıcı olmayan akitler arasında yer alır. Bir ödeme tarihi belirlense bile bu tarih bağlayıcı olmaz. Alış-veriş borcunda (deyn) geri ödeme süresi bağlayıcıdır, dolayısıyla alacaklı, alacağını zamanından önce isteyemez, borçlu da borcunu belirlenen tarihte ödemesi gerekir. Karz akdinde ise belirlenen süre bağlayıcı olmadığı için borç veren kişi, borçludan borcunu belirlenen süreden önce isteyebilir, borçlu da borcunu belirlenen süreden önce veya sonra ödeyebilir. Eğer bir ödeme zamanı belirlenmiş ise, bu şarta fıkhî açıdan uyulması zorunlu olmasa da ahlaken uyulması gerekir.

Alacaklının, borçluya borcunu vermesi için sıkıştırmaması gerekir. Çünkü borçluyu sıkıntıya sokmak, “karz-ı hasen” kavramı ile bağdaşmaz. Yüce Allah, borçluya mühlet verilmesini istemektedir: “Eğer borçlu darlık içindeyse, ona eli genişleyinceye kadar mühlet verin. Eğer bilirseniz, (borcu) sadaka olarak bağışlamanız, sizin için daha hayırlıdır.” (Bakara, 280)

Borçlunun borcunu suistimal etmeden en kısa zamanda ödeme imkânı elde edince geciktirmeden ödemesi gerekir. Peygamberimiz (s.a.s.), “Sizin en hayırlınız borcunu en güzel biçimde ödeyeninizdir” buyurarak, borcun en iyi bir şekilde ödenmesini teşvik etmiştir. (Müslim, Müsakat, 122) İmkânı olduğu halde borçlunun borcunu ödememesi zulümdür. Peygamberimiz (s.a.s.), “İmkânı olanın, zengin kimsenin borcunu zamanında ödemeyip uzatması zulümdür” buyurmuştur. (Müslim, Müsakat, 33)

Malikî müçtehitlere göre karz akdinde belirlenen ödeme takvimi hukuken de geçerlidir ve uyulması gerekir.

f) Muhtemel anlaşmazlıkları ve mağduriyetleri önlemek için karz akdinin yazılı belge ve şahitle tevsik edilmesi isabetli bir davranış olur.

Bakara suresinin 282. ayetinde borçların yazılması ve tanık tutulması emredilmektedir. Dört mezheb imamının da içinde bulunduğu çoğunluğa göre ayetteki emirler borcu güvence altına almaya yöneliktir, dolayısıyla bağlayıcı değildir, yapılırsa daha iyi olur. Buna mukabil; Dahhâk, Muhammed ibn Cerir et-Taberî (III, /3/120), Dâvûd ez-Zâhirî ve Nehaî gibi bazı fakih ve müfessirlere göre ayetteki emirler bağlayıcıdır, terk eden itaatsizlik etmiş ve günaha girmiş olur. (Taberî, III, 3/117) Ebu Saîd el-Hudrî, Hasan el-Basrî, Şa’bî, Atâ b. Ebî Rebah, İbn Cüreyc, İbn Zeyd ve İbn Uyeyne gibi bir kısım müfessir ve fakihe göre ayetteki emirler başlangıçta zorunluluk ifade ediyordu, 283. ayetin inmesiyle bu zorunluluk kaldırılmıştır. (Taberî, III, 3/118-119; Hazin, I, 340; Kurtubî, II, 383, 402-403)

g) Karz akdi, icap ve kabul ile yani birinin borç istemesi, diğerinin de istenen borcu vermesi ile gerçekleşir (irade beyanı).

Borç alan kimse, para, altın, gümüş, ekmek ve yumurta gibi borç aldığı şeye malik olur. Borcun alacaklıya geri verilmesi ile karz akdi sona erer. (bk. Kasanî, VII, 394-396; Bilmen, VI, 94-104; Apaydın, DİA, Karz, XXIV, 520-534)

Sonuç olarak; borç vermek İslam’ın teşvik ettiği ve sadakadan daha sevap olan bir ibadet ve sosyal yardımlaşmanın önemli vasıtasıdır. Borç akdi ile ilgili şartlara ve kurallara uyulmalı, tartışma ve hak kaybına fırsat verilmemelidir. İmkânı olanlar muhtaç olanlara borç vermeli, borç alanlar da borçlarını eksiksiz ve zamanında ödemelidirler. Kur’an’da alışveriş akdine ve yapılan sözleşmelere uyulması emredilmekte (Bakara, 177; Mâide, 1; İsrâ, 34; Müminûn, 8); borç ilişkisinde karşılıklı rızâ ve gönül hoşnutluğu üzerinde ısrarla durulmaktadır (Nisâ, 4, 29). Hz. Peygamber (s.a.s.), “Müslümanlar şartlarına bağlıdırlar” buyurmuştur. (Ebû Dâvûd, Akdıye, 12, No: 3594) Bu itibarla borç sözleşmelerinin sağlam yapılması ve sözleşmenin gereğinin yerine getirilmesi zorunlu dinî bir görevdir.

Borç ilişkisinde aslolan tarafların borçlarını, gerektiği zaman ve istenilen şekilde ödemesidir. Şu hadisler borcun ödenmesini teşvik etmektedir: “Kim ödemek üzere insanların mallarını borç olarak alırsa, Allah onun borcu ödemesine imkân verir. Kim de itlaf etmek, vermemek üzere alırsa, Allah da onun malını itlaf eder.” (Buharî, İstikraz, 2, No: 2257)

Hz. Âişe validemiz sahabeden Urve’ye Peygamberimizin borçtan Allah’a sığındığını şöyle anlatmıştır: “Rasulüllah (s.a.s.) namaz (sonunda), “Allah’ım! Günahtan ve borçtan sana sığınırım” diye dua ederdi. Bir sahabî Hz. Peygambere, “Ey Allah’ın Elçisi! Ne kadar çok borçtan Allah’a sığınıyorsun?” dedi. Hz. Peygamber, “Çünkü insan borçlanıp (ödeme sıkıntısı çekince) konuştuğu zaman yalan konuşur, vaat edince vaadini yerine getiremez” buyurdu. (Buharî, İstikraz, 10, No: 2267)

21 Ekim 2010 Perşembe

Helal ve haram bilinci

Yüce Allah Kur’an-ı Kerim’de, “Ey iman edenler! Allah’ın size helal kıldığı iyi ve temiz nimetleri (kendinize) haram etmeyin ve (Allah’ın koyduğu) sınırları aşmayın. Çünkü Allah, haddi aşanları sevmez. Allah’ın size rızık olarak verdiklerinden helal, iyi ve temiz olarak yiyin ve kendisine inanmakta olduğunuz Allah’a karşı gelmekten sakının.” (Mâide, 87, 88) buyurarak helal ve haram duyarlılığına sahip olup haddi aşmamayı ve takvayı yani kendisine karşı derin bir saygı duyup topyekün bir kulluk ve sorumluluk bilinciyle hareket etmeyi emretmektedir. Allah’a karşı duyduğumuz derin saygı ile irademiz ve tercihlerimizde Allah’ın rızasını göz önünde bulundurup davranışlarımızı buna göre şekillendirmemiz, dünyada mutlu ve huzurlu olmamızı sağlayacak, ahirette de kurtuluşumuza vesile olacaktır. (Âl-i İmrân, 136)

Her konuda bizlere örnek olan Sevgili Peygamberimiz (s.a.s.) de helal-haram duyarlılığı hususunda şu uyarıyı yaparak hepimize önemli bir kıstas getirmektedir: “Helal olan şeyler belli, haram olan şeyler bellidir. Bu ikisinin arasında, halkın birçoğunun helal mi, haram mı olduğunu bilmediği şüpheli konular vardır. Şüpheli konulardan sakınanlar, dinini ve iffetini korumuş olur. Şüpheli konulardan sakınmayanlar ise gitgide harama dalar. Tıpkı sürüsünü başkasına ait bir arazinin etrafında otlatan çoban gibi ki, onun bu araziye girme tehlikesi vardır. Dikkat edin! Her padişahın girilmesi yasak bir arazisi vardır. Unutmayın ki, Allah’ın yasak arazisi de haram kıldığı şeylerdir.” (Buhari, Büyû 2; İman, 39) Peygamber Efendimiz (s.a.s.)’in bu uyarısı, sadece haramdan ve harama yol açan vasıtalardan kaçınmamızı değil; aynı zamanda haram şüphesi taşıyan işlerden de uzak durmamızı öğütlemektedir.

Allah’ın çizdiği sınırlara riayet edip onları aşmama hasleti ve helal-haram duyarlılığı, yüksek değerler ve erdemlerle donanımlı bir insan modeli ortaya çıkararak, başta insanlar arasında olmak üzere her alanda hak ve hukukun gözetilmesine vesile olur. Böylece söz konusu haslet ve duyarlılık, insanları, bir taraftan hayatın bütün alanlarında iyilik, doğruluk, istikamet ile meşru ve helal kazanç elde etmeye yöneltirken; diğer taraftan toplumların huzurunu bozan gıybet, iftira, koğuculuk, insanların gizli hallerini araştırma, yetim malına el uzatma, hırsızlık, gasp, faiz, kumar; kamu mallarını zimmete geçirme, alışverişi hileli yapma, eksik ölçüp tartma, kalitesiz mal üretip pahalıya satarak servet elde etme gibi her türlü gayrimeşru davranış ve kazançtan uzak durmaya sevkeder.

Bu hasletler ayrıca bütün yaratılmışlara şefkat ve merhametle muamele etmeye, eşyayı, tabiatı ve çevreyi birer emanet olarak kabul edip sorumluluk içinde yararlanılması gereken imkânlar olarak görmeye neden olur. Böylece Allah’ın çizdiği sınırlara riayet eden Müslümanlar mana ile maddeyi, şahısların özel çıkarı ile toplumun genel yararını, dünyevi ve geçici kaygılarla ahirete dair kalıcı saadeti, insanların temel ihtiyaçlarıyla diğer yaratılmışların haklarını bir arada gözetmeyi ve dengeli hareket etmeyi başarır. Sonuçta hem bireysel ve toplumsal hayatımızda hem de tabiatta karşılaşacağımız olumsuzlukların önüne geçilerek hayatın akışının sürekli iyiye doğru yol alması sağlanır.

Çağımızın küreselleşmiş sorunları karşısında daha kalıcı çözümler üretme hususunda sorumluluğu olan biz Müslümanların, bu sorumluluğumuz çerçevesinde Allah’ın sınırlarına riayet ve helal-haram duyarlılığımızı en üst seviyede muhafaza etmemiz son derece önemlidir.

7 Ekim 2010 Perşembe

İlim yükseltir, cehalet alçaltır

İlim yükseltir, cehalet alçaltır.
* Ahlak ve edep, aklın dışarıdan görünüşüdür. Kişinin aklı edebi kadardır.
* Akılda kemalin şartı, ahlak ve edepte kemaldir.

* Hayırlı insan, ailesine ve çocuklarına faydalı olandır. Her fayda ehl-i sünnet itikadının içindedir.

* İslamiyet, bütün nimetlerin cem edilip, insanlara sunulmuş şeklidir.
* Akıllı insan aklını kullanır. Daha akıllı olan başkalarının da aklını kullanır.

* Kişinin kalbinde ne kadar kibir varsa, aklında o kadar noksanlık vardır.
* Kibirli insan, ateşe hevesli insan demektir.

* Başkasına yük olan alçalır.
* Dil bir canavar gibidir, serbest bırakılırsa parçalar. Ama önce sahibini.
* Her fenalıktan sakınmanın yolu, dili tutmaktır.

* Söz taşımak, yani kovuculuk yapmak, emanete hıyanet etmektir.
* Söz ilaç gibidir. Azı faydalı, çoğu zararlıdır.

* Kendine acımayan, başkasına hiç acımaz. Kendine acımanın yani iyilik etmenin yolu, beş vakit namazdan geçer.

* Kötü insan, kimseye iyi zan beslemez. Çünkü o, herkesi kendisi gibi görür. Bütün kötülüklerin başı kötü arkadaştır.

* Kişi, dilinin altındadır, konuşturursanız, ne olduğunu anlarsınız.
* Bir farzı vaktinde yapmak, bin senelik nafile ibadetten daha iyidir.
* Kalb temiz olursa, dilden güzel sözler çıkar. Dil, gönlün aynasıdır.

* Çalışıp kazanma zahmeti çekmemiş olanda hayır yoktur.
* Canınız sıkıldığı zaman çalışınız.
* Dünyada ve ahirette iyilik, iman, namaz ve sabır ile ele geçer.

* Sabretmeyen zafere kavuşamaz.
* Öldükten sonra yaşamak isterseniz, kalıcı bir eser bırakınız.
* Edep öğrenilmeden, ilim öğrenilmez.

* Yolunu, paranı, itikadını kimseye söyleme.
* Hakiki sevgi, iyilik ve kötülük gördüğünde değişmeyen sevgidir.

* Çalışmayıp, herkese muhtaç kalanların dini ve aklı noksan olur.
* İlmiyle amel etmeyen âlimin ilmine güvenilmez.
* Açları doyurmak, af ve mağfirete sebep olur.

* Akıllı insan, korktuğu başına gelmeden önce onun çaresine bakandır.
* Şükredilen nimet devamlı olur.
* Kendi görüşünü beğenen doğruyu bulamaz.

* Başkalarının ayıplarını araştırmayı terk eden, kendi ayıplarını görüp düzeltir.
* Ahmaklık, hatada ısrar etmektir.

* Kötü huydan haramdan sakınır gibi sakının.
* Üç şey kalbi öldürür; çok konuşmak, çok uyumak, çok yemek.

* Dini ve imanı hakkında, (Sonum ne olur) diye söğüt yaprağı gibi titremeyenin sonu tehlikelidir.

4 Ekim 2010 Pazartesi

Başarmanın Anahtarı Çalışmak

Kur’an’ın evrensel prensiplerinden birisi de “çalışmak”tır. Çalışmak, Allah'ın bir kanunudur. Kâinatta her şey bu kanuna boyun eğmiş, her zerrenin varlığı çalışmaya, hareket etmeye, bağlı kılınmıştır. Her varlık yaşamını devam ettirebilmek için devamlı bir çalışmanın içindedir. Gezegenler, güneş sistemindeki hareketlerine devam etmeseler âlemin düzeni alt üst olur, kalbimiz çalışmasa hayatımız sona erer. Velhasıl âlemdeki her şey, sürekli bir çalışma ve dinamizm/hareketlilik hâlindedir.

İslam’da çalışma izzet, şeref ve itibar vesilesidir. Yüce Rabbimiz birçok ayette çalışmanın önemini beyan etmiştir. (Nisa, 32; Kasas, 77; Şûra, 20; Necm, 39-41; İnsan, 22; Leyl, 4.) Allah Teâlâ, insanı kendisi adına yeryüzünde tasarrufta bulunması için halife olarak yaratmış ve varlıkları insanın emrine vermiştir. Cenab-ı Allah’ın insana böyle bir sorumluluk yüklemesi, varlıkları onun emrine vererek şereflendirmesi, insanın aktif ve dinamik bir varlık olmasını gerektirmektedir. (Elmalılı Hamdi Yazır, Hak Dini Kur’an Dili, C. 1, Çelik-Şûrâ Yay., İstanbul 1993, s. 299.) Ayrıca Yüce Rabbimiz: “İman edip salih amel işleyenlere gelince, Allah onların mükâfatını tastamam verecektir.” (Bakara, 25, 82; Âl-i İmran, 57; Nisa, 57, 122-123,173; Maide, 9.) anlamındaki ayetlerde, iman etmenin arkasından salih amel işlemeyi, yani hayırlı, faydalı, iyi ve güzel işler/faaliyetler içerisinde bulunmayı müminlerin bir özelliği olarak zikretmiştir. İlgili ayetlerdeki insanoğluna yönelik “salih amel” kavramı umumî bir ifade olup, farz ve nafile ibadetlerin yanı sıra, onun bedenî, zihnî, kalbî bütün hayırlı/faydalı ve güzel faaliyetlerini kuşatmaktadır. Bu noktada tefekkür zihnin faaliyeti, zikir ise kalbin ve dilin faaliyeti olduğunu bilmeliyiz. Ahiret mükâfatına ilave olarak, her hayırlı ve faydalı faaliyetin içine peşin mükâfat olarak zevk, lezzet, huzur ve saadetin verilmesi, ayrıca bir ilahî lütuftur. (Yunus Vehbi Yavuz, Çalışma Hayatı ve İslam, Tuğra Neşriyat, İstanbul 1992, s. 38.)

Çalışma her şerefin temeli, her başarının anahtarıdır. Çalışma olmasaydı insanlık bugünkü bilimsel ve teknik ilerlemeleri sağlayamaz, ilkel yaşamdan kurtulamazdı. Çalışma sayesinde insan huzurlu ve rahat bir hayat yaşar. Çalışma ile boş vakit değerlendirilir, servetler bereketlenir, gelir artar. İnsan, ahirette Allah’ın huzurunda kurtuluşa erer, zira Allah, çalışkan ve salih kullarını sever. (Yavuz, age., s. 39.)

Yüce Allah, Kur’an’da çalışmanın önemini belirterek şöyle buyurmaktadır: “İnsana kendi çalışmasından başka bir şey yoktur. Onun çalışması yakında görülecektir. İnsana karşılığı tastamam verilecektir.” (Necm, 39-41) Bu ayetler insanın ancak çalışarak ilerleyebileceğini, dünya ve ahiret saadetinin ancak helal ve meşrû yoldan çalışmakla mümkün olduğunu ifade etmektedir. Ayrıca bu ayetlerde, insanın kemali ve olgunluğu da başkalarının çalışmasıyla değil, ancak kendi çalışmasıyla mümkün olacağı açıklanmaktadır. Nitekim bir hadiste de bununla ilgili olarak; “Hiç kimse, kendi el emeğinden daha hayırlı bir lokma yememiştir. Allah’ın peygamberi Hz. Davut (a.s.) da kendi elinin emeğini yerdi.” buyrulmuştur. (Buhârî, Büyû, 15.)

Her insan ancak kendi çalışmasının karşılığını görür, diğer insanların çalışması neticesinde elde ettikleri şeylere sahip olamaz. Bu nedenle Yüce Rabbimiz, bütün insanları çalışmaya teşvik ederek, çalışmayan kimsenin fayda temin edemeyeceğini, her çalışanın çalışmasının meyvesini alacağını belirtmiştir. Yüce Rabbimiz böylece, insanı atalet ve tembellikten men etmiş, dünyada ve ahirette huzur ve saadete ulaşmak için çalışmayı, helal ve meşrû yollardan kazanmayı emretmiştir.

Kur’an-ı Kerim, dünyanın imar edilmesi için çalışmayı teşvik etmiştir. Gayretli olmayı, rızık elde etmenin ve geçimini temin etmenin esası saymıştır. Rızık, insana hiç çalışmadan verilecek değildir. Rızık ister tarım, ticaret, sanayi gibi beden ve adale gücü gerektiren bir iş olsun; isterse doktor, öğretmen, avukat, mühendis gibi bilgi veya düşünce çabası gerektiren iş olsun, ancak ciddi bir çaba ve uğraşının neticesinde gelir. (Şamil İslam Ansk., "Çalışmak” mad., C. 2, Dergah Ofset, İstanbul 2000, s. 43.)


Bütün bu işler, hayatın tabiî ve zaruri ihtiyaçlarından sayılır. Bunlar, dünyanın ayakta durması, hayatın ıslah edilmesi, bilim ve teknikte, medeniyette ilerleme ve gelişme sağlanması, toplumların hür, müreffeh ve rahat yaşaması için mutlaka gerekli olan farz-ı kifayedendir. Bu görev taksimi bağımsız, şahsiyetli ve onurlu bir hayat yaşamak isteyen her milletin milli iktisadının ana direğidir. (Yavuz, age., s. 39.) Bu nedenle Müslümanların çalışarak üretim ve verimlilik şartlarını sağlaması, böylece hiçbir sömürgeci gücün ve yabancı düşmanların Müslümanların içişlerine karışmasına, baskı yapmasına, ekonomik yönden ve diğer yönlerden Müslümanlara hâkim olmasına imkân vermemeleri gerekir.

Peygamberler, hem geçimlerini kazanma hem de tebliğ, temsil ve ubudiyet gibi dinî sorumluluk noktasında daima çalışma ve gayret içerisinde olmuşlardır. Hatta geçimlerini temin hususunda birçok peygamberin belli mesleklerin piri olacak kadar hayatı kazanmada öncü oldukları bilinmektedir. Örneğin, Hz. Âdem (a.s.) hem çiftçilik hem de dokumacılık, Hz. İdris (a.s.) terzilik, Hz. Nuh (a.s.) ve Hz. Zekeriya (a.s.) marangozluk, Hz. İbrahim (a.s.) çiftçilik ve dokumacılık, Hz. Davud (a.s.) demircilik, Hz. Hud (a.s.) ve Hz. Salih (a.s.) ticaret, Hz. Eyyüb (a.s.) çiftçilik, Hz Musa (a.s.) ve Hz. Şuayb (a.s.) çobanlık yapmış, Peygamberimiz (s.a.s.)’de gençliğinde çobanlık ve ticaret yapmıştır. (Yavuz, age.,s. 46-49.) Raşid halifelerden (Allah hepsinden razı olsun) Hz. Ebu Bekir (r.a.) manifaturacılık, Hz. Ömer (r.a.) dericilik, Hz. Osman (r.a.) ticaret yapmıştır. (Nurettin Turgay, Kur’an’da Mal Kavramı, Fecr Yay., Ankara 2006, s. 81.)

Dünya geçimini temin açısından bakıldığında Allah Resulü (s.a.s.): “Bir kimse kendi el emeğiyle çalışıp kazandığından daha hayırlı bir şey yememiştir”, (Buhârî, Büyû, 15.) “İnsanın kazandıklarının en hayırlısı çalışıp kazanarak elde ettikleridir.”, (Ahmet b. Hanbel, Müsned, 2/354, 357.) “Kişi kendi elinin emeğinden daha helal ve temiz bir kazanç elde etmemiştir.” (Ebu Davud, Büyû, 79; Tirmizî, Ahkâm, 22; Nesâi, Büyû, 1; İbn Mace, Ticârât, 1.) buyurarak, çalışıp temiz ve helalinden kazanmanın önemini belirtmiştir.

Peygamberimiz (s.a.s.) helal ve temiz kazancı sadece emretmekle kalmamış, mübarek hayatı boyunca bizzat çalışarak geçimini temin etmiştir. Kendisinin dinî-dünyevî otorite olmasını istismar etmemiş, normal bir insan gibi hem kendisi ve ailesi, hem de toplumu ilgilendiren hizmetlerde bizzat çalışmış; tembellikten ve insanlara yük olmaktan şiddetle kaçınmıştır. Hz. Aişe validemizin anlattığına göre Peygamberimiz (s.a.s.), ailesinin ev işlerine de yardım eder, evini süpürür, koyunlarını sağar, develerini bağlardı. Elbisesini kendisi temizler, ayakkabılarını kendisi tamir ederdi. (İsmail Lütfü Çakan, Ashabının Dilinden Peygamberimiz, Rağbet Yay., İstanbul 2004, s. 13.) Satın aldığı eşyayı bizzat taşır, koyun ve develeri bizzat kendisi sular, onlara işaretleri kendisi koyardı. Mescid-i Nebevi’nin inşası sırasında herkes bir kerpiç taşırken Peygamberimiz (s.a.s.) iki kerpiç taşımış, Hendek Savaşı öncesi hendek kazılması sırasında bizzat hendek kazımında bulunmuş, çıkan toprakları taşımıştır.(Çakan, age., s. 13.)

Çalışmak sadece kişisel veya ailevî ihtiyaçları gidermeye yönelik bir gayret ve mesai değil, aynı zamanda toplumsal üretimi ve refahı artıran çok önemli bir unsurdur. İnsanlara faydalı olan, helal yoldan meşrû bir şekilde kazanan kimse, aynı zamanda toplum için de çalışmaktadır. Bu görev ihmal edildiğinde toplum için zararlı sonuçlar doğacağından, Allah katında bütün toplum sorumlu olur. Bunun için İslam toplumu ve İslam devleti her türlü işin ve mesleğin ustasını yetiştirmekle yükümlüdür. (Şamil İslam Ansiklopedisi, s. 43.)

Bir Müslümanın, kendisi ve bakmakla yükümlü olduğu kimseleri geçindirmeye, borçlarını ödemeye yetecek kadar helalinden kazanması farzdır. İslam, çalışıp helalinden rızık kazanma hususunda “meşruiyet” prensibini esas almıştır. Bu nedenle İslam’da faiz, rüşvet, ihtikâr/karaborsacılık, hırsızlık, vurgunculuk, tefecilik, kalpazanlık, gasp, kumar ve şans oyunları, kamu mallarını haksız yere zimmete geçirmek, yetim malını haksız yere yemek, hileli alışveriş, her türlü sahtekârlık, eksik tartıp ölçmek, işçi ve memurun görevini ihmal ve suistimal etmesi, işverenin çalışanın hakkını vermemesi, kalitesiz mal üreterek elde edilen gayrimeşrû kazanç yasaklanmıştır. Bu nedenle yüce dinimiz İslam, bizlere helal ve temiz rızık kazanmayı emretmektedir. (Sait Şimşek, Kur’an’ın Ana Konuları, Beyan Yay., İstanbul 1999, s. 257.)

Fakirler ve ihtiyaç sahiplerine yardım etmek ve Allah yolunda infak etmek için helalinden fazlaca kazanmak İslam’ın övdüğü, güzel gördüğü bir ameldir. Böyle helal bir kazanç, nafile ibadetten faziletlidir. Çünkü böyle bir kazancın faydası, toplumun tüm bireyleri içindir. Lükse, israfa, gösterişe kaçmamak şartıyla rahat ve huzur içinde yaşamak ve fazlasını Allah yolunda hak sahiplerine infak etmek için daha fazla kazanmak mübahtır. (Süleyman Uludağ, İslam’da Emir ve Yasakların Hikmeti, TDV Yay., Ankara 1989, s. 184.)

Netice olarak söylemek gerekirse: İslam, insanların dünya ve ahiret saadeti için çalışıp helalinden kazanmalarını emretmiş, âlemlere rahmet olarak gönderilen Peygamberimiz (s.a.s.) ve onun güzide ashabı da bizzat çalışarak ve helalinden kazanarak bizlere örnek olmuşlardır. Şurası iyi bilinmelidir ki; bilimde, teknikte, medeniyette ve daha birçok alanda ilerlemenin, gelişmenin yolu ancak çalışmaktan geçmektedir.

2 Temmuz 2010 Cuma

Hz. Peygamber Eğitimle İnsanı Özgürleştiriyordu

Hz. Peygamber (s.a.s.)’in neler yaptığını iyi kavramak için, nasıl bir topluma elçi olarak gönderildiğine, ilahî mesajı iletmekle yükümlü olduğu toplumu nereden nereye ve ne kadar sürede taşıdığına bakmak gerekir. Bu yüzden, Hz. Peygamber’in yaşadığı dönemi, o dönemde içinde büyüdüğü toplumu, bu toplum içinde geçirdiği hayatını ve ahirete göçerken bıraktığı o toplumu bir bütün olarak kendi sosyo-kültürel-tarihsel bağlamı içinde iyi analiz ederek anlam(landırm)adan, onu ve peygamber olarak gerçekleştirdiklerini anlamak mümkün değildir.


Burada böyle bir tarihsel tahlile girişecek değiliz. Ancak, M. Akif’in bir şair duyarlılığıyla yaptığı uzunca tasvirden çok kısa bir alıntı ile yetineceğiz. Bu kısa alıntının bile çok şeye işaret ettiği söylenebilir:

Sırtlanları geçmişti beşer yırtıcılıkta;

Dişsiz mi bir insan, onu kardeşleri yerdi!

…..

Bir nefhada insanlığı kurtardı o mâsum,

Bir hamlede kayserleri, kisraları serdi!



Dünya neye sahipse, onun vergisidir hep;

Medyun ona cemiyeti, medyun ona ferdi.

Medyundur o mâsuma bütün bir beşeriyyet...

Ya Rab, bizi mahşerde bu ikrar ile haşret.

Hz. Peygamber’in çok kısa sürede gerçekleştirdiği inkılabı, insanlık anlamakta zorlanmaktadır. Bu başarıyı anlamak için onu çok yönlü incelemek ve arka planını tanımak gerekmektedir. Peygamber Efendimiz’in başarısını besleyen temel özelliklerinden, dolayısıyla yaptıklarından biri, insanların özgürleşmesini kılavuzlamasıdır. Peygamberlik görevini yerine getiriş süreci, sonuçta insanların özgürleşmesini sağladı.

Hz. Peygamber’in görevi: Tebliğ/eğitim

Hz. Peygamber’in görevi, sadece tebliğ idi. Allah’tan aldığı mesajın, aynen insanlara ulaştırılmasıyla yükümlüydü: “Rasul’ün görevi sadece tebliğ etmektir.” (Maide, 99; Nahl, 35; Nur, 54; Ankebut, 18; Teğabun, 12) “Senin görevin, yalnız tebliğ etmektir.” (Al-i İmran, 20; Ra’d, 40; Nahl, 82) Tebliğ ise, sıradan bir ulaştırma, mesajı salt bir duyurma demek değildir. Tebliğin gerçekleşmesi için, kaynak kişinin zihnindeki anlamın/mesajın, aynen alıcının zihninde de yerini alması gerekmektedir. Bunu gerçekleştirmek, iletişimi gerçekleştirmek demektir. İletişim süreci ise, eğitim-öğretim süreciyle benzerlik arz etmektedir. Peygamber Efendimiz’in yapıp ettiklerini incelediğimizde tebliğ görevini tamamen bir eğitim-öğretim sürecini yürüterek gerçekleştirdiğini görmekteyiz. Bizzat kendisi, zaten “muallim olarak gönderildiğini” (İbn Mace, Mukaddime, 17, No: 229. Ayrıca bk. Müslim, Talak 4) belirttiği gibi, Kur’an da onu tanıtırken bir eğitimcinin niteliklerinden söz etmektedir:

“Nitekim kendi içinizden size ayetleri okuyan, sizi arındıran, size Kitab’ı ve hikmeti öğreten, size bilmediklerinizi öğreten bir Rasul gönderdik. (Bakara, 151; Ayrıca bk. Cumua, 2; Bakara, 129; Âl-i İmran, 164) “İnsanlara gönderilenleri kendilerine açıklayasın diye sana Kur'an’ı indirdik.” (Nahl, 44)

Birçok ayette de O, “Doğru yolu gösteren rehber.” (Şûra, 52), “Allah’a, Allah yoluna davet eden, aydınlatıcı bir lamba, uyarıcı, müjdeleyici” (Ahzab, 45-46), “hatırlatıcı” (Gaşiye, 21; Zariyat, 55) gibi, bir eğitimcide bulunması gereken niteliklerinden söz edilmektedir.

Hz. Peygamber (s.a.s.), insanları eğiterek kafalarını, kalplerini aydınlatmaya, düşünme, anlama, kavrama, seçme, karar verme… yeteneklerini geliştirmek için çalıştı. Onların fıtratlarını koruyup geliştirmelerine, kültürel anlamda insanlaşma, insani yetkinlik düzeylerini yükseltme çabalarına rehberlik etti. Bu rehberliğiyle o, insanları bütün olumsuz ve gereksiz yüklerden, kendilerini esir alan prangalardan kurtarıp özgürleştirdi. Nitekim Kur’an onu, insanların prangalarını söküp atan niteliğinden de söz etmektedir:

“O, onlara iyiliği emreder, onları kötülükten alıkoyar. Onlara iyi ve temiz şeyleri helal, kötü ve pis şeyleri haram kılar. Sırtlarındaki ağırlıklarını indirir, üzerlerindeki prangaları/zincirleri/ bağları söküp atar. Ona iman edenler, ona saygı gösterenler, ona yardım edenler ve ona indirilen nura uyanlar var ya, işte onlar kurtuluşa erenlerdir.” (Âraf, 157)

Özgürleştiren peygamber

Eğitici niteliklerini dile getiren ayetlerle birlikte bu ayet, Hz. Peygamber’i, pranga kıran ve pranga kırmanın yollarını gösteren bir 'özgürlük peygamberi' olarak öne çıkarmaktadır. O, insanların kendilerini esir alan iç ve dış tutsaklık zincirleri tanıma ve onlardan kurtulma konusunda bilinçlenmeleri için didindi. Onun sonuçta gerçekleştirmek istediği şey, insanların her tür tutsaklık zincirinden kurtulup özgürleşmeleriydi.

Hz. Peygamber’in bireyi özgürleştirme çabasının iki boyutundan söz edebiliriz:

1- Bireyin iç dünyasındaki prangalardan özgürleş(tiril)mesi. Bu özgürleşme, içsel özgürlüktür. Bireyin kalbinin ve kafasının, bütün yanlış düşünce ve inançlardan arın(dırıl)ması ile bu özgürlük gerçekleşir. İslam literatüründe, “Allah’a kul olmak suretiyle O’ndan başka her şeyden özgür olma” şeklinde dile getirilen husus, işte budur. Bu noktada birey, kıskançlık, kin, nefret intikam, şehvete düşkünlük, servet ve şöhret hırsı gibi doğal/fıtrı tutkuların tutsaklığından kurtulma imkânını kazanır. Artık, dünyalık hiçbir imkân, hiçbir makam/masiva tutkusu onu abluka altına alamaz.

İşte özgürlük peygamberi, insanın yüreğindeki ve zihnindeki putları kırarak tutkularından, görünür görünmez zincirlerinden, saplantılarından, ideolojik ve şeytani taassuplarından arınarak kula/yaratıklara/dünyalıklara kulluktan Allah’a kulluğa yükselmesinin yolunu gösterdi, bu süreçte onun elinden tuttu. Bireyin, özgürlük gibi bir değeri elde etmek için birçok şeye birden baş kaldırmasını öğretti. Bu çerçevede, bireyin gelenekçi bir tutumla tarihin akışına teslim olmak yerine, tarihin akışını değiştirme sorumluluğunu üslenmeyi tercih etmesine rehberlik etti. Çünkü o günkü toplumsal gerçekliklere bakıldığında, tarihin akışına teslim olmanın gerçek kölelik, tarihin akışını değiştirecek bir irade ve eylem ortaya koymanın ise gerçek özgürlük olduğu açıkça görülecektir.

Akıl, bilgi ve irade özgürlüğü potansiyeline sahip olmanın bir bedeli vardır. O bedel, insan hayatının bir varoluş gerilimi içinde geçmesidir. Bu gerilim, benliği sarsan ve dağıtan güçlerle insanı olgunluğa ve birliğe-bütünlüğe kavuşturan güçlerin mücadelesinin ürünüdür. İnsanın dünyasında, kötülük/fücur eğilimleriyle iyilik/takva eğilimleri yaratılıştan yerlerini almışlardır. Bu iki karşıt güç, insanın iç dünyasında mücadele etmektedir. Kişinin kurtuluşu/özgürleşmesi, bu iki karşıt güçün birincisinden arınıp ikincisini galip kılmasına bağlıdır. (Şems, 8-9) Hz. Peygamber, işte bu galibiyetin iksirini insanların kazanmasına yardımcı oldu.

Böyle bir özgürleşme sürecinin başlatılması ve sürdürülmesi, elbette inanan bireyin bizzat kendisinin gönüllü tercihi ve çabasıyla mümkündür. Böyle bir içsel özgürlük, zorla, başkalarının baskısıyla, dayatmasıyla gerçekleştirilemez. Bu yüzden, böyle bir dönüşümün dinamiğinin/manivelasının bireyin iç dünyasında kurulup işler hale gelmesini sağlayacak kılavuzluğu yapmak, dışardan ilgililerin yapabilecekleri biricik ve en önemli görevdir. Bu görev, tamamıyla bir eğitim işidir. Bireyin girdiği uygun bir eğitim süreci, onda böyle bir arzuyu uyandırarak gönüllü değişimini, değişerek gelişimini, kendini gerçekleştirmesini besleyecektir. Bu bir kendi varlığını inşa etme, varoluş düzeyini bizzat yükseltme sürecidir. Hz. Peygamber, böyle bir süreçten insanların geçmesini sağladı.

Ahlaksal özgürlük

Kalbi ve kafası bütün yanlış inanç ve düşüncelerden arınmış birey, gerçekte ahlaksal özgürlük düzeyine yükselme imkânını elde etmektedir. Çünkü böyle bir içsel arınmayı sağlayacak kadar düşünme/anlamlandırma yeteneği gelişmiş birey, kendi değerlerini oluşturarak onlara göre kendini yönetme, denetleme, hayatını düzenleme düzeyine yükselebilmektedir. Böyle bir gelişmişlik düzeyine sahip biri, bütün tutum ve davranışlarını, tamamen kendisinin oluşturup içselleştirdiği bu öz değerlerine göre belirleyebilmektedir. Bu durumda birey, dışa bağımlılıktan kurtulup bütün dış kayıtlardan/bağlardan özgürleşmektedir.

Bu düzeye erişen birey, bütün tutum ve davranışlarını dıştan gelecek ödül/fayda ve cezalara/mahrumiyetlere göre değil de, tamamıyla bu inanıp özümsediği değerlerine göre belirlemekle gerçek içsel özgürlüğün ürünlerini elde etmiş olmaktadır. Böyle birinin hayatında tam bir tutarlılık vardır; çelişkilere kolay kolay düşmez. Onun nerede nasıl davranacağı, nelere nasıl tepki göstereceği bellidir. Onun kendisini tanıyan bir çevrede olması ile, hiç tanımadığı bir çevrede bulunması, onun tutum ve davranışlarında çelişme/yabancılaşma doğurmaz. Çünkü çevre değişse de, onun tutum ve davranışlarını belirleyen öz değerleri asla kendisinden ayrılmamaktadır; nereye gitse çevrenin etkisiyle değil de o değerlerine göre davranmak durumundadır. O, artık çevrenin güdümünde değil de kendi değerlerinin ışığında yürüyen özgür, bağımsız soylu bir insandır. İşte bu içsel özgürlük, nihayetinde ahlaksal özgürlüğün ta kendisi oluvermektedir.

“Ben ancak, ahlak güzelliklerini tamamlamak için gönderildim.” (Muvatta, Husnu’l-Huluk) diyen Hz. Peygamber (s.a.s.), işte bu, ahlakça özgürleşmeyi kılavuzlama rolüne işaret etmektedir. O, insanların çevrenin esiri olmaktan kurtulup ahlaksal özgürlük düzeyine yükselmeleri için çalıştı. Kendisini örnek aldığını iddia edenlerin, ahlakça özgürleşme düzeyleri oranında onu örnek edinmiş olacaklarına işaret etti.

Üstelik bütün bunları, hiçbir baskıya baş vurmadan, hiç kimseyi zorlamadan, korkutmadan yaptı. Kendi ifadesiyle o, tam bir muallim olarak tebliğ görevini yerine getirmek suretiyle insanların özgürleşmesine kılavuzluk etti. Bugün din eğitimi faaliyeti yapan anne-baba ve diğer eğitimcilerin, Hz. Peygamber’in eğitim(ciliğ)inin felsefesini, arka planını, özünü doğru anlayıp güncellemeye çalışırken bu boyuta özellikle dikkat etmeleri gerekmektedir.

2- Dışsal özgürlük. Bireyin kendini gerçekleştirmesini engelleyen dış zincirlerden kurtulması, bireysel özgürlüğün bütünlüğü açısından gerekmektedir. Onun için bir taraftan “sadece Allah’a kul olarak” içsel özgürlüğe kavuşmaya çalışan bireyin, çevreden gelecek baskılardan, dayatmalardan, zorbalıklardan da azade kılınması, kendini olgunlaştırması açısından önemlidir. İçsel özgürlük bireysel bir sorun iken, dışsal özgürlük sosyal/siyasal bir sorundur. Bu ikisi arasında etkileşim söz konusudur, birbirlerini beslerler. İçsel özgürlüğün hem oluşturulması hem de onun gereği olarak oluş(turul)an tutum ve davranışların dışa yansıması, konusunda dışsal özgürlüğün önemli rolü vardır. Ortada toplumsal özgürlük olmadan insanların diledikleri gibi Müslüman olabilmesi (tabi başkalarının da diledikleri nitelikte olmaları) nasıl mümkün olabilir? Önce “din özgürlüğü” olmalı ki, dindarlık (veya dinsizlik) yaşanabilsin.

Hz. Peygamber (s.a.s.), içsel özgürlük kadar dışsal özgürlüğü de önemsemiş ve dışsal özgürlüğün de temel ilkelerini ortaya koymuştur. “Dinde hiçbir zorlama yoktur.” (Bakara, 256), “Sen sadece bir hatırlatıcısın, insanlara zor kullanacak değilsin.” (Ğaşiye, 22) ve benzeri ayetlerden hareketle bu dışsal özgürlüğün çerçevesini çizmiştir. Tam bir din ve vicdan özgürlüğünün gerekliliğini teorik düzlemde ortaya koymakla yetinmemiş, aynı zamanda onu pratize edip somutlaştırmıştır da.

İnsanları özgürleştirmek adına yola çıkıp da onları kalıplayarak esir alanların, Hz. Peygamber’den alacakları çok dersler var!

Kur’an’ın Gölgesinde Hayat

Elif Lâm Râ. Bu (Kur’an), sonsuz hikmet sahibi ve her şeyden haberdar olan Allah tarafından, bütün yönleri ile ayetleri mükemmel hale getirilmiş, sonra da ayrıntılı bir şekilde açıklanmış bir kitaptır. (Hud, 1)


Kur’an’ın gölgesinde insan, fikirde, duyguda derinleşmeyi, büyük düşünmeyi ve ilkeli yaşamayı öğrenir. Hayat, ele geçirilen en büyük fırsat olarak görülür. Çünkü sonsuz mutluluk ve güzelliğin yolu buradan geçer. İnsanda, tevhide dayalı yeni bir perspektif ve bakış açısı gelişir. Eşya ve insanlar arası ilişkilere ait değerler köklü bir değişime uğrar.

Kur’an’ın gölgesinde, kâr, zarar kelimeleri, yeni anlamlar kazanır. Böylece kazanma ve zarar etmenin ölçüleri değişir. Dünyada kazanmak, her zaman bir kazanç; dünyada kaybetmek de her zaman bir zarar olarak görülmez. Bazen dünyevi planda kazanıyor gözükenler kaybettiklerini; kaybediyor gözükenler de kazandıklarını fark ederler. Asıl kazancın burada değil, ahirette olduğu anlaşılır. Mümin, dünyevi planda kaybetse bile, her daim kazanma şansına sahip olur. Bu anlamda dünya hayatı, özel hayattan aile hayatına, çalışma hayatından toplumsal hayata, bütün yönleri ile manevi bir ticaret haneye dönüşür. Yine Kur’an’la insan hem bu dünyada hem de ahirette kazanır. Dünyasını kazanırken ahiretini kaybetmez veya ahiretini kazanırken dünyasını kaybetmez. Oysa bugünkü medeniyet, belki dünyada kazandırıyor, ancak öte tarafta kaybettirdiği kesin. Çünkü madde ve mana dengesini sağlayamamıştır.

Kur’an’ın gölgesinde, insan, sadece maddi bir varlık olarak yaşamıyor. Madde ile mana beraber, iç içe yaşıyor. Çünkü manevi değerlerin insanın hayatında belirleyici olması hedefleniyor. Asıl olanın mana olduğunu insana öğretiyor. Maddi olanın geçici, arızi; manevi olanın ise kalıcı olduğunu gösteriyor. Böylece insan, kendisini cezbeden, hayatın zorluklarına katlanmasını sağlayan ilahî iltifat ve müjdelerle yüz yüze geliyor. Ve bunlar karşısında dünyevi imkân ve nimetlerin değersizliğini ve geçiciliğini yakından görüyor.

Kur’an’ın gölgesinde, okuduğumuz her bir ayet, gönül dünyamızda yeni bir anlam kazanıyor, manevi bir iklimi teneffüs etmemize sebep oluyor. Bir gün, ilahî sıfatlardan birinin kuşatıcılığı ve sonsuzluğunu yaşıyoruz. İdrakimize rengini veriyor, onu hissederek zamanımız geçiyor. Bir başka gün, Allah yolunda fedakârlıkta bulunmanın anlamını yeniden keşfediyoruz. Hatta bu uğurda insanın kendini feda edip şehitlik mertebesine ermesinin yüceliğini kavrıyoruz. Bir gün, barış ve esenlik yurdu cennetin güzelliği hayalimizi süslerken, bir başka gün hesap sahneleri kalbimizi ürpertiyor, hafızamızda silinmez izler bırakıyor. Bir gün hayatın inişli çıkışlı yollarında sabırlı ve kararlı olmanın gereğini anlarken, bir başka gün, salih ameller konusunda çok daha fazla gayret etmenin önemini idrak ediyoruz. Kısaca Kur’an’ın gölgesinde, düşen insan kalkmasını beceriyor, ayakta duran insan da yürümesini hatta koşmasını öğreniyor.

Hayat anlamını kaybettiğinde, yaşanmaz hale geldiğinde, imdadımıza yetişen, elimizden tutan yine Kur’an’dır. Bizi teselli eder ve yeniden hayata bağlar. Duygu ve düşüncelerimiz gölgelendiğinde, zihnimize şekil verir, hedeflerimizi yeniden tayin eder. İlhamları önümüzü aydınlatır, huzuru gönlümüzü kuşatır. Rehavete düştüğümüzde, hayatın şaşası iç dünyamızı kapladığında, vahyin diriltici soluğu ile kendimize geliriz. İnsan, varlık, hayat, ölüm ötesi yeniden anlam kazanır, yerli yerine oturur. Yeni bir gözle hayata bakar, ruhumuzun zindeleştiğini hissederiz.

Kur’an’ın gölgesinde, insanın zihni ve gönlü dağınıklıktan kurtulur. Kendi istikametini bularak hedefine yönelir. Enerjisini toplayarak tevhitle amacına ulaşır. Kendi iç dünyasında bir keşmekeşliğe, bölünme ve parçalanmaya maruz kalmaktan kendini kurtarır. İnsan, hep fıtratıyla, tabiatıyla uyuşan şeylere çağrıldığını görür. Vicdanının sesine kulak verir, iç dünyası ile bütünleşir. Kendisi ile barışık hale gelir. Yabancılaşma, sevgisizlik ve merhametsizlikten uzaklaşır. Kin, husumet ve kıskançlığın insan için bir yük ve huzursuzluk kaynağı olduğunu görür. Hem cinslerine ırk, renk, bölge, güçlü-zayıf, varlıklı-fakir, güzel-çirkin ayrımı yapmadan bakar. Kategorize ederek insanlarla ilişki kurmanın doğru olmadığına inanır. Kısaca insana insan olarak bakmayı öğrenir.

Kur’an’ın gölgesinde insan, sonucun ve takdirin insanın elinde olmadığı, her şeyin Allah’ın mutlak irade ve kudretine bağlı bulunduğunu görür. Allah dilemedikçe hiç kimsenin bir şey dileyemeyeceğine inanır. O, rahmet kapısını açmadıkça, kimsenin bunu aralamaya gücü yetmez. Yine O, rahmetini dilediğine vermek isteyince, kimsenin buna mani olması mümkün değildir. Bu manada insan, sebeplerin gerekliliğine inanır. Fakat onların esas belirleyici olmadığını da kabul eder. Bazen sebepler sonuç vermez. Bazen de sebepsiz sonuçlar oluşur. Çünkü sebeplerin de sonuçların da yaratıcısı O’dur. Böylece insan, izzet ve şerefin nerede olduğunu anlar. Yüceliğin ve yüksekliğin sonsuz kaynağını keşfeder. Beşerî arzu ve heveslerin aldatıcılığına, dünyevî değerlerin çekiciliğine kapılmaktan kurtulur. Onurlu ve haysiyetli bir hayat yaşar.

Kur’an’ın gölgesinde insan, nefsinin hile ve yönlendirmelerini, şeytanın tuzak ve saptırmalarını aşmanın daha da kolaylaştığını görür. Şeytanın ve nefsinin elinde oyuncak olmaktan kendini kurtarır. Böylece hayata şeytani vesveseler ile değil, rahmani bir gözle bakmayı öğrenir. İnsanın iç dünyasında, kendisini olumsuzluklardan alıkoyan fakat hayırlı amellere çeken bir irade oluşur. Gittikçe güçlenen bir iç denetim meydana gelir. Kararlılık ve disiplin temel ilke haline gelir. Böylece Allah rızasını kazanma uğruna adımlarının daha bir sıklaştığını fark eder. Herkese hoşgörüyle yaklaşmanın, ülfet edip kaynaşmanın gerekliliğini anlar. İnsanın terbiye ve olgunlaşmasının nasıl bir ivme kazandığını görür. Eğitim kurumlarının halletmeye çalıştığı ahlaki zaafları ve insani problemleri, bu ilahî kelâmın uyarı ve müjdeleri ile kısa zamanda nasıl çözüme kavuşturduğunu tecrübe eder.

Kur’an’ın gölgesinde insan, hayatı ve ölüm sonrasını tanır, varlığın sahibinin kendine olan lütuf ve ihsanının ne kadar cömertçe olduğunu görür. Bütün bunlar karşısında, Allah’ın önüne koyduğu eşsiz fırsatları, insanın nasıl değerlendirmediğine hayıflanır. İnsan, geçici dünya metaına talip olur da, kendisini bekleyen sonsuz güzelliklere sırtını nasıl çevirir. Elinin tersiyle nihayetsiz mutluluk ve esenlikleri geri teper de; geçici, basit değerlere nasıl talip olur. Allah’ın sayısız lütuf ve ihsanı karşısında, insan nasıl olur da bu kadar nankörleşir. Nimete boğulduğunda, nimetlerin sahibine yaklaşacağı yerde nasıl da O’ndan böyle uzaklaşır.

Evet, son asırlarda insan gururlandı, kibirlendi. Kur’an’a iftira ve bühtanda bulundu. Onun artık eskidiği ve demode olduğu iddiasını ileri sürdü. Hâlbuki o, on dört asır boyunca olduğu gibi bu gün de isteyene dileyene hayat veriyor. Bir kandil gibi önünü aydınlatıyor. Karanlık ve kararsızlıklardan aydınlığa, itminana kavuşturuyor. Kendine inananlara ümit vererek onların heyecanını diri tutuyor. Hayatlarına anlam katarak sıradanlaşmaktan onları kurtarıyor

Varlığı Diri Tutan Yakarış: Dua

Kelime olarak, çağırmak, davet etmek, istemek ve yardım talep etmek anlamlarına gelen dua terimi dinî literatürde; Allah’ın yüceliği karşısında kulun/insanın aczini ve zafiyetini itiraf etmesi, sevgi ve saygı ile O’nun lütuf ve yardımını, dünya ve ahirette nimet ve iyilikler ihsan etmesini, günah ve kusurların bağışlanmasını dilemek şeklinde tanımlanmaktadır.

Dua; hangi açıdan bakılırsa bakılsın özü itibarıyla bir kutsala yakarıştır, teslimiyettir. Bu yakarış, sadece insana özgü olmayıp “cüz”den “kül”e, zerreden kürreye Yüce Allah’ın yarattığı varlıkların lisanı haliyle dile geldiği ortak niteliktir. Nitekim, “Göklerdeki ve yerdeki her şey Allah’ı tespih eder. O, mutlak güç sahibidir, hüküm ve hikmet sahibidir.” (Saff, 1) ayeti canlı-cansız hemen her yaratılanın bir şekilde Kadir-i Mutlak’ı tespih ettiğini ifade etmektedir. Dua, tespihi de içeren bir yakarıştır şüphesiz.

Beden ve ruhtan müteşekkil insan duyu ve duygularıyla, düşünce ve hedefleriyle Allah’ın yarattığı muciz bir varlıktır. Evrendeki diğer yaratılanlara nispetle sahip olduğu birikim ve yeteneklerle insan, her ne kadar güçlü bir varlık gibi gözükse de çoğu zaman acziyetini telafi edebileceği, karşılaştığı sorunlarda kendisinden yardım isteyebileceği, açmazlarda kendisine sığınabileceği güçlü, müşfik, kadir bir varlığa gereksinim duymaktadır. Onun yaratılış kodlarındaki/özündeki bu güçlü olana bağlanma ve yakarış duygusu, aslında insanı daha da güçlü ve diri kılabilmektedir. İnsanın bu yakarış öyküsü ve gereksinimi sadece bu gün değil geçmişten ânımıza kadar süregelen bir nitelik veya davranış biçimi olarak varlığını devam ettirmiştir. Öyle ki bu özden yakarış ihtiyacı ve öyküsü, atamız Âdem ve eşi ile başlamış ve insanoğlu var olduğu sürece de devam edecektir. Kur’an, insanoğlu ile yaşıt bu tarihî yakarışa, “Dediler ki: “Rabbimiz! Biz kendimize zulüm ettik. Eğer bizi bağışlamaz ve bize acımazsan mutlaka ziyan edenlerden oluruz.” (Araf, 23) ayetiyle tanıklık etmektedir. Ne kadar anlamlı bir yakarış değil mi? İnsan sadece başkalarına zulmetmez. Belki de insanın en büyük zulmü kendisinedir. İlahî bağlamda mükerrem oluşun/saygınlığın zayi edilmesi, ilahî zeminden saparak var oluşun hikmetini kaybetmek en büyük zulüm değil midir? Şüphesiz diğer zulümler de bu düşüşle bağlantılıdır. Diğer taraftan Rahman ve Rahim olan Yüce kudretin af ve merhametinden uzak kalış, hamulesi acziyet ile yoğrulmuş insan için ne büyük bir hüsrandır. Evet, O’nu kaybeden varlık adına neyi bulmuştur ki… Biçimsel olarak sergilenen ritüel ve hareketler, amaç ve hedefler bir tarafa dua ile aciz/bitap/bikes kimse daha da güç kazanmaktadır. Varlığını, acziyetten uzak kudret sahibi, her daim var olana bağlamak, şüphesiz beraberinde bir güveni getirmektedir. Mümin özelinde duayı değerlendirdiğimizde; sahipsiz olduğumuz bir anda sahibimizin olduğunu bilmek, sesimizi kimsenin duymadığı, bizi kimsenin göremediği bir ortamda/yerde duyan ve gören birisinin oluşu, gönül ve zihin dünyamızın perdelediği, iç âlemimizin derinliklerine gömdüğümüz ızdırap ve gözyaşlarımıza şahit/habîr ve kâfî/şâfî birinin olduğu inancı elbette anlatılamayacak derecede önemli bir güvendir. Bu itibarla duanın, Allah ile kul arasında güven sağlayan kuvvetli bir bağ olduğu rahatlıkla söylenebilir. Nitekim Sevgili Peygamberimiz’in, duayı ibadetin/kulluğun özü olarak nitelendirmesini bu paralelde değerlendirmek daha bir anlamlı olacaktır. (Tirmizi, Deavat 1)

Yaratılış hikmet ve amacından sapmış, nefisleri işledikleri gayrimeşru her eylemi kendilerine süsleyen kimileri duadaki yakarışın insan onur ve saygınlığı ile özdeşleşmediği kanaatindedir. Bu kanaat, duanın/yakarışın yöneldiği varlık/kudrete göre isabetli veya isabetsiz olarak değerlendirilebilir. Nitekim kendisi gibi aciz, muhtaç bir varlık ya da yaratığa âdeta yerlerde sürünürcesine çok basit ihtiyaçları için yalvarıp yakaran kimse bağlamında düşünüldüğünde bu kanaatin doğru olduğu söylenebilir. Zira böylesi bir tutum ve davranışta insanlık onurunun zedelendiği aşikârdır. Oysa insanlık adına ilk örnek yakarış, bir ve tek olan Allah’a idi. Ne var ki tarihsel süreçte doğru ve makbul eksene oturmuş bu anlamlı yakarış, mükerrem varlığa yakışmayacak farklı zeminlere kaymıştır. Buna karşılık ilk günkü gibi (Âdem ve eşinin yakarışı) her türlü nakisadan münezzeh ve hiçbir varlığa ihtiyaç duymayan müstağni bir ilaha/Allah’a yakarışın böyle bir kanaate mesnet teşkil etmesi isabetli olmayacağı gibi böylesi bir varlığa yakarıştan uzak kalmak da yaratılış ve varlık amacı açısından ayrı bir mahrumiyet olacaktır. Zira Kur’an-ı Kerim’de, “Ey Muhammed! De ki: “Duanız olmasa Rabbim size ne diye değer versin! Siz yalanladınız. Öyle ise azap yakanızı bırakmayacak.” (Furkan, 7) ayetiyle, insanın Yaratıcı Kudret nazarındaki değerinin kulluğu/ibadeti/duası ile ilintili olduğu gayet açık bir şekilde vurgulanıyor. Peygamberimiz (s.a.s.) de, “Kim Allah’a dua etmezse, Allah ona gazap eder.” (İbn Mace, Dua, 1) buyurmak suretiyle dua ile Rabbine yönelen mümin kimselerin Allah’ın gazabından korunacaklarına işaret etmiştir. Bu itibarla dua, ibadetin önemli bir aşamasıdır. Şüphesiz buradaki duadan kastımız, dua normlarına sıkıştırılmış metinlerin içkinlikten uzak bilinçsizce tekerrürü ya da okunması değil, genel olarak öz, eylem ve söz bütünselliği içerisinde samimiyetle Allah’a yöneliştir. Rabbimiz, ihlas ve samimiyetle kendisine yönelen hiçbir gönlü/eli boş çevirmeyeceğini taahhüt etmektedir. “Kullarım, beni senden sorarlarsa, (bilsinler ki), gerçekten ben (onlara çok) yakınım. Bana dua edince, dua edenin duasına cevap veririm. O halde, doğru yolu bulmaları için benim davetime uysunlar, bana iman etsinler.” (Bakara, 186), “Rabbiniz şöyle dedi: “Bana dua edin, duanıza cevap vereyim…” (Mümin, 60) ayetleri, Rabbimizin kendisine samimiyetle yönelen “öz”lere, göz ve gönüllerin idrak edemeyeceği şekilde karşılık vereceğini dile getirmektedir.

Dualarımıza cevap/karşılık verilmesini, bizim çoğu zaman dönemsel isteklerimizin aynıyla yerine getirilmesi şeklinde anlamak ve algılamak, dinimizin dua emir ve tavsiyelerinin amacına uygun değildir. Zira bazen, sadece bugünü, hâlihazırdaki heves ve arzularımızın gereğini düşünerek kendi talep çerçevemizi daraltmış, yarınları ve bizimle münasebeti olan daha başka şeyleri gözden kaçırmış olabiliriz. Alîm olan Allah ise, hem bugünümüzü hem de uzak-yakın yarınlarımızı iç içe görüp-gözeterek, bizim daralttığımız hususları açar, genişletir; merhamet ve hikmetinin derinliğine göre belki de bizim farkında olmadığımız çok yönlü karşılıklarda/cevaplarda bulunur. Söz gelimi, hasta sadece şikâyetini dile getirir; şikâyete bağlı olarak hangi ilacın iyi geleceği hekimin takdir ve hikmetine bırakılır. Bazen hasta istemediği halde, ağrısının hemen dinmesini beklerken canı yanabilir, tatlı bir ilaç umarken, acı bir ilacı içmek zorunda kalabilir. Bu durumda hastanın “hekim beni dinlemedi” sözü gerçeği yansıtmamaktadır. Hekim hastayı dinlemiş, ona tababetin gerekleri doğrultusunda icabet etmiştir. Diğer taraftan Allah, hâlihazırdaki durumumuzu aydınlatırken yarınlarımızı karartmaz, bugünün ışıklarını yarınların zulmeti haline getirmez ve bize iltifatlarda, teveccühlerde bulunurken başkalarına kesinlikle mahrumiyet yaşatmaz. Bu itibarla duanın tezahürlerinde ya da sonuçlarında aceleci davranılarak ümitsizliğe düşülmemelidir. Duaya konu olan mevzuda fiili her türlü gayretimizi gösterdikten sonra hayrı talep ederek sadakatle ona teslim olmak, müminlere yaraşan en güzel tutumdur. Zira “Allah, hayâ sahibidir, çok kerimdir. Bir insan iki elini kaldırıp dua ettiği zaman, O, kalkan iki eli boş çevirmekten hayâ eder.” (Tirmizi, Deavat, 118) hadisi, kendisine gönül ve el açıp samimiyetle yöneldiğimiz Rabbimizin böylesi bir durumda bizleri boş çevirmeyeceğini ifade etmesi açısından calibi dikkattir.

Şu kadar var ki, duanın kabul veya reddinde kişinin dinî hüküm ve değerlere karşı olan hassasiyet ve sadakati de önemli bir yer tutmaktadır. Söz gelimi helal-haram duyarlılığı duanın kabulünde çok etkindir. Nitekim Peygamberimiz (s.a.s.), “Allah Teala temizdir; sadece temiz olanları kabul eder. Allah, peygamberlerine neyi emrettiyse müminlere de onu emretmiştir. Cenab–ı Hak peygamberlere: ‘Ey peygamberler! Temiz ve helal olan şeylerden yiyin, iyi ve faydalı işler yapın!’ buyurmuştur. Müminlere de: ‘Ey iman edenler! Size verdiğimiz rızıkların temiz olanlarından yiyin.’ buyurmuştur.” Rasul–i Ekrem daha sonra şunları ifade etti: “Bir kimse Allah yolunda uzun seferler yapar. Saçı başı dağınık, toza toprağa bulanmış vaziyette ellerini gökyüzüne açarak: Ya Rabbi! Ya Rabbi! Diye dua eder. Halbuki onun yediği haram, içtiği haram, gıdası haramdır. Böyle birinin duası nasıl kabul edilir!” (Müslim, Zekât, 65) buyurarak, kişinin helal-haram duyarlılığının duasının kabulünde ne derece etkin olduğunu dile getirmiştir. Tasavvuf kültüründeki “Halkın duası söz, zahitlerinki davranış, ariflerinki hal iledir.” kabul ve söylemi, bakış açısına göre farklı algılama ve yorumlara mesnet teşkil etse de duadaki içkinliği/özdenliği yansıtması açısından zikre değerdir.

Dua, aynı zamanda zikirdir. Zikir ise, her şeyden önce farkındalıktır, huzur ve teskindir. Nitekim “…Biliniz ki, kalpler ancak Allah’ı anmakla huzur bulur.” (Ra’d, 28) ayeti, zikrin bu yönüne dikkat çekmektedir. Aslında duada zikrin bir nevi olarak beklentilerimizin, korkularımızın, ümitlerimizin, günümüzün, yarınımızın farkına vararak tek melceimiz olan Allah’a gönül huzuruyla yöneliştir, sığınmadır, teslimiyettir. Bu itibarla dua, varlığımızı, gönlümüzü diri tutan bir yakarıştır. Evrende bulunan hemen her varlık bu yakarışa/tespihe/zikre lisanı haliyle ortaktır. “Yedi gök, yer ve bunların içinde bulunanlar Allah’ı tespih ederler. Hiçbir şey yoktur ki, onu hamd ederek tespih etmesin. Ancak, siz onların tespihlerini anlamazsınız. O, halîm’dir, çok bağışlayandır.” (İsra, 44) ayeti, bu gerçeği dile getirmektedir.

Dua, saygı, sevgi, tevazu ve ümitle Rabbimize en güzel biçimde yakarıştır. Bu yakarışın sadece sözel bir yakarma olarak algılanmaması gerekir. Şüphesiz Kur’an-ı Kerim’de bizlere duanın adabından hangi formlarda yapılacağına kadar çok güzel örnekler sunulmaktadır. (Örnek olarak bkz. Al-i İmran, 147; Araf, 23; Hud, 47; Nuh, 28) Sözlü duanın yanında amacımızı gerçekleştirmeye yönelik fiili duamızı da ihmal etmememiz hedefe ulaşabilmemiz için zorunluluk arz etmektedir. Zira Kur’an-ı Kerim’de, “İnsan için ancak çalıştığı vardır.” (Necm, 39) buyurulmak suretiyle bu hakikate dikkat çekilmiştir.

Geleneğimizde duanın ayrı bir yeri olduğu bilinen gerçektir. Öyle ki edebiyatımıza, dinî literatürümüze hep konu olmuştur dua. Kitaplarımız, dua ile başlamış, kalemlerimiz, dua ile yazmış, külliyatımız, dua ile okunmuş, tezekkür ve tefekkür edilmiş... Eşler, anneler, babalar, çocuklarını; dostlar, ahbaplarını, dua ile uğurlamış her dem... Evimizin kapısı dua ile açılmış, dua ile kapanmış… İşyerlerimiz aynı şekilde… Istırap ve hasretlerimiz, dua ile dindirilmiş… Gün, dua ile başlamış, dua ile bitmiş… Hayata dua ile göz açmış, dua ile göz kapamışız… Dahası mebde ve mead bütünselliği içinde vuslat ve firkat her dem dua ile buluşmuş… Sonunda duası olmayan dil, duası olmayan din ve medeniyet olamaz denilmiş… Bu söz gerçekten anlamlı ve çok derinlikli… Bu yapılanma birey ve toplum olarak bizlere huzur, kanaat, teslimiyet, sadakat ve samimiyet gibi insani ve ahlaki değerleri bahşetmiş… Belki bu gelenekten biraz uzaklaştık. Dinî hayatımızın, ibadetimizin, duamızın içkinlikten ziyade formel normlara uygunluğunun yeterli görülmesi bizleri mekanikleştirerek yüzeyselliğe mahkum etti. Bir başka ifadeyle kabuk özü perdeledi. Çağımızda birey ve toplumların, insanlığın çektiği sancıların, acı ve ızdırapların oturduğu ana zemin bu değerlerden mahrumiyet değil midir? Elbette söz konusu değerlerden yoksunluğun karşılaşılan huzursuzluk tablolarındaki payı inkâr edilemeyecek kadar açıktır.

Sonuç olarak ifade etmek gerekirse, dua varlığı diri tutan, sözlü ve fiili gayreti içeren, sevgi, saygı, sadakat, teslimiyet, edep ve tevazu yüklü bir yakarıştır. Bu itibarla şov ve gösteriş kokan ya da yaldızlı sözlerle hemen her ortam ve ekranlarda ilgili ilgisiz dua örnekleri sunma gayretleri ya da çılgınlığı, dinî açıdan tasvip edilecek gibi değildir. Ayrıca Allah katında bu tür amaçlara yönelik duaların makes bulmayacağı da açıktır.

15 Haziran 2010 Salı

Maneviyat Mevsimi Üç Aylar

Zaman, bize verilen en büyük nimetlerden biri. Gece ve gündüz Allah'ın tecellilerini bize hatırlatan iki münadi. Gece ile gündüzün nimetlerinden faydalanmanın zirve imkânlarının sunulduğu bazı mevsimler vardır. Bunların başında üç aylar gelmektedir.

Üç aylarda bulunan kandil geceleri, gecenin Rabbani tecellilere ayna oluş sırrının en güzel bir yansımasıdır. "Geceyi ihya etme"nin "gündüz tutulan oruç"la birleştiği bu mübarek gün ve geceler, zamanı değerlendirmek, ömrü boşa geçirmemek için de bir terazidir.

Üç aylar, İslâm'ın mübarek saydığı hicrî kamerî aylardan recep, şaban ve ramazan aylarıdır. Recep ayında, regaip ve mi'râç, şaban ayında berat; ramazan ayında ise kadir gibi dört ayrı mübarek gece bulunmaktadır. Sevgili Peygamberimiz (s.a.s.), bu aylarda daha çok ibadet eder ve: "Allahım! Recep ve şabanı hakkımızda mübarek kıl, bizi ramazana kavuştur." (Ahmet b. Hanbel, Müsned, I, 259) diye dua ederdi.

Hz. Aişe, Rasûlüllah (s.a.s.)'ın bu aydaki orucu hakkında şöyle der: "Şaban ayındaki kadar çok oruçlu olduğu bir ay görmedim." (Tecrid, VI, 295)

Recep ayının ilk cuma gecesi olan Regaip Kandili, Allah Teâlâ'nın kullarına bol bol bağışta bulunduğu, az ibadetlerine karşılık çok ecir verdiği bir rağbet gecesidir.

"Regaip" kelime olarak rağbet olunan şey ve büyük ikram anlamına gelmektedir.

Rağbet nedir?

İstek, arzu ve beğenme.

İnsan rağbet ettiği değerlere göre rağbet görür.

İçtiği kaynağın berraklığına göre berrak sözler söyler.

Mevlânâ "Nereye gidiyorsun sen; işte O'sun sen" der.

Vahye râm olan vahiyden bahis açar.

Kur'an'a giden ayetten, hac-giden Kâbe'den Medine'den dem vurur.

Kötülüğe rağbet eden de kötüye vurgu yapar.

Kısaca rağbet ettiğini heceler insanoğlu.

Rağbet, insanlık tarihinin özetidir aslında. Hakkı duyanlarve duymayanlar. Duydukları halde kulak verenler ve vermeyenler.

Rağbetini ucuz bahanelere yöneltenler; rağbetini baki bir ebediyet yolunda sabrın ve iradenin iklimine sevk edenler.

Peygamberler tarihi rağbet edenler ile rağbet görenlerin hikâyesidir.

Nuh'un çağrısına evet diyenlerin rağbeti ile hayır diyenlerin rağbeti.

Hz. Musa'nın sabırlı davetine rağbet edip denizi onunla geçen, geçtik ten sonraki davetine ise rağbet etmeyenlerin öyküsü.

Efendimizin (s.a.s.) ganimet dağılım zamanına rağbet edip,Tebük'te mücadele çağrısına hayır diyen münafıkların rağbeti.

Rabbinin burhanı sayesinde harama rağbet etmeyen Yusuf'un (a.s.) rağbeti de bir rağbet.

"Bir elime ayı bir elime güne-şi verseniz yine davamdan vazgeçmem" diyen Hz. Peygamberin dünyalık tekliflere rağbet et-memesi de bir rağbet.

Rağbeti tartacak terazilerden biri de şu ayetlerdir:

"Ey iman edenler! Allah veResulü size hayat verecek hakikatlere sizi davet ettiğinde ona icabet edin." (Enfal, 24)

"Eğer onlar Allah ve Resûlü-nün kendilerine verdiğine razı olup, "Allah bize yeter, yakında bize Allah da lütfundan verecek,Resûlü de. Biz yalnız Allah'a rağbet edenleriz" deselerdi (daha iyi olurdu)." (Tevbe, 59) "Boş kaldın mı hemen (başka) işe koyul ve yalnız Rabbine rağbet edipO'na yönel. (İnşirah, 7-8)

Rağbeti tartan başka bir te-razi de "Kim benim sünnetimden yüz çevirirse benden değildir." hadis-i şerifidir.

Üç aylar ne ifade eder bizim için?

Üç aylar ile olan arkadaşlığımızda hayatımızda neye rağbet ettiğimizi sorgulamalıyız.

Ülkemizde tarihten bugüne üç aylar sevgisi hep canlı kalmıştır. İbn Batuta Anadolu'nun muhtelif merkezlerini ziyareti sırasında dinî hayatın çeşitli görünümlerini anlatırken cuma günleri, kandil geceleri, üç aylar ve bilhassa ramazan ayı vb. gün ve gecelerin nasıl büyük bir istek ve heyecanla değerlendirildiğini ortaya koyuyor. (İbn Batuta'yı şaşır-tan Misafirperverlik, Diyanet Aylık s. 122)

Tarihte olduğu gibi bugünde toplumlumuz yediden yetmişe üç aylar geldiğinde hayatı-na olumlu anlamda yeni bir istikamet vermektedir.

Üç aylar kalplerimizin manevî doyum ve duyum mevsimidir. Takva, ihlâs, muhasebe, yakîn, marufa sabır, masiyete direnme vb. değerler üç aylarda benliğimize yeniden dolar, âdeta tazeleniriz.

Üç aylar, keşkelerin öğütülüp iradî başlangıçların yapıldığı anlardır.

Gidişimiz, dönüşümüzün haritasıdır. Bakmasını bilen, yürüyüşümüzün kafiyesinden varış hızımızı tayin edebilir.

Hz. Peygamber (s.a.s.) şöyle buyurmuştur: "İyi arkadaşla kötü arkadaşın misali, misk taşıyanla körük çeken insanlar gibidir.Misk sahibi yasana kokusundan verir veya sen ondan satın alırsın.Körüğe gelince; ya elbiseni yakar yahut da sen onun pis kokusunu alırsın." (Buhari, Büyü, 38)

Ne güzeldir üç aylardan misk devşirmek takva libasımıza..

Üç sırdaş ile on iki aylık uzun seyahatimizi kısa eylemek. Yorucu yokuşları düz eylemek.

Üç sadık yâran ile yâre olan hasretimizi daha bir dillendirmek.

Zikrimizi onların zikriyle, fikrimizi onların fikriyle tazelemek.

Kaybolan umudumuzu gürül gürül kulağımıza okudukları reca âyetleriyle yeniden gün ışığına çıkarmak.

Üç aylar Hakkın rahmetine bir sergidir. Mevlânâ ne güzel der.

"O'ndan iste, başkasından bir şey umma. Suyu deryada ara,ırmakta değil. Başkasından da istesen ihsan eden Hakk'tır. Onun elini cömertliğe meylettiren de O'dur. (Mesnevi, IV/1203)

Sadece ritüel kalıplarda üç ayları geçirmek değil, üç aylar sonrasında bize kifâyet edecek ilim irfanı da amele yoldaş kılarak biriktirebilmek.

Neden oruç tutuyoruz, niçin regâib? Neden berat, neden miraç?

Okumadan, dinlemeden,araştırmadan ucuz bir idrake müşteri olmamalıyız.

Regaip dendiği anda hemen recep ayı ile yüz yüze geliyoruz.Recep dendi mi, şaban, o akla gelince de ramazanı hatırlıyoruz.

Recep ayı nedir? Ona Efendimiz nasıl bir anlam yüklemiştir?

Bu ay içinde bizi bekleyen sürpriz saadet anları nelerdir? Hangi hikmet bizi sahura kaldırıp nafile bir oruç için akşama kadar haramlardan bizi uzak tutuyor? Neden binlerce insan teravih namazına koşuyor? Kandil gecesini sair akşamlardan ayıran vasıf nedir?

Receb'e rağbetimiz değil midir bizi Regaip Kandili'nin iman nurundan ışık devşirmeye yönelten sebep?

Recep ayını da sair ayları da yaratan Rabbimize olan rağbetimiz ve yönelişimiz değil mi bizi regaibin hediyelerini feyizlerini almaya sevk eden?

"Bu şeb fahru'l-leyâlî leyle-ipâk-i Regâibdir

Bu şeb takdîse şâyân bir şeb-i âl-i merâtibtir."

diyen şair, acaba varacağı hangi mertebeye basamak olarak Regaip Gecesi'ni seçmiştir.

Nedir bir müminin mertebeleri geçip de karar kılacağı ideal durak?

Dünyada şöhret, makam,mevki mi, yoksa dünyada yansıması iman olan Allah'ın rızasınakavuşmak samimiyeti mi?

"Allah, mümin erkeklere ve mümin kadınlara, içinde ebedî kalmak üzere altından ırmaklar akan cennetler ve Adn cennetlerinde güzel meskenler vaat etti.Allah'ın rızası ise hepsinden büyüktür. İşte büyük kurtuluş da budur." (Tevbe, 72) ayetinde vaat edilen büyük hedefe koşan kişi,regaibi de, beratı da miracı da Kadir Gecesi'ni de bu yüksek ideal uğrunda değerlendirecektir. Sair zamanlarda istediğinden daha fazla bu gecelerde rızayı düşleyecek, rızaya eğilecek, başkalarının istifadesi için daha bir fedakâr olacaktır.

Zira bu gecelerin rahmetine,feyzine imanı tatmış olanlardan daha çok, iman gibi bir lezzeti duyamayan, evinde işyerinde sokağında mahallesinde Ku'ran'ın,namazın, orucun hazzını misafir edemeyenler muhtaçtır.

Üç aylara rağbetimiz bu aylardan habersiz olanlara onları ulaştırma şevkimizden de kaynaklanmaktadır.

İyiliği emretmek kötülüğü hayatımızdan uzaklaştırmak, nezih imkânlardan herkesin istifadesini düşünmek demektir de aynı zamanda.

İman paylaşılması en lüzumlu imkân olduğuna göre sahip olduğumuz güzelliklerin başkalarına bir örneklik olarak sunulması, en sade temsillerle takdimi bize düşmektedir. Regaibi sevmek ama sadece kendi kemâl âtımız için değil, beratı benimsemek;ama sadece şahsî affımız için değil, miracı sevmek ama sadece kendi kulluğumuzla yüceliklere ermek için değil, Kadir Gecesi'ni sevmek ama sadece kendi ibadetimizle Kur'anın feyzine varmak için değil.

Güzellikler paylaşıldıkça çoğalır. Üç aylarda değişik usul ve üslûplarla bir şekilde bu ayların ruhaniyetini insanlığa ilâhî bir ziyafet olarak armağan edebilmeliyiz.

Mübarek gün ve geceler üç ayların künhüne vakıf olmak için ecdadımızın bu vadide ortaya koyduğu aşk terennümlerinden oluşan büyük mirasın izini sürmek gerekiyor.

Üç ayları görmek, kelebeklerin ateşe daldığı gibi nisyana, gaflete dalış dakikalarımızda, ensemizde, önümüzde bizi ateşe koşmaktan kurtarmaya çalışan Efendimizin şefkatli elini görmek demektir.

Üç aylar, gençler için başarıya giden yolu ibadet refleksleriyle tezyin etmede keskin bir viraj...

Büyük zaferlere vurgu yaparken küçük tedrici mihnetlerin kılavuzluğundan da nasiplendirmeliyiz çocuklarımızı.

Üç aylarda mütevazı başlangıçlarla yevmiyelik kazanılan başarı şuurunun ramazanda bir ay boyunca tekrarlanması, yıl boyu elde edilecek zafer özgüveni için fevkalâde güçlü bir referans olacaktır.

Modernleştikçe yalnızlaşan,imkânları arttıkça ruhi hijyenini kaybeden günümüz nesilleri için üç aylara serpiştirilen bu eğitim önemlidir.

Hz. Ali (r.a.) mescidleri kan-dillerle aydınlatan Hz. Ömer için"Mescitlerimizi aydınlattığı gibi Allah da onun kabrini aydınlatsın" diye dua etmiştir. (İbn AsâkirXLIV, 80)

Üç aylarda maddî aydınlığı tamamlar mahiyette camilerimizi, mescitlerimizi, halkı aydınlatma onlara rehberlik etme imkânı olarak iyi değerlendirelim.

Tatil mevsimine denk gelen üç aylar içinde geleceğin büyükleri olan çocuklarımız camilerde Kur'an ile tanışsınlar. Kendi öz benliklerini, Kur'an'ı hecelerken,Efendimizi anarken keşfetsinler. Salât ü selâmlar ile kandillerde kâinata "Işık saçan bir kandil"(Ahzâb, 45-46) olan peygamberlerine saygılarını ifade etsinler.

Ve dua.. Ellerimiz üç aylarda duaya kalksın.. Tevekkülümüzü duaya devam, duada istikrar ile sınayalım... Duanın gücünü keşfedelim. Bütün âlemlerin ihtiyacını gören, herkese nimetini sebil eden Rabbimizin bizim niyazlarımızı samimi dileklerimizi de duyacağı şuurunu yenileyelim.

Elest bezminde bizimle konuşan, bize değer veren Rabbimizle dualarımızda hasbi hal edelim.Zira O, bizim sesimizi duymak istiyor.

Perişan hallerimizden ötürü özür dileyelim. Islah dolu zamanlara ulaşmak için güç ve kuvvet isteyelim. Birlik ve dirliğimizin daimi olması için açalım ellerimizi Rabbimize.

Blog Arşivi

ÇOCUKLARA GÜZEL ALIŞKANLIKLARI NASIL KAZANDIRABİLİRİZ?

Doğruluk, dürüstlük, merhamet, diğerkâmlık, adalet gibi güzel ahlakın emarelerini çocuklarında görmek, her anne babanın isteği ve emelidir. ...

Etiketler İSLAM