Wikipedia

Arama sonuçları

21 Aralık 2008 Pazar

ALLAH’I TANIYIP O’NA ÂŞIK OLMALI

Allah Anıldığında Kalpleri Ürperir

Allah-u Zülcelâl ayet-i kerimede şöyle buyurmuştur: “Allah, sözün en güzelini, uyumlu ve ahenkli bir kitap olarak indirdi. Rabb’lerinden korkanların, bu Kitab’ın etkisinden tüyleri ürperir. Sonra derileri de kalpleri de Allah’ın zikrine karşı yumuşar.” (Zümer; 23)

Allah-u Zülcelâl bu ayet-i kerimede, maneviyata işaret etmektedir. Allah’ın azametinden korkan şahısların derileri yumuşak olup, kalpleri de Allah’ın zikriyle mutmain olmuştur.



Bazı insanlar, maneviyata değer vermemektedirler. Oysa bu ayet-i kerime ve ona benzer şu ayet-i kerime, maneviyata işaret etmektedir: “Gerçek müminler, ancak o müminlerdir ki; Allah anıldığı zaman kalpleri ürperir, karşılarında ayetler okunduğu zaman, imanlarını artırır.” (Enfal; 2)

Ahmed bin Hanbel ve Tirmizi’nin rivayet ettikleri bir hadis-i şerifte, Hz. Peygamber (sallallahu aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur: “Yeryüzündeki insanlar üç kısma ayrılırlar. Birinci kısımda olanlar, şu ayetin kapsamına girerler: ‘Müminler ancak o kimselerdir ki, Allah’a ve Peygamberine iman ettikten sonra, şüpheye düşmeyip Allah yolunda mallarıyla, canlarıyla savaşmaktadırlar. İşte, doğru olanlar onlardır ancak.” (Hucurat; 15)

Demek ki birinci kısımda olanlar; Allah’a, Peygambere ve kıyamet gününe iman etmiş ve malıyla, nefsiyle Allah yolunda cihad etmiştir. İşte onlar, sadıkların, sıddıkların ta kendileridir.

“İkinci kısımda olanlar ise şunlardır; diğer insanlar, nefisleri ve malları yönünden ondan emindirler, güvendedirler.”

Hz. Peygamber (sallallahu aleyhi ve sellem) bununla ilgili başka bir hadis-i şerifte şöyle buyurmuştur: “Komşusu, kendisinin zararından emin olmayan kişi, mümin sayılmaz.” (Buhari, Müslim)

Demek ki komşumuz evinde olmadığı zaman, onun evinin bekçisi gibi olmalıyız. Nasıl kendi malımızı, ırzımızı, namusumuzu muhafaza ediyorsak, o şekilde komşumuzun malını, ırzını muhafaza etmeliyiz.

“Üçüncü kısımda olanlar ise şunlardır; dünya malından şüpheli bir şey önlerine geldiği zaman, onu Allah için terk ederler.”

Bu üç sıfat bir insanda bulunduğu zaman o, Allah-u Zülcelal'in katında kâmil bir mü’mindir.

İmanın cüzleri (şubeleri) vardır. Allah’a, Peygamber’e, kıyamet gününe, Allah’ın bütün emir ve yasaklarına iman etmek gibi...

İnsan bunları yerine getirdiği zaman, imanı kuvvetli olur. İnsan, hem bunlara iman etmeli, hem de emir ve nehiyleri tatbik etmeli, yerine getirmelidir. Böyle olduğu zaman, imanı kuvvetli olur ve böylece sekerat (ölüm) esnasında, şeytanın oyunundan, hilesinden muhafaza olmuş olur.

Allah’a İtaat Edene Her Şey İtaat Eder

İbrahim bin Ethem şöyle anlatmıştır: “Bir gün, bir çobana rastladım:
- Sende su var mı? Dedim. O da:
- Evet! Dedi. Onunla beraber gittim. Baktım ki yanında, su namına bir şey yok.
- Hani su? Dedim. O:
- Gel! Dedi ve beni büyük, kupkuru bir taşın yanına götürdü. Sopasını taşa vurdu. Taştan musluktan akar gibi tatlı, süt gibi bir su çıktı. Ben hayretten, yerimde dona kaldım. Bana baktı:
- Niye hayret ediyorsun? Dedi. Daha sonra da şunları söyledi:
- Allah’ın kudret ve azameti henüz senin kalbine yerleşmedi mi? Bu Allah’ın yanında nedir ki? Hiç hayret etme! Bilmiyor musun, kişi Allah’a itaat ettiği zaman, ona kul olduğu zaman, her şey ona boyun eğer. Taş nedir? Taş, Allah’ın cansız bir mahlûkudur. Ben Allah’a abid olduğum için taş bana boyun eğer, o benim emrimdedir.”

Bakınız onlar nasıl idiler! Allah'a itaat etmek, Allah için olmak nasıl oluyor!...

Bütün mü’min kardeşlerimize hürmet etmemiz lazımdır. Biz, Allah-u Zülcelal’in Evliyalarını bilmiyoruz, tanımıyoruz. Eğer mümin kardeşlerimize karşı saygısız olursak, bir de bakarsın ki o kişi, Allah’ın dostudur; o hareketimiz sebebiyle zarar görürüz.

Herkese hürmetkâr olmalıyız. Bazı mümin kardeşlerimizi; bu fakirdir, bu çöpçüdür, bu halk arasında makam sahibi birisi değildir, diye adi görmemeliyiz.

Abdülvahid bin Zeyd isminde bir zat şöyle anlatmıştır: “Bir gün Eyyüb Süftani ile beraber yola çıktık. Yolda siyah bir köleye rastladık, ona;

- Senin vekilin kimdir? Diye sordum. Bu sözümle sanki onun bir şey bilmediğini ima etmek istiyordum. Bana baktı ve:
- Benim gibi bir kişiye mi, bu sözü söylüyorsun? Dedi. Daha sonra, hemen omzundaki odunu indirdi. Ve başını yukarıya kaldırıp:
- Ya Rabbi! Bu odunu altın yap! Dedi. Baktık ki odun, bir küp altına dönüştü. Bize:
- Gördünüz mü? Dedi. Biz de:
- Gördük! Dedik. Daha sonra:
- Ya Rabbi! Onu yine odun yap! Deyince, altınlar oduna dönüştü.
- Bize verebileceğin bir yemek var mı? Diye sordum. Bana cam gibi bir şey gösterip şöyle dedi:
- Bu baldır, onu ye! Vallahi o, sineğin, yani arının karnından çıkmadı.

Bu sözüyle onun cennetten, Allah'ın kudretinden geldiğini anlatmak istedi. O bal öyle tatlı, öyle güzeldi ki hiç bu dünyadaki bala benzemiyordu.”

İşte, Allah-u Zülcelal’e ibadet eden, Allah’ı zikredene ve Allah ile beraber olana, dünyada böyle ikram ediliyor, ahirette ise daha nice ikramlar yapılacaktır.



Bu dünyada, bazı Allah âşıklarını görüyoruz. Oysa dünya ehli, onları deli olarak görüyorlar. Bazı gençlerin anne, baba, kardeş yâda akrabaları gelerek: “Bizim oğlumuz/kardeşimiz delirdi.” diyorlar. Oysa o kimse, daha ibadet üzerine o kadar fazla da düşmemiş, sadece tövbe edip, namaza başlamış.

Bizden önceki insanlar zamanında ise bir kişi çok fazla ibadet ettiği, ibadete fazla değer verdiği zaman, ona “delidir” diyorlardı.

Muhammed bin Makberi şöyle anlatmıştır:
“Bir gün, delilerin bulunduğu yere gittim. Baktım ki birisinin ayaklarına ve ellerine kelepçe bağlanmış. Onu bu vaziyette gördüm. Bana baktı ve: ‘Bak Muhammed! Allah bana ne yaptı!’ dedi.”

Allah Kudreti Her Şeyi Kuşatmıştır

Onlar her şeyi Allah’tan biliyorlar, insanları gözleri görmüyordu. Hakikaten de Allah-u Zülcelal’den başkası kimdir ki?...

Ama insanlar, Allah’tan gafildir. Onun sıfatları, ilmi, kudreti konusunda, insanların idrakleri kıttır. Mesela, Allah’ın görme kudretini şöyle anlatabiliriz; kâinattaki, göklerdeki, yerin yedi tabakasındaki bütün hayvanatı, zerreleri, her şeyi devamlı olarak, her an görür.

Mesela işitmesi; yerin yedi tabakasındaki, göklerin bütün tabakalarındaki, Arş-ı Âlâ’daki bütün mahlûkatın konuşmalarını, seslerini, her an duyar. İnsanın kalbini ve kalbinde tasavvur etmiş olduğu şeyleri de bilir ve görür. Gece ve gündüzün oluşmasını, yaz, kış, baharın olmasını, Allah-u Zülcelâl sağlıyor. Bu düzeni, O deveran ettiriyor. İşte, Allah-u Zülcelal’in azamet ve kudreti böyledir.

Kıssamızdaki eli ve ayağı bağlı olan kişi de Allah’ı tanıdığı için “Beni insanlar bağladı.” demedi “Allah bağladı.” dedi. Her şeyi Allah’tan biliyordu. Çünkü Allah, onların eline kuvvet vermeseydi ve onların kalbine onu bağlama niyeti vermeseydi, onlar onu nasıl bağlayacaklardı?...

Bunun için: “Bak Muhammed, Allah bana ne yaptı!” Dedi. Daha sonra şöyle devam etti:
“Sen, benimle Allah arasında şahit ol ki; eğer O, gökleri zincir yapıp boğazıma taksa, yeryüzünü de kelepçe yapıp ayağıma bağlasa, ben yüzümü O’ndan başkasına çevirmem.”

Muhammed bin Makberi sözünü şöyle bitiriyor: “Anladım ki o, Allah-u Zülcelal'in âşıklarından bir âşıktır. O zamanki insanlar, onun deli olduğunu zannedip tımarhaneye götürmüşler, ellerini, ayaklarını bağlamışlardı.”

İşte, Allah-u Zülcelal’i tanıyan böyledir. Allah-u Zülcelal’i öyle tanımak, O’na öyle âşık olmak lazımdır.

Allah’ı Tanımanın Üstünlüğü



Bazı gaflet ehli, çok ibadet etmeleriyle iftihar ediyorlar. Oysa ibadetlerinin hepsini gafletle yapıyorlar. Yaptıkları ibadetleriyle kibirlenip, ucuplanıp “Şu kadar namaz kıldım, şu kadar oruç tuttum, şöyle yaptım, böyle yaptım...” diye, gafletle yaptıkları ibadetleriyle gurur duyuyorlar.

Ehl-i marifet, Allah’ı tanıyan bazı âlimler ise onlar için şöyle demiştir: “Farz namazlar ve ibadetler hariç, bütün dünya ehlinin, dünya yaratıldığından, ta kıyamet kopuncaya kadar, gafletle ibadet etmelerinden, insanın bir an Allah-u Zülcelal’in kudret ve azametini idrak etmesi, Allah-u Zülcelal’i tam, hakiki olarak tanıması, daha menfaatlidir.”

Allah-u Zülcelâl ayet-i kerimede şöyle buyurmuştur: “Kendisine, Rabbinin ayetleriyle nasihat edilmişken, onlardan yüz çeviren ve ellerinin önceden yaptığı şeyleri unutan bir kimseden daha zalim kim olabilir? Biz, onların kalplerine (Kur’an’ı) anlamalarına engel perdeler, kulaklarına da bir ağırlık koyduk. Sen onları hidayete davet etsen de, asla hidayet bulmazlar.” (Kehf; 57)

Allah-u Zülcelal'in insanlara, bu ayet-i kerimede yapmış olduğu hitabı, derin olarak düşünmemiz lazımdır. Bir insan, başka birisine eziyet ettiği zaman, onu zalim olmakla kınamaktayız. Peki, kendisini açıkça, bilerek ateşe atanlar, zalim değil midirler? Bunlar zalimlerin ta kendileridir.

İnsan, dünya hayatı için büyük bir pişmanlık duyacaktır. Ancak, öyle bir zaman gelecek ki, hiç bir pişmanlık fayda vermeyecektir.

Allah-u Zülcelal’e ibadet etmeyi, zikrini yapmayı emreden birçok ayet-i kerime vardır. Bunları göz ardı ederek, yalnızca dünyaya bağlanıp kalmak büyük bir gaflettir.

Allah-u Zülcelâl kendi fazlı ve keremi ile bizlere muamele etsin ve hepimize razı olacağı şekilde salih amel nasip etsin. (Âmin)




İLİM MECLİSİNDEN SOHBETLER

18 Kasım 2008 Salı

Güzel Sözler 2

�Rabbimiz! Gücümüzün yetmeyecegi isleri bize yükleme; bizi affet, günahlarimizi bagisla ve bize aci...�
Bakara Sûresi, âyet: 286.
�Rabbim! Hesabin görülecegi kiyamet gününde beni, annemi, babami ve bütün inananlari bagisla.�
Ibrâhîm Sûresi, âyet: 41.
�Kim zerre agirliginca bir hayir yapmissa onun karsiligini görecektir. Kim de zerre agirliginca bir ser yapmissa onun karsiligini görecektir.�
Zilzâl Sûresi, âyet: 7-8.
�Göklerin ve yerin yaratilisinda, gecenin ve gündüzün gidip gelisinde elbette akliselim sahipleri için ibret verici deliller vardir.�
Âl-i Imrân Sûresi, âyet: 190.
�Kur�ân-i düsünmüyorlar mi? Eger o Allah�tan baskasi tarafindan indirilmis olsaydi, onda çok çeliskili seyler bulurlardi.�
Nisâ Sûresi, âyet: 82.
�Kim bir kötülük yapar, yahut nefsine zulmeder de sonra Allah�tan magfiret dilerse, Allah�i bagislayici ve esirgeyici bulur.�
Nisâ Sûresi, âyet: 110.
�De ki: Ey kendilerinin aleyhine günah islemekte haddi asanlar, Allah�in rahmetinden ümidinizi kesmeyin. Çünkü Allah (sirkten baska) bütün günahlari affeder. Süphesiz ki O çok yarligayici ve çok esirgeyicidir.�
Zümer Sûresi, âyet: 53.
�De ki: �Sizi yaratan, size kulaklar, gözler ve gönüller veren O�dur. Ne kadar az sükrediyorsunuz.�
Mülk Sûresi, âyet: 23.
�Artik kim azarsa ve dünya hayatini tercih ederse, onun gidecegi yer cehennemdir. Ama kim de Rabb�inin makamindan korkar ve nefsi kötü duygulardan menederse, onun gidecegi yer cennettir.�
Nâzi�ât Sûresi, âyet: 37-41.
�Allahim ! Receb ve Sâban aylarini mübârek kil. Bizi Ramazan ayina kavustur.�
Hz. Muhammed (a. s.)
Ibn Abbâs (r.a.):
�Resûlullah (a. s.) Receb ayinda bazen öyle oruç tutardi ki, artik devamli oruç tutacak sanirdik; bazen de öyle ara verirdi ki, bir daha tutmayacak derdik.�
Buhârî- Müslim
�Kolaylastiriniz, zorlastirmayiniz; müjdeleyiniz, nefret ettirmeyiniz.�
Hz. Muhammed (a. s.)
�Iki günü birbirine müsâvi olan zarardadir.�
Hz. Muhammed (a. s.)
�Serrinden ve kötülügünden komsusu emin olmayan kimse cennete giremez.�
Hz. Muhammed (a. s.)
�Ilim hazinedir. Anahtari ise sorup ögrenmektir.�
Hz. Muhammed (a. s.)
�Dünyada sanki bir garib, ya da bir yolcu gibi ol�
Hz. Muhammed (a.s.)
�Günah, vicdanini rahatsiz eden ve baskalarinin duymasini istemedigin seydir.�
Hz. Muhammed (a.s.)
�Üç sey münafiklik alâmetidir: Söz söyledigi zaman yalan söyler; verdigi sözde durmaz; emânete hiyanet eder.�
Hz. Muhammed (a.s.)
�Hayâ imandandir.�
Hz. Muhammed (a.s.)
�Gerçek pehlivan güreste degil, hiddet aninda gazabini yenendir.�
Hz. Muhammed (a.s.)
�Insanlarin en hayirlisi insanlara en çok faydali olandir.�
Hz. Muhammed (a.s.)
�Rizkinin çogalmasini ve ömrünün uzamasini isteyen, anne ve babasina ihsan ve ikramda bulunsun ve akrabalarini ziyaret etsin.�
Hz. Muhammed (a.s.)
�Hiç bir baba, çocuguna güzel ahlâktan daha üstün bir miras birakamaz.�
Hz. Muhammed (a.s.)


�Imanca en mükemmeliniz, ahlâkca en güzelinizdir. En hayirliniz, kadinlarina karsi en iyi davrananizdir.�
Hz. Muhammed (a.s.)
�Mü�min, mü�min için bir binanin taslari gibidir; biri digerini kuvvetlendirir.�
Hz. Muhammed (a.s.)
�Ey Celîl olan yüce Rabbim! Iflas etmis olarak senin kapina geldim. Günahlarim çok büyüktür. Ama sen zaten büyük günahlari affedersin.�
Hz. Ebûbekir
�Vâiz olarak ölüm yeter.�
Hz. Ömer (r.a.)
�Mezarda geçecek günlerin gündüz gibi olmasini istersen, dünyadan gelirken isik ile gel.�
Sâd-i Sirâzî
�Baskalarini düzeltmek için önce kendinizi düzeltiniz.�
Hz. Ömer (r.a.)
�Ay rizkini Günes�in sofrasindan aldigi için gönlü lekelenmistir.�
Muhammed Ikbal
�Akilli söz söyler, ama az söyler. Er olan sözünü sakinmaz söyler.�
Kutadgu Bilig
�Adin senin �Gaffâr� iken,
Ayb örtücü �Settâr� iken,
Kime gidem sen var iken,
Cürmüm ile geldim sana.� Kuddûsî

�Gel! ne olursan ol yine gel, Ister kafir, ister putperest ol yine gel, Bin kere tevbeni bozmus olsan bile yine gel� Mevlânâ Celâleddîn

�Allah�a isyan edecegin zaman, Allah ve meleklerin göremeyecegi bir yer ara!�
Lokman Hakîm
�Fakir insan mali az olan degil, arzusu çok olandir.�
Seneca
�Gönül bir sirça saraydir; kirilirsa yapilmaz.�
Atasözü

�Kardeslik �peki� demekle kaimdir.�
M. Zâhit Kotku

�Elif okuduk ötürü,
Pazar eyledik götürü,
Yaradilani hos gör,
Yaratandan ötürü.� Yunus Emre

�Yasamak için yemeli; yemek için yasamamali.�
Hz. Isâ
�Bilgi alçaklarda kalanlari yükseltir; bilgisizlik de yüksektekileri alçaltir.�
Hz. Ali
�Insanlarin en cömerdi, istenmeden verendir.�
Hz. Hasan
�Devler gibi eser vermek için, karincalar gibi çalismak gerekir.�
Necip Fâzil
�Bir pinarin basina bir testiyi koysalar,
Kirk yil anda dursa kendi dolasi degil.�
Ümmi Sinan
�Insana sadâkat yarasir, görse de ikrâh,
Yardimcisidir dogrularin Hazreti Allah.�
Ziya Pasa
�Cümleler dogrudur sen dogru isen,
Dogruluk bulunmaz sen egri isen�
Yunus Emre

� Kibir bele baglanan tas gibidir; onunla ne yüzülür, ne de uçulur.�
Haci Bayram-i Velî
� Içteki kiri su degil; ancak gözyasi yikar.�
Mevlânâ Celâleddîn
�Ya oldugun gibi görün, ya da göründügün gibi ol.�
Mevlâna Celâledîn

Kusuf hadisleri

Küsûf namazinin kilinisi ve rekâtlarinin sayisi hakkinda hadis eserlerinde çesitli ve birbirinden farkli haberler bulunmaktadir. Esasen on dokuz ayri sahâbîden gelen bu hadislerde, bir grup rivayette Hz. Peygamber�in iki rekâtli bir namaz kildigi ve herbir rekâtta ikiser rükû yaptigi haber verilirken bir baska grup rivayette ise bir rekâtta üç rükû, bazilarinda da dört rükû yaptigi belirtilmektedir. Hatta bazi rivayetlerde her rekâtta beser rükû yaptigi dahi zikredilmektedir. Diger taraftan Hz. Peygamber�in küsûf namazinda kiraati sesli yaptigi rivayetlerine rastlanirken, bazi hadislerde sessiz yaptigi haber verilmektedir. Bu rivayetlerin bir kisminda Hz. Peygamber�in, günes tutuldugu sirada namaz kildirdigi ve günes ve ayin kimsenin ölümünden dolayi tutulamayacagina dair hutbe okudugu belirtilirken diger birtakim rivayetlerde ise Hz. Peygamber�in namaz kilis sekli ve hutbesinde sarfettigi sözler farkli sekillerde nakledilmektedir. Öyle ki, bazi rivayetlerde namazin ardindan irad ettigi hutbede secde esnasinda cennet ve cehennemi gördügünü açiklayan konusmalar yaptigi da anlasilmaktadir.

Öte yandan hadis eserlerinde küsûfla ilgili rivayetlerin bir çok varyanti Hz. Âise�den (ö. 58/677) nakledilmektedir. Bu rivayetlerin tek bir olaya ait oldugu düsünüldügü taktirde, rivayetler arasindaki teâruzu gidermek oldukça zor görünmektedir. Nitekim sözkonusu hadislerle ilgili yorum yapan âlimler de olayi farkli sekillerde izah edebilmislerdir. Safiî (ö. 154/770), Ahmed b. Hanbel (ö. 241/855), Buhârî (ö. 256/869), Beyhakî (ö. 458/1066) ve Ibn Kesîr (ö. 774/1372) gibi âlimler Hz. Peygamber�in tek bir sefer küsûf namazi kildirdigini iddia ederlerken, Ishak b. Râhûye (ö. 238/852), Ibn Cerîr (ö. 256/870) ve Ibnü�l-Münzir (ö. 303/915) gibi âlimler ise, küsûf olayinin birden fazla meydana gelmis olabilecegini, rivayetlerdeki ihtilafin sebebinin olayin tekerrür etmesinden kaynaklandigini ileri sürmektedirler. Imam Nevevî de (ö. 676/1277), Müslim Serhi�nde küsûf hadisleri arasindaki farkliliklarin, Rasûlullah zamaninda günes tutulma olayinin birden fazla meydana gelmis olmasindan kaynaklandigini, tutulmanin kiminde uzun sürdügünü, kiminde ise kisa sürmüs olabilecegini, bu nedenle küsûf namazindaki rükû sayisinin da farkli oldugunu ifade etmektedir. Ne var ki sözkonusu hadisleri yorumlayanlar arasinda Tecrid-i Sarîh mütercimi ve sârihi Ahmed Naim Efendi�nin (ö. 1934) konuya yaklasimi tam anlamiyla harikadir.
Babanzâde Ahmed Naîm Efendi Tecrid Serhi�nde, küsûfla ilgili hadisler arasinda görülen farkliliklarin izah edilebilmesi için, yeni astronomik çalismalara ihtiyaç oldugunu belirterek, bu hesaplar neticesinde küsûfla alâkali hadisleri daha iyi tahlil edebilmenin mümkün olacagina dikkat çekmekte ve özet olarak sunlari söylemektedir: �Hele ahd-i celîl-i Nebevîde küsûfun tekerrür ettigi sâbit olursa rivâyâti sahîha beynindeki ihtilâfâti cem� ve telif etmek hayli kolaylasir gibi görünür. Lakin bunu kestirmemiz mümkün degildir. Hitta-i Hicâziyyede ahd-i celîl-i Risâlet-Penâhî�de kâbil-i rü�yet küsûflarin adedini tesbit etmek ehl-i hisabin isidir. Bunu yapacak bir sâhib-i himmet zuhûr eder ise rivâyâtin karanlik biraktigi bazi cihetler ihtimâl ki kesb-i vuzûh eder... Binâenaleyh kalbe itmi�nân-i tâm gelebilmek için - tekrar ediyorum - evvel be evvel dogru bir hesâb-i nücûmiye ihtiyacimiz vardir.�

Memnuniyetle belirtmek gerekir ki, Hz. Peygamber�in yasadigi yillarda Hicaz Bölgesi�ndeki astronomik olaylar üzerine günümüzde bir çalisma yapilmak suretiyle yillar sonra Ahmed Na�îm Efendi�nin bu arzusu gerçeklestirilmistir. Yapilan bir arastirmaya göre Hz. Peygamber�in risâlet döneminde Hicaz bölgesinde çiplak gözle görülebilecek sekilde Mekke�de bir defa Medine�de ise iki defa günes tutuldugu tesbit edilmistir ki bunlarin miladî olarak su tarihlerde vuku buldugu görülmektedir.
1. 2 Eylül 620, Sali günü saat 9.43 (Mekke).
2. 21 Nisan 627, Sali günü (hicrî 5. yil, 29 Nesi� ayi) saat 9.43 (Medine).
3. 27 Ocak 632, Pazartesi günü (hicrî 29 Sevvâl 10. yil) saat 9.42 (Medine).
Ahmed Naîm Efendi�nin de dikkat çektigi gibi küsûfla ilgili rivayetleri ilmî veriler isiginda yeniden degerlendirmek gerekmektedir. Bu nedenle konuyla ilgili rivayetler sözü edilen üç tutulma olayindan ait oldugu yere göre tasnif edildiginde söyle bir tablo ile karsilasilmaktadir:

Birinci Tutulma Olayi (2 Eylül 620 Sali, saat 9.43, yer: Mekke)
Hadis eserlerinde Hz. Peygamber�in zamaninda Mekke�de günes tutulmasini ve Peygamber�in namaz kildirdigini açikça belirten bir rivayet tesbit edebilmis degiliz. Ancak Sünen-i Nesâî�de yer alan bir hadiste Hz. Âise�den, Resûlullah�in Zemzem kuyusunun gölgeliginde küsûf namazi kildirdigi rivayet edilmektedir. Hadis su sekildedir: �Resûlullah (sallallahu aleyhi ve sellem) Zemzem kuyusu gölgeliginde (suffetü zemzem) dört secdeli bir namazda (iki rekâtta) dört rükû ile küsûf namazi kildirmistir.�

Zemzem kuyusu Mekke�de oldugu için bu tutulma olayi ve küsûf namazi Mekke�de meydana gelmis olmalidir. Ne var ki, sözkonusu hadisi serheden Suyûtî (ö. 911/1505) ve Sindî (ö.1136/1723) Resûlullah�in yalniz bir defa küsûf namazi kildirdigi, onun da Medine�de oldugu görüsünü savunan âlimlerden yana tavir alarak Nesâî�nin (ö. 303/915) yanildigini iddia etmisler ve bu haberi kabule yanasmamislardir. Halbukî Hz. Peygamber�in risâlet yillarinda Mekke�de 2 Eylül 620 tarihinde günes tutulmasi oldugu bugünkü ilmî tesbitlerden anlasilmaktadir. Hz. Âise�den rivayet edilen sözkonusu hadis, birkisim hadisçi tarafindan elestirilse de, bu veriler isiginda ele alindiginda sahih kabul edilmelidir. Kaldi ki, âlimler arasinda küsûf olayinin tekerrür ettigini savunanlar da az degildir. Dolayisiyla sözkonusu hadisin Mekke�de meydana gelen tutulma olayini anlattigini ifade etmek mümkün görünmektedir.

Diger taraftan Buhârî�de bab basligi olarak rivayet edilmis senedsiz (muallak) bir rivayette, daha sonraki yillarda Abdullah Ibn Abbas (ö. 68/687) ve Abdullah Ibn Ömer�in (ö. 73/692) Zemzem kuyusu gölgeliginde Küsûf namazi kildirdiklari bildirilmektedir. Özellikle Abdullah b. Ömer�in her alanda Resûlullah�i taklit ettigi düsünülecek olursa, bu rivayet de Hz. Peygamber�in Zemzem Kuyusu gölgeliginde küsûf namazi kildirmis olabilecegi kanaatini pekistirmektedir.

Ikinci Tutulma Olayi (21 Nisan 627 Sali, saat 9.43, yer: Medine)
Hz. Peygamber�in oglu Ibrahim�in vefatindan bahseden küsüf hadislerinin ileride de açiklanacagi üzere Medine�de 632 tarihinde meydana gelen günes tutulmasi oldugu gayet açiktir. Ancak Hz. Peygamber�in oglu Ibrahim�in vefatindan bahsetmeyen ya da Resûlullah�in günes ve ayin Allah�in iki âyeti oldugu, onlarin bir insanin vefati veya dogumu sebebiyle tutulmayacaklarina dair hutbesine yer vermeyen hadislerin bir bölümünün Medine�de 632 yilinda vukû bulan üçüncü günes tutulmasi oldugunu söylemek çok zor görünmektedir. Dolayisiyla bu rivayetler 2 Eylül 620 yilinda Mekke�de ve 21 Nisan 627 yilinda Medine�de vuku bulan ilk iki günes tutulmasiyla alâkali olmalidir. Günümüzde elde edilen ilmî verilerden Medine�de vuku bulan birinci günes tutulmasiyla ikincisi arasinda yaklasik bes yil geçtigi anlasilmaktadir. Dolayisiyla Medine�deki ilk tutulma olayini anlatan hadislerde Ibrahim�in vefatindan ve Resûlullah�in onun vefatiyla ilgili hutbesinden söz edilmemis olmalidir.

Nitekim Semüre b. Cündüb�ten (ö. 58/677) rivayet edilen bazi hadislerde Ibrahim�in vefatindan ve Hz. Peygamber�in hutbesinden hiç bahsedilmemektedir. Ayrica Nûmân b. Besîr�den (ö. 65/684) gelen bir rivayette Resûlullah�in günes tutuldugunda diger namazlardan farkli bir namaz kildirmadigi, her zamankine benzer iki rekât namaz kildirdigi bildirilmektedir. Diger yandan Câbir b. Abdillah�tan (ö. 74/693) rivayet edilen bir hadiste de olayin çok sicak bir günde meydana geldigi anlatilmaktadir. Her ne kadar bu hadisin sonunda Resûlullah�in bir hutbesinden bahsedilse de bu rivayetin Ibrahim�in vefatina rastlayan küsûf olayini anlattigi açik degildir. Dolayisiyla bu hadislerin konuyla ilgili birinci grup hadislerden farkli oldugu hemen dikkat çekmektedir. Bu rivayetlerde sözü edilen tutulma 21 Nisan 627 yilinda Sali günü olan günes tutulmasi olmalidir.

Diger taraftan Ibn Hacer�in (ö. 852/1448) nakline göre, Ibn Hibbân (ö. 354/965), hicretin besinci yilinda (5/627) ay tutulmasi oldugunu bunun üzerine Hz. Peygamber�in küsûf namazi kildirdigini bildirmektedir. Ayrica Ibn Hibbân�a göre bu namaz Islâmiyet�te ilk kilinan küsûf namazidir. Ibn Hacer, �Sayet bu haber dogru ise hadisler arasindaki ihtilaflar halledilmis olur� demektedir. Onun bu yaklasimindan sözkonusu ay tutulmasini da küsûf olayi içerisinde mütalea ettigi anlasilmaktadir. Ibn Hacer ayrica Nevevî�nin, Ibrahim�in vefati ve o tarihte kilinan küsûf namazinin Hudeybiye gününde (6/628) olduguna dair bir görüsünü de nakletmektedir ki, Ibrahim�in hicri onuncu yilda vefat ettigi ileri sürülerek bu iddia reddedilmistir. Ancak bütün bu bilgiler, Hz. Peygamber�in oglu Ibrâhim�in vefati sirasinda kildigi küsûf namazindan ayri olarak Medine�de baska bir bir küsûf namazi kildirmis olabilecegi fikrini desteklemektedir. Binaenaleyh konuyla ilgili bir grup hadisin ikinci tutulma olayini anlattigi söylenebilir.

Üçüncü Tutulma Olayi (27 Ocak 632 Pazartesi, saat 9.42, yer:Medine)
Konuya ait rivayetlerin büyük bir kisminda günes tutuldugu gün Hz. Peygamber�in oglu Ibrahim�in vefat ettigi ve tutulmanin Medine�den izlendigi anlatilmaktadir. Bu rivayetlerden bazilari su sekildedir:

Mugîre b. Su�be�den (ö. 50/670) rivayet edilmistir: Resûlullah�in (sallallahu aleyhi ve sellem) oglu Ibrahim�in vefat ettigi gün günes tutuldu. Halk: Günes Ibrahim�in ölümü sebebiyle tutuldu dediler. Bunun üzerine Resûlullah (sallallahu aleyhi ve sellem) : �Günes ile ay hiçbir kimsenin ölümü ya da dogumu sebebiyle tutulmaz. Böyle bir durumla karsilastiginizda namaz kilin ve Allah�a dua edin� buyurdu.

Ebû Bekre Nüfey� b. Hâris�den (ö. 51/671) rivayet edilmistir: Biz Resûlullah�in (sallallahu aleyhi ve sellem) yaninda iken günes tutulmustu. Allah Resûlü (sallallahu aleyhi ve sellem) ridasini toplayarak mescide girdi; biz de onun pesinden girdik. Günes zulmetten siyrilincaya kadar orada bize iki rekât namaz kildirdi. Namazin ardindan: �Günes ve ay hiçbir kimsenin ölümünden dolayi tutulmazlar. Sayet yine böyle bir durumla karsilasirsaniz tutulma hali sona erinceye kadar namaz kilip dua ediniz� buyurdu.

Hz. Âise�den rivayet edilmistir: Resûlullah bir sabah binegine binerek (Ibrahim�in cenazesi sebebiyle) evinden çikmisti. Duhâ vakti (kusluk) girdiginde geri dönerken günes tutulmustu. Hücre-i saadetinin önünden geçerek (mescidde) namaza durdu. Insanlarda onun ardindan namaza durdular. Resûlullah çok uzun süre kiyamda durduktan sonra rükûya gitti. Sonra dogruldu ve uzun süre yine kiyamda durdu. Ikinci kez tekrar rükûya gitti ve uzun süre kaldi. Sonra rükûdan dogruldu ve secde yapti. Sonra tekrar kalkti ve uzun süre kiyamda durdu. Sonra rükûya gitti ve uzun süre rükûda kaldi. Sonra rükûdan dogrularak secdeye gitti. Daha sonra tekrar ayaga kalkti kiyamda bulundu. Ardindan uzunca bir rükû daha yapti. Sonra yeniden secde yapti. Namazi bitirdikten sonra da �Allah�in dedigi olur� buyurarak insanlara kabir azabindan Allah�a siginmalarini emretti.

Bu grup rivayetler 27 Ocak 632 yilinda, (29 Sevvâl, hicrî 10. yil,) Pazartesi günü meydana gelen günes tutulmasini anlatan haberler olmalidir. Çünkü Hz. Peygamber�in oglu Ibrahim�in milâdî 632 yilinda vefat ettigi bilinmektedir. Nitekim Ibn Hacer�in de naklettigi gibi siyer âlimlerinin çogunlugu, Ibrahim�in hicrî 10. yilda (milâdî 632) Medine�de vefat ettigini bildirmektedirler. Özet olarak söylemek gerekirse, Ibrahim�in vefatiyla iliskili olan küsûf hadislerinin 27 Ocak 632 tarihinde meydana gelen günes tutulmasi oldugu açiktir. Kaldi ki, küsûfle ilgili hadislerin bir kismi hariç pek çogunda Ibrahim�in vefatina temas edilmektedir. Ancak hemen belirtelim ki, bu gruba dâhil edebilecegimiz hadislerde, küsûf namazi esnasindaki rükûlarin adedi hakkinda râvilerin farkli beyanlarinin arasini halletmek mümkün görünmemektedir. Ayni olayi anlatmis olmasina ragmen, rükû sayisinda öne sürülen bu degisik görüslerin, râvilerin yanilgisindan kaynaklandigi anlasilmaktadir.

Diger taraftan tesbit edebildigimiz kadariyla küsûfla ilgili bazi rivayetlerde olayin cereyan ettigi zamana da isaret edilmektedir. Hz. Âise�nin yukarida zikredilen rivayetinde günes tutulmasinin ve Hz. Peygamber�in küsûf namazi kildirmasinin kusluk vaktinde (duhâ vakti) oldugu bildirilirken, Semüre b. Cündüb�den gelen bir rivayette küsûf olayinin, günes ufuktan iki ya da üç mizrak boyu yükseklikte iken meydana geldigi, Câbir b. Abdillah�in bir rivayetinde ise günes tutulmasinin çok sicak bir günde oldugu haber verilmektedir. Bu üç rivayeti yukarida zikredilen astronomik verilerle karsilastirdigimizda râvilerin her üçünün de beyan ettikleri zaman dilimi konusunda isabetli olduklari görülmektedir. Çünkü bu olaylar bugünkü tesbitlere göre sabah saat 9.43 ve 9.42 sularinda cereyan etmistir. Hadislerde belirtilen kusluk vakti ve havanin çok sicak olmasi haberleri de bu durumu teyid etmektedir.

SONUÇ
Günümüzde ulasilabilen bu teknik gelismelerden sonra Hz. Peygamber�in küsûf namazi ile ilgili rivayetler arasindaki farkliliklarin sebebi daha iyi anlasilmis olmaktadir. Çünkü sözkonusu olayin birden fazla cereyan ettigi artik astronomik hesaplarla tesbit edilmis durumdadir. Esasen Hz. Peygamber�in benzer olaylarda bazan farkli davrandigi ise bilinen bir husustur. Konuyla ilgili rivayetlerden Hz. Peygamberin her üç olayda farkli davrandigi da anlasilmaktadir. Dolayisiyla bu rivayetler arasinda farkliliklarin sadece râvilerden kaynaklandigini iddia etmek mümkün degildir. Sözkonusu farkliliklar, küsûf olayinin birden fazla meydana gelmesinden kaynaklanmis olmalidir.



BIBLIYOGRAFYA
Ahmed Naim, Tecrid Tercemesi,
Ahmed Naim, Sahîh-i Buhârî Muhtasari Tecrid-i Sarîh Tercemesi ve Serhi, I-III, Ankara 1984-85.
Apaydin, Resûlullah�in Günlügü
Mehmet Apaydin, Resûlullah�in Günlügü Medîne Dönemi Yeni Kronolojisi, Istanbul 1995.
Aynî, �Umdetü�l-kârî
Bedreddîn Ebû Muhammed Mahmûd b. Ahmed el-Aynî, �Umdetü�l-kârî serhu Sahîhi�l-Buhârî, I-XXIV, Beyrut ts. (Dâru ihyâi�t-türâsi�l-Arabî).
Buhârî
Ebû Abdillâh Muhammed b. Ismail b. Ibrahim el-Buhârî, el-Câmi�u�s-sahîh, I-VIII, Istanbul 1981.
Ebû Dâvûd
Süleyman b. Es�as b. Ishak el-Ezdî es-Sicistânî, es-Sünen, I-V, Istanbul 1981.
Ibn Hacer, Fethu�l-bâri
Ahmed b. Ali b. Hacer el-Askalânî, Fethu�l-bârî bi serhi Sahîhi�l-Buhârî (nsr. Fuâd Abdülbâki v.dgr.), I-XIII, Kahire 1407/1986.
Ibnü�l-Manzûr, Lisânü�l-Arab,
Ebu�l-Fadl Cemaleddîn Muhammed, Lisânü�l-Arab, I-XV, Beyrut 1414.
Karatas, Hadislerin Artmasi
Mustafa Karatas, Rivayet teknigi Açisindan Hadislerin Artmasi ve Sayisi, M.Ü. Sos. Bil. Ens., Istanbul 1998 (Basilmamis Doktora Tezi).
Köksal, Islâm Târihi
Âsim Koksal, Islâm Târihi, I-XI, Istanbul 1981.
Müslim
Ebu�l-Hüseyin Müslim b. Haccâc el-Kuseyrî en-Nîsâbûrî, el-Câmi�u�s-Sahîh, I-III, Istanbul 1981.
Nesâî
Abdurrahman b. Suayb en-Nesâî, es-Sünen, I-VIII, Istanbul 1981.
Nevevî, Minhâc
Yahyâ b. Seref en-Nevevî, el-Minhâc fî serhi Sahîhi Müslim b. el-Haccâc, I- XVIII, Beyrut 1407/1987.

Süyûtî, Zehru�r-rübâ
Celâleddîn Abdurrahman b. Ebî Bekr, Zehru�r-rübâ �ale�l-Müctebâ (Nesaî�nin Sünen�i ile birlikte), I-VIII, Istanbul 1401/1981.
Tirmizî
Ebû Isâ Muhammed b. Isâ et-Tirmizî, Sünenü�t-Tirmizî, I-V, Istanbul 1981.
Ya�murî, �Uyûnü�l-eser
Ebü�l-Feth Muhammed b. Muhammed b. Seyyidi�n-Nâs el-Ya�murî, �Uyûnü�l-eser fî fünûni�l-megâzî ve�s-semâil ve�s-siyer (nsr. Muhammed el-�Îd el-Hatrâvî - Muhyiddîn Hîtû), I-II, Medine 1413/1992.

Isnad

Islâm�dan önceki devirde Araplar arasinda siirlerin naklinde rivayetler söyleyene nispet edilmekteydi. Bu anlamda düzenli olmasa da Yahudilerin ve Hindlilerin de isnada benzer bazi uygulamalarinin oldugu bilinmektedir. Fakat isnad, Islamiyet�le birlikte hadis sahasinda kullanilmaya baslandiktan sonra sistemli bir sekilde gelismis ve özellikle hadis rivâyetinin ayrilmaz bir parçasi olmustur.

SUMMARY
THE SYSTEM OF ISNAD IN THE HADITH
The isnad which informs us tarik�s of the Hadith matns had been used unregularly for survive of poetry in the pre-Islamic era. But isnad had got importance after using of the Hadith transmissions and made non-separation for them. The disciplince and fastidiousness in the transmisson of the Hadith led the orientalists, non-proofly, to criticize the institution.

GIRIS
Sened ve metin kisimlarindan meydana gelen hadislerin, rivayet ve intikal asamalarini yansitan isnad, son dönemde belki de hadisin metninden daha çok tartismalarin odak noktasi haline gelmistir. Isnadin dogusu, gelisimi ve sistemli olarak ne zaman kullanildigi hususu özellikle müstesrikler tarafindan tartisma konusu yapilmaktadir. Gerek geçmiste gerekse günümüzde bazi oryantalistler isnadin iddia edildiginin aksine erken dönemlerde degil, daha sonraki zamanlarda tesekkül ettigini ifade etmektedirler. Hatta bu düsüncelerini daha da öteye götürenler, hadislerin senedlerinin bir kisim raviler tarafindan uydurularak hadisin bas tarafina ilave edildigini savunmaktadirlar. Bu bakimdan Hadislerde Isnad Sistemi adini verdigimiz bu makalede isnadin dogusu, önemi, tarikler, âlî ve nâzil isnad, ve esahhu�l-esânid gibi konular ele alinacak ve isnad konusundaki tartismalara isik tutmaya çalisilacaktir.

1. Isnâdin Dogusu
Hadisin metnini, hadisi söyleyenine râviler vasitasiyla ulastirmak, ya da bir baska deyisle, hadis metninin tarîkinden haber vermek olan isnâdin ne zaman kullanilmaya baslandigi konusunda çesitli görüsler mevcuttur. Sahâbenin çogunlugunun hayatta bulundugu birinci asrin ilk yarisinda, Hz. Peygamber ile sahabîlerin arasinda hadisi kendilerine nakledecek bir baska nesil bulunmadigina göre, birbirlerinden isittikleri hadisler disinda, isnâdin düsünülmemis olmasini dogal saymak gerekir. Ancak bu durumun uzun süre devam etmedigi de bir gerçektir.
Üçüncü halîfe Osman Ibn Affân�in (ö. 36/656) sehit edilmesi, onun ardindan Hz. Ali (ö. 40/660) ile Hz. Muaviye (ö. 60/679) arasindaki mücâdele ve nihâyet Sîa ve Hâricîler gibi firkalarin ortaya çikisi, hadis uydurmaya yol açan etkenlerin basinda yer almis ve zaman ilerledikçe hadis uydurma isi bütün süratiyle yayilmistir. Bu durum hadisleri korumak isteyenlerle, hadis uyduranlar arasinda çetin bir mücadelenin baslamasina zemin hazirlamistir. Sahabiler hadis rivayeti karsisinda rivayet edilen hadisten emin olmak için kendi aralarinda sahit aramislar, bazan rivayetleri tashih etmisler, bazan da hadisi nakledene yemin ettirmek gibi bir takim tedbirlere basvurmuslardir. Daha sonra birtakim ihtilaflar sebebiyle fitneler çikmis, bu fitnelerin ardindan degisik firkalar birbirlerini telin, tezyif ve tekfir etmek amaciyla bir kisim hadisler uydurmuslardir. Bu durum hadis rivayeti esnasinda daha dikkatli ve titiz olunmasini gerektirmistir.
Hz. Ali ile Hz. Muâviye arasindaki ihtilâfin harp seklini alarak, kanlarin dökülüp canlarin telef olmaya basladigi hicretin kirkinci yili, sünnetin yalan ve uydurmadan münezzeh olmasi ile, yalan ve hadis uydurma hareketinin çogalarak siyâsî maksatlarla ve dâhilî bölünmelere hizmet için kullanilmaya baslamasi bir dönüm noktasidir. Bu fitne hareketinin zuhurundan sonra insanlar artik haberlerin senedlerini sorusturmaya baslamistir. Ehl-i sünnet�ten olanlarin hadisleri alinmis, ehl-i bid�at�tan olanlarin hadisleri de terk edilmistir.
Hicretin 110 senesinde vefat eden Muhammed b. Sîrîn�in su sözü, isnadin çok erken tarihlerde uygulandigini ortaya koymaktadir. Ibn Sîrîn söyle demektedir: �Önceleri isnâd sorulmazdi. Ne zaman ki fitneler zuhur etti o zaman isnâd sorulmaya baslandi. Hadisin râvileri ehl-i sünnet�ten ise hadisi alindi, ehl-i bid�at�ten ise hadisi alinmadi.�
Ibn Sîrîn�in, �önceleri isnâd sorulmazdi...� sözü, fitne devrine kadar isnâdin hiç kullanilmadigi anlamina gelmez. Aksine bu ifâde, fitneden önce de isnâdin kullanildigi intibâini vermektedir. Râviler onu tatbik bakimindan o kadar titiz degillerdi. isnâdi bazan uyguluyor bazan de ihmal ediyorlardi. Fakat fitneden sonra daha müteyakkiz olmaya, bilgi kaynaklarini arastirip tetkik etmeye basladilar. Birinci asrin sonunda isnâd artik iyice tekâmül etmisti.
Ebu�l-Âliye (ö.90/708), �Biz Basra�da Resûlullah�in (s.a.v.) ashabindan nakledilen birtakim rivayetler isitirdik. Fakat onlarin yanina gidip bizzat agizlarindan duymadikça gönlümüz rahat etmezdi� demektedir.
Ibrahim en-Nehâî (ö.96/714) ise söyle demektedir: �Selef, bir kisi tarafindan rivayet edilen garib hadisleri sevmezlerdi. Hadislerin çesitli tariklerini ararlardi. Bir adamdan hadis alacaklari zaman onun namazina, umumi haline ve alametlerine bakarlardi.� Ibrahim en-Nehaî bu sözüyle kendinden önceki devirlerde hadis nakli sirasinda dikkatli davranildigi hususunda bilgi vermis olmaktadir.
Ebû Yezîd b. Hubeyb (ö.128/745)�in su sözü hadislerin isnadinin ve çesitli tariklerinin arastirilmasinin önemine isaret etmektedir: �Bir hadis isittigin zaman onu, ötekinden berikinden kaybettigin seyi arar gibi arastir. Maruf olursa al, aksi halde terk et.�
Yine Süfyân es-Sevrî�nin (ö.161/777) �Râviler yalani kullandiklari vakit biz de onlar için tarihi kulandik� sözü de, mevzû hadislerin yayginlasmasindan sonra râvilerin takibe alindiklarini gösteren bir baska delildir.
Bâzi tâbiîlerin, meselâ Katâde b. Di�âme es-Sedûsî (ö.117/735) gibilerin, hadisleri senedleriyle birlikte rivâyet etmediklerine dâir söylenen haberler dahi bize, degisik sehirlerde bulunan tâbiîlerin çogunun, hadisleri senedleriyle birlikte rivâyet etmekte olduklarini gösterir. Sayet böyle olmasaydi râvi, herkese sâmil oldugunu o devirde bilmeyen tek sahsin dahi mevcut olmadigi umûmî bir hükümden Katâde�yi veya bir baska tâbiîyi müstesnâ tutmaya ugrasmazdi. Nitekim Hammad b. Seleme�nin (ö.167/783), et-Tabakâtu�l- Kübrâ�daki su sözü bu görüsü desteklemektedir:
�Katâde�ye giderdik, o da: beleganâ ani�n-Nebîyyi a.s = Hz. Peygamber�den bize ulasti ki..., beleganâ an �Umar = Hz. Ömer�den bize ulasti ki ... diyerek hadisleri hemen hemen isnâdsiz rivâyet ederdi. Hammad b. Ebî Süleymân Basra�ya geldigi zaman, �haddesenâ Ibrâhîm fülânun ve fülânun� = Bize Ibrâhîm, falan ve falan rivâyet etti ki demeye basladi. Bu hal Katâde�ye söylendiginde o da : �seeltü Mutarrifen� = Mutarrife sordum ki..., �haddesenâ Enes b. Mâlik ve seeltü Sa�îd b. el �Müseyyeb� diyerek senedleriyle birlikte rivâyet etti�.
Ilk bakista bu olaydan anlasilan mânâ sudur: Hammâd b. Süleymân Basra�da bu âdeti yaygin hale getirdikten sonradir ki, Katade isnâdla rivâyet etmeye baslamistir. Bu haberle anlatilmak istenen ana tema, Hammâd b. Seleme�den baska tâbiundan bir çok kimsenin kendi sehirlerinde haberleri isnâdla rivâyet etmekte olduklaridir.
Ibn Sihab ez-Zührî (ö.124/742)�nin hadisleri isnadsiz rivayet eden kimselere �Hadisleri bize naklederken isnadi olmaksizin yularsiz ve dizginsiz mi naklediyorsunuz� diyerek kizdigina dair bilgilerin kaynaklarda yer almasi, isnadin o devirde yerlesik bir kural oldugunu kanitlamaktadir.
Zührî�yi takip eden ve ondan sonra gelen muhaddisler, hadislerde isnad tatbikini ve raviler zincirini birbirine baglayan hadis tahammül lafizlarini kullanmayi hadisin sihhati için sart kosuyorlardi. Bu lafizlarin kullanilmadigi hadislere deger verilmezdi. Su�be (ö. 160/777) �Senedinde �ahberanâ� ve �haddesenâ� tabiri bulunmayan hadisler ise yaramaz hadislerdir� derdi. Öyle ki, kaynaklarda �sema� ve �kiraat�in Ali b. Ebî Talib ve Abdullah b. Abbas zamaninda bilindigini, Ali b. Ebî Tâlib�in seyhe okumak ile seyhten dinlemeyi müsavi buldugunu, Abdullah�in ise kendisini dinleyenlere, �Benim size okumam ile sizin bana okumaniz arasinda bir fark yoktur� dedigi nakledilmektedir.
Hicrî ikinci asrin ortasinda hadislerin artik senedleriyle zikredilmesi sistemli bir hale geldigi gibi, müstakil hadis kitaplari da tasnif edilmisti ki, bunlarin hemen hepsi hadisleri senedleriyle kaydetmekteydi. Hadis Usûlü üzerine müstakil ilk eseri ortaya koyan Râmehurmuzî (ö. 360/971), bu konuda söyle demektedir: �Hadisleri ilk tasnif eden ve bablara ayiran kimse; Medine�de Malik b. Enes (ö. 179/795), Mekke�de Ibn Cüreyc (ö.151/768), Basra�da Said b. Ebî Arûbe (ö.158/775), Hammad b. Seleme (ö. 167/783), Yemen�de Mamer b. Rasid (ö.152/769), Kûfe�de Süfyan es-Sevrî (ö.161/778), Sam�da el-Evzaî (ö. 151/768),Vâsit�ta Hüseym b. Besîr (183/799), Horasan�da Abdullah b. el-Mübârek (ö. 181/797) olmustur.� Söz konusu âlimlerin birçogunun isnadlarla kaydedilen hadis koleksiyonlari günümüze degisik yollardan ulasmis durumdadir.
Müstesrikler isnâd sisteminin mensei hakkinda degisik görüslere sahiptirler. Bunlar arasinda Müslümanlardan önce de isnad sisteminin kullanildigini, hatta Yahudilikten geldigini savunanlar da bulunmaktadir. Ancak Islam�dan önce bazi rivayetlerin söyleyenlere nispet edilmesiyle Müslümanlarin kullandigi isnad sistemi arasinda bir benzerlik bulunmamaktadir. Bu nedenle Horovitz, Leone Ceatani gibi müstesriklerin isnad sistemini Yahudilere ya da Hindlilere dayandirmalari bir anlam tasimamaktadir.
Diger taraftan Caetani�ye göre, hadisleri sistematik olarak ilk toplayan �Urve (ö.94/712), ne isnâd ne de Kuran�dan baska kaynak kullanmistir. Bu nedenle Caetani bu konuda su kanaate sahiptir: Hz. Peygamber�in ölümünden sonraki 60 yildan daha fazla bir süre de Abdülmelik zamaninda isnâd uygulamasi mevcut degildir. O, bundan hareketle isnâd sisteminin baslangicinin �Urve ile Ibn Ishâk (ö.151/768) dönemi arasindaki bir zamanda yer almis olabilecegi neticesine ulasir. Yine onun görüsüne göre, daha genis çaptaki isnâd uygulamasi II. yüzyilin sonunda hatta III. yüzyilin baslangicinda muhaddisler tarafindan ortaya atilmistir.
Urve�nin, Abdülmelik�e gönderdigi yazida isnâdlarin bulunmadigini ve Urve�nin de daha sonraki bu isnâdlar sayesinde tanindigini iddia eden baska batili bir ilim adami da Sprenger�dir. Horovitz bu istidlâllere Isnâdin Tarihi ve Mensei (Alter und Ursprung des Isnâd) adli makâlesinde karsilik vermis, o, Urve�nin isnâd kullandigini inkar edenlerin onun bütün eserlerini gözönüne almadiklarina dikkat çekmistir. Bir kimsenin kendisine soru soruldugu zaman cevapladigi ile, ilim halkasinda yazdigi arasinda fark oldugunu da buna ilâve etmistir. Horovitz, isnâdin hadisle ilgili eserlere ilk girisinin birinci asrin son üçüncü çeyreginde oldugu neticesine ulasir.
Joseph Schacht ise, �Her hâlükarda düzenli isnâd uygulamasinin II. asrin baslangicindan daha önce oldugunu iddia etmeye hiç bir neden yoktur, senedler, fikir ve inançlarini ilk otoritelere dayandirmak isteyen kimselerce keyfî ve dikkatsiz bir sekilde yapilmistir, kademe kademe uydurularak gelismistir, ilk devre âit senedler eksik kalmis, fakat klasik eserler dönemine kadar bütün bosluklar doldurulmustur...� demektedir.
Günümüz Oryantalistlerinden Juynboll �fitne� kavramiyla Hz. Osman�in sahadetinin kastedilmekte oldugunu kabullenmekle birlikte, o buna karsilik Ibn Sirîn�in sözünü ettigi fitnenin Abdullah b. Zübeyr�in öldürülmesi olayindan baskasi olamayacagini ifade etmektedir. Buna dayali olarak da hadislerde isnadin kullanilmasini hicrî birinci asirda 70�li yillarin ilk baslarinda ortaya çiktigini benimsemektedir. Ibn Sîrîn�in kullandigi ehl-i sünnet ve ehl-i bid�at kavramlariyla ilgili haberlerin tariklerinden de bunu anlamanin mümkün oldugunu belirten Juynboll, isnadin tesekkülü konusunda müsterek ravi/common link çerçevesinde Zührî�yi, �isnadin etrafinda sekillendigi kisi� olarak görme egiliminde oldugu da anslasilmaktadir.
Fazlur Rahman da isnâd konusunda, kisaca görüslerini aktardigimiz müstesriklerle asagi yukari ayni kanaati paylasmaktadir. O bu konuda sunlari söylemektedir: �Her hadisin iki bölümü bulunur; hadisin metni ve metni desteklemek üzere hadisi rivâyet eden râvilerin adlari verilen sened kismi. Eski ve yeni tarihçiler önceleri hadisin metnini destekleyen isnâddan yoksun olarak bulundugu hususunda ayni görüstedirler. Isnâdin, hadis metinlerinde görülmesi muhtemelen I. yüzyilin sonlarina rastlar. Bu tarih ayni zamanda yuvarlak olarak hadisin resmen yazili bir disiplin seklinde bütünüyle ortaya çiktigi tarihtir.�
Schacht, Ibn Sîrîn�in (ö.110/728) sözünde bahis konusu edilen fitnenin Emevî idâresinin sonlarina dogru Halîfe Velid Ibn Yezîd�in öldürülmesi (ö.126/743) ile ortaya çiktigini ileri sürmüs ve Ibn Sîrîn�in hicri 110 senesinde ölmüs olmasi dolayisiyla bu fitneden söz edemeyecegi ve mezkur sözün ona atfedilmis yalan bir haber oldugu iddiasinda bulunmustur. Schacht�in bu iddiasini garip karsilamamak mümkün degildir. Zira Islâm tarihinin ilk bir buçuk asrinda, Velid b. Yezid�in öldürülmesine sebep olan fitneden baska ve daha mühim fitneler olmasaydi, bu görüse bir dereceye kadar hak verilebilirdi. Oysa Islâm tarihinde üçüncü halîfe Osman b. Affân�in sehîd edilmesiyle neticelenen ayaklanma �fitne� olarak isimlendirildigi gibi, Cemel ve Siffîn savaslari da bu �fitne�nin devamindan baska bir sey degildir. Keza Emevî halîfesi �Abdulmelik b. Mervân�in hilâfetinden iki sene önce (63/682) Hicaz�da idareye karsi ayaklanan ve hakimiyetini ilan eden Abdullah b. Zübeyr hâdisesi ile, 81 senesinde Basra�da patlak veren Ibnu�l-Es�as hâdisesi de birer �fitne� olarak isimlendirilmistir.
Ibn Sîrîn�in bütün bu fitnelere sâhit oldugu, yahut onlar hakkinda haber verebilecek durumda bulundugu apaçik meydandadir. Hal böyle iken, Schacht�in bu fitneleri hiç hesaba katmadan Ibn Sîrîn�in vefatindan on alti sene sonra ortaya çikan bir fitneyi bahis konusu etmesi, sonra da bu fitneye sâhit olmadigini ileri sürüp onun söyledigi bir sözü yalanlamaga kalkismasi, kabul edilebilecek bir husus degildir. Bununla birlikte onun, isnâd tatbikinin ikinci asrin baslangicindan daha eski olabilecegini kabul etmedigini açikça belirtmesi, Ibn Sîrin�in sözünü ettigi fitneyi niçin onun ölümünden sonra zuhur eden hâdiselerle îzah etmeye ve bu sözün Ibn Sîrîn�e isnâdini yalanlamaya çalistigini göstermeye yeterlidir.

2. Isnâdin Önemi
Bir haberi veya bir hadisi nakleden kimse, onu kimden isittigini belirtmek zorundadir; çünkü haberin dogrulugu, onu nakledenlerin güvenilir olmasiyla yakindan ilgilidir. Sayet hadislere hiç yalan karismamis olsaydi veya her insan, isittigi bir seyi hemen hâfizasina yerlestirebilecek ve aradan seneler geçtikten sonra da onu aynen hatirlayip tekrarlayabilecek bir kabiliyette yaratilmis olsaydi, her halde, hadis rivâyetinde de isnâd kullanmaya ve bir çok isim siralamaya gerek kalmayacakti. Oysa ne hadisler yalancilarin tasallutundan kurtulabilmis, ne de insan her isittigini âninda hifzedebilecek derecede mükemmel yaratilmistir. Bu durum, hadislerin sihhatini garanti altina alabilmek için, zorunlu olarak senedle rivayet edilmesini ve hadis râvilerinin adâlet ve zabt yönünden hallerinin bilinmesi ihtiyacini dogurmustur.
Isnâd, baska milletlerde bulunmayan ve yalniz Müslümanlara âit olan bir sistemdir. �Isnâd dindendir. Eger isnâd olmasaydi dileyen istedigini söylerdi� diyen Abdullah b. el-Mübârek, isnâdin ne derece önemli oldugunu vurgulamistir. Ayrica �Süphesiz bu ilim (Hadis) dindir. Onu kimden aldiginiza dikkat edînîz� denilerek hem hadisin hem de isnâdin önemi çok açik bir biçimde ifâde edilmistir.
Hucurat Sûresi�nde geçen �Ey imân edenler! Eger bir fâsik size bir haber getirirse onun dogrulugunu arastiriniz...� âyetindeki �arastiriniz� sözü, isnâd sistemine Ku�an�dan delil olarak gösterilmektedir.
Hadisin isnâdini arastirmak önemli bir konudur. Râvilerin hallerini bilmek son derece gereklidir. Sahâbe, insanlari hadis rivâyet ederken ihtiyatli olmaya tesvik etmislerdir. Kisinin durumunun bilinmesini, ancak emin olundugu zaman hadisin alinmasini sart kosmuslardir. Tâbiûn nesli de hadislerin nakli konusunda sahâbenin yolunu izleyerek titiz davranmislar ve Resûlullah�in nûrunu gelecek nesillere ayni parlakligi ile intikal ettirmek için çaba sarfetmislerdir.
Imam Safiî (ö.204/819), �Senedsiz hadis ögrenmeye çalisan kimsenin durumu, gece karanliginda odun toplayan kimseye benzer. O içinde zehirli yilan bulunan bir bag odunu sirtina yüklenir de farkinda bile olmaz� diyerek Hz. Peygamber�in hadisleri ile onun adina uydurulanlari ancak sened sâyesinde birbirinden ayirabilecegimizi anlatmak istemistir.
Süfyân es-Sevrî, isnâdi silaha benzetmis, silahi olmayan kimsenin düsmani ile cenk edemeyecegini söylemistir.
Abdullah b. el-Mübârek ise (ö.181/797), �Isnad dinin bir kismidir, eger isnad olmasaydi dileyen istedigini söylerdi� demis, dînî meseleleri isnâdsiz ögrenmeye kalkisani, merdivensiz evin çatisina çikmak isteyen kimseye benzetmistir.
Nasr b. Sellâm ise söyle demistir: �Küfür ehline en agir gelen ve onlari en çok kizdiran husus, hadis isitmek ve hadisin senedi ile birlikte rivâyet edilmesidir�.
Tirmizî, âlimlerin senedsiz bir hadis için �yularsiz ve dizginsiz� (bilâ hizâm velâ ezimme) tabirini kullandiklarini haber vermektedir. Nitekim ez-Zührî�nin, �Size yularsiz ve dizginsiz hadis nakletmem� dedigi nakledilmektedir.
Nitekim isnadla ilgili olarak �Haberin senedi kisinin nesebi gibidir� denilmistir. Diger taraftan Ebû�z-Zinâd (ö.130/747) söyle demektedir: �Medine�de yüz kisi biliyorum ki bunlarin hepsi de güvenilir (emin) kimselerdi. Ama bunlara hadis için �ehil degildir� (Leyse min ehlih) denildiginden onlarin hiç birinden hadis rivâyet edilmezdi�.
Görülüyor ki hadisçiler isnâda son derece önem vermislerdir. Çesitli konularda rivâyet edilen pek çok hadis, sirf senedindeki râvilerin durumlari sebebiyle sahih kabul edilmemis ve bir çogu da uygulamaya geçirilmemistir. Isnâd sistemi ile birlikte Cerh ve Ta�dîl Ilmi dogmus, hadislerin senedlerinde geçen râvilerin hayat ve davranislari bütün ayrintilariyla incelenmistir. Bir baska ifâdeyle hadisçiler, haberin kaynaklarini arastirmak sûretiyle, o kaynaklar araciligi ile kendilerine ulasan haberlerin sihhatini tesbite yönelmislerdir. Bu konuda gerçekten hayranlik uyandiracak ilmî metotlar gelistirmislerdir.

3. Hadislerin Tarikleri
Her hadis konusu itibariyle oldugu gibi, kendisine ait senedi ile de diger bir hadisten ayrilmaktadir. Ayni konuda gelen bir hadis birden fazla senedle rivayet edilmis olabilir. Bir hadis, Hz. Peygamber�den birden fazla sahâbî tarafindan isitilmis olabilecegi gibi, sahâbe sonrasi tabakalarda da bir çok râvi tarafindan isitilmis ve rivayet edilmis olabilmektedir. Hadisin degisik sahâbîler veya daha sonra gelen farkli râviler tarafindan yapilan rivayetlerini belirtmek için o hadisin senedi veya tarikleri (turuku�l-hadis) terimi kullanilmaktadir. Bu itibarla sened yerine tarik kullanildigi gibi, tarik yerine de vecih terimi kullanilmaktadir. Nitekim herhangi bir tabakada tek bir râviden rivayet edilen bir hadis için, �Bu hadis sadece bu vecihten gelmektedir� seklinde de söylenmektedir. Bu durumda da yine hadisin tarikinin kastedildigi anlasilmalidir.
Birden çok senedle gelen hadisler, hadis usûlü çerçevesinde farkli muamelelere tâbi tutulmustur; çünkü bir hadisin pek çok tarikinin bulunmasi, bir çok açidan önem arz etmektedir. Bunlardan biri de bu rivayetlerin ayni zamanda o hadisin sihhati konusunda da bir deger ifade ettigi düsüncesidir. Özellikle hicrî II. ve III. asirda ayni hadisin bir çok tarikine sahip olmak, sanki hadisleri toplamanin bir geregi olarak düsünülür ve uygulanirdi. Ayrica muhaddisler elde ettikleri bu tarikleri kendi aralarinda müzakere ederlerdi. Kaynaklarda her bir hadisi, yirmi, otuz, elli hatta yüz isnadla elde ettiklerini söyleyen muhaddislere bile rastlamak mümkündür. Nitekim bu konuda Beyhakî (ö.458/1066) söyle demektedir: �Bazan hadis bir tane olur da rivayet yollari, lafizlarinin farkliligi ve onu rivayet edenlerin çok olusu bakimindan bir tek hadis, yüz hadis sayilir. Çünkü selef âlimlerimiz söyle derlerdi: �Biz bir hadisi yirmi yoldan (tarik veya vecih) yazmaz isek ona güvenemeyiz.�
Diger taraftan Yahyâ b. Ma�în�in (ö. 233/847), �Biz bir hadisi elli defa yazmadigimiz zaman ona itibar etmezdik� sözü bu görüsü teyit etmektedir. Goldziher de ayni görüsü destekler mahiyette Yahyâ b. Ma�în�in kendisine en az otuz çesit isnadla takdim edilmemis hiçbir hadisi kabul etmedigini belirtmektedir.
Hicrî III. asirda yasamis muhaddislerden Ibrahim b. Saîd el-Cevherî�nin (ö. 253/867) bu konudaki yaklasimi, kendilerine ulasan her hadisi yüz ayri senedle elde ettiklerini ileri süren muhaddislerin varligini dogrulamaktadir; Zehebi�nin nakline göre, Abdullah b. Ca�fer b. Hakan, Cevherî�ye Hz. Ebû Bekir�in (ö.13/634) hadislerinden biri hakkinda soru sorunca, o hizmetçisinden Ebû Bekir�in Müsned�i arasindan yirmi üçüncü cüz�ü çikarmasini istemis, bunun üzerine Abdullah b. Ca�fer; �Ebû Bekir�in elliden fazla hadisi olamaz, onun yirmi üçüncü cüz�ü ne demek oluyor!� diyerek hayretini ifade etmistir. Cevheri ise ona: �Bendeki bir hadis eger yüz vecihten gelmemisse ben o konuda yetim sayilirim� cevabini vermistir. Sözkonusu bu olay, o dönemlerde muhaddislerin hadislerin degisik tariklerine sahip olmaya ne kadar önem verdiklerini göstermesi bakimindan da dikkat çekmektedir.
Hadislerin tariklerinin ulastigi boyutu daha net kavrayabilmek için bir hadisin pek çok tariklerini bir araya toplayan eserlere de göz atmak gerekmektedir. Hadis kitaplari içerisinde Sahîh-i Müslim, sihhat ve tertip bakimindan oldugu kadar, bir hadisin pek çok tarikini ayni yerde zikretmesi bakimindan da öne çikmis bir eserdir. Iste bunun içindir ki, bir hadisin degisik senedlerini ve bir kelime dahi olsa, hadisin metnindeki farkliliklari Müslim�in Sahîh�inde bir arada görmek mümkündür.
Öte yandan hadislerin tariklerinin bir araya toplanmasi birtakim faydalari da beraberinde getirmektedir; Âlî isnad elde etmek, hadisin mütâbeat ve sevahidini bulmak, esahhu�l-esânîd�e ulasmak gibi hadisin sihhati açisindan önemli olan bu düsünceler, hadislerin tariklerinin çogalmasinda da etkili olmustur.

4. Âlî Isnad- Nâzil Isnad
Hadis tariklerinin çogalmasinda en önemli etkenlerden biri hiç süphesiz âlî isnad arayisidir. Bir râvi rivayet ettigi hadisi veya bir müellif eserine aldigi herhangi bir rivayeti Hz. Peygamber�e az sayidaki muteber kimseler vasitasiyla ulastirabilirse, onun rivayeti sihhat açisindan ayni sartlari tasimayan diger rivayetlere göre daha makbul sayilmistir. Âlî isnad aramak selefin bir sünneti olarak telakki edilmis buna delil olarak da bir bedevinin gelip Resûlullah�a, �Senin Allah�in Resûlü oldugun bize söyleniyor; dogru söyle seni Allah mi gönderdi?...� seklindeki hadis gösterilmistir.
Ahmed b. Hanbel (ö.241/855), �Âlî isnâd, bizden öncekilerin (selefin) âdetidir� demektedir. Ahmed b. Hanbel�in oglu Abdullah, babasinin âlî isnadi aramanin dinin geregi oldugu inancini tasidigini haber vermektedir; hatta bu baglamda �Isnadin ilk söyleyene yakin olusu Allah�a yakinliktir� diyecek kadar, konunun ciddiyeti vurgulanmak istenmistir. Yahya b. Maîn�e ölüm döseginde yatarken ne arzu ettigi sorulmus o da �Tenha bir ev ve âlî bir isnad� diye cevap vermistir.
Bir isnad bes ayri bakimdan ayni konuda gelen bir hadisin diger bir isnadina göre âlî olabilir. Diger bir ifadeyle âlî isnad göreceli olarak bes kisma ayrilmaktadir:
Peygamber�e yakin olmasi
Meshur hadis imamlarina yakin olmasi
Güvenilir hadis kaynaklarina nispet edilmesi
Vefat tarihi daha erken olan raviden gelmesi
�Semâ�i daha önce olan raviden rivayet edilmesi
Isnadin ehemmiyeti muhaddisleri âli isnad arayisina sevketmis, hadis müellifleri kendi dönemlerinde elde edebilecekleri âlî isnadlara ulasabilmek için her türlü olumsuz sartlara katlanarak yogun gayretler sarfetmislerdir; öyle ki, hicrî III. asirda bile sülâsî/üç ravili isnadla hadis elde etme basarisini gösteren âlimlerin varligi bilinmektedir. Nitekim Buhârî (ö. 256/869) hicri üçüncü asirda yasamis olmasina ragmen bir tesbite göre, sülâsî rivayet zinciri ile yirmi iki adet, diger bir tespite göre de yirmi üç adet hadis elde edebilmistir. Buna karsilik Buhârî�nin dokuz râvi vasitasiyla rivayet ettigi hadisler/tüsâiyyât vardir ki, sülâsî senedle gelen pek az sayidaki rivayete nispetle bunlar Buhârî�nin nâzil isnadlaridir.
Müslim (ö.261/874), Ebû Dâvud (ö.275/888) ve Nesâî�nin (ö.303/915) Hz. Peygamber�den sülâsî senedle gelen rivayetleri mevcut degildir. Ibn Mâce�de (ö.279/892) bir miktar, Dârimî�de (ö.255/869) ise on bes adet sülâsî senedle gelen hadis bulundugu belirtilmektedir. Ibn Hacer, Müslim�de tesbit ettigi kirk adet âlî isnadi, Buhârî�deki benzer rivayetlerle karsilastirmistir ki, bunlarin isnadlarinin çogu hümâsî (bes râvili) ve sübâî (yedi râvili) dir. Ahmed b. Hanbel�in Müsned�inde ise sülasî senedle gelen üç yüz otuz üç adet hadis tesbit edilmistir. Bu sayiya mükerrer rivayetler dâhil degildir.
Yine muhaddislerin zaman zaman, �Falandan hadis almayan su kadar hadisten, filandan hadis almayan su kadar hadisten mahrum olmustur� gibi sözler söyledikleri görülmektedir. Nitekim Ebû Zür�a (ö.264/877) söyle demektedir: �Kim Muhammed b. Hayyân�dan hadis almamissa on bin hadise ihtiyaci vardir.� Ebû Zür�a�nin bu sözünden Muhammed b. Hayyân�in senedi farkli on bin hadise sahip oldugu anlasilmaktadir. Çünkü o devirde bir âlimin, baskalarinin bilmedigi metni farkli on bin hadisi bildigini düsünmek imkânsizdir. Dolayisiyla muhaddislerin hadis sayilarini ifade ettikleri rakamlarin, hadislerin metinleriyle degil, tarikleriyle alâkali oldugu açikça ortaya çikmaktadir.

5. Esahhu�l-esânîd
Âli isnad elde etme arayislari ve hadislerin mütâbeât ve sâhidlerini bir araya toplama çabalarinin yanisira, en sahih rivayetleri elde etmek de arzu edilmistir. Bu sebeple meshur muhaddislerin hadislerini elde etmek çok kiymetli sayilmistir. Bu durum, hadis derleyen müelliflerin bu ilimdeki derecesini belirlemek açisindan da önemli bir ölçü kabul edilmistir. Hatta Süfyân, Su�be, Mâlik, Hammad b. Zeyd ve Ibn �Uyeyne�den mütesekkil bes kisinin hadislerini bir araya toplayamayan muhaddisler, iflas etmis (müflisün fi�l-Hadis) olarak nitelendirilmislerdir. Bu sebeple de muhaddisler �esahhu�l-esânîd�e ulasabilmek amaciyla bu gibi meshur imamlarin hadislerini bir araya toplayabilmek için yogun çaba sarfetmislerdir.
Esahhu�l-esânid, isnadlarin en sahihi demektir. Ayni manada �esbetü�l-esânid� (isnadlarin en saglami) ya da �ercahu�l-esânîd� (Isnadlarin en çok tercih edileni) terimleri de kullanilmaktadir. Nitekim Ahmed b. Hanbel �esahhu�l-esânid� yerine �ecvedü�l-esanîd� tabirini de kullanmis ve en sahih isnadin, Zührî < Sâlim < Abdullah b. Ömer oldugunu belirtmistir. Esahhu�l-esânid (isnadlarin en sahihi) teriminin zitti olarak �evhâ�l-esânîd� (isnadlarin en zayifi) tabiri de kullanilmaktadir.
En sahih isnad anlayisi, râvilerin durumuna, âlimlere ve beldelere göre degismektedir. Mesela, Ahmed b. Hanbel�e göre yukarida zikredilen sened en sahih iken, Yahya b. Maîn�e göre en saglam sened, A�mes < Ibrahim en-Nehâî < Alkame < Abdullah b. Mes�ud tarikidir.
Buhârî ise, en sahih isnadin, Mâlik < Nâfi < Abdullah b. Ömer oldugunu söylemektedir.
Beldelere göre en sahih kabul edilen bazi isnadlar ise sunlardir: Mekkelilerin en sahih isnadi: Süfyan b. Uyeyne < Amr b. Dînar < Câbir b. Abdillah; Medinelilerin esahhü�l-esanîdi, Ismail b. Ebi Hâkim < Abide b. Süfyân < Ebû Hüreyre; Yemenlilerin en sahih saydiklari ise, Ma�mer b. Râsid < Hemmam b. Münebbih < Ebü Hüreyre; Samlilarin en saglam senedi: Abdurrahman b. Amr < Evzaî < Hassan b. Atiyye < Sahabî ; Misirlilarin, Leys b. Sa�d < Yezid b. Ebî Hadid < Ebü�l-Hayr < Ukbe b. Âmir isnadidir.
Ibn Teymiyye�ye göre, beldeler arasinda basta Medine, daha sonra Basra, sonra da Sam ehlinin rivayet ettikleri hadislerin esahhu�l-esânîd oldugu hususunda âlimler ittifak etmislerdir.
Görüldügü gibi esahhü�l-esânîd kabul edilen isnadlar, çesitli bakis açilarina göre degismektedir. Her hadis âliminin veya belde halkinin en sahih kabul ettigi isnad, ya rivayetlerine ya da aralarindan yetisen meshur hadis imamlarina göre digerinden farklilik göstermektedir.


SONUÇ
Isnad sistemi hadis ilmine ait bir uygulamadir. Hiçbir ilimde hadis sahasindaki sekliyle bir isnad sistemi gelistirilememistir. Muhaddislerin, gerek hadislerin sihhatini tespit etmek bakimindan gerekse hadislerin ancak ehil olanlarin eline geçmesini istemeleri sebebiyle hadislerin metninden çok belki de senedleriyle ilgilendiklerini söylemek mümkündür. Süphesiz Hz. Peygamber�e en kisa ve en güvenilir bir senedle ulasan hadis digerlerine göre daha degerli kabul edilmektedir. Bu sebeple âlî isnad elde etme çabasi içerisinde olan râviler ve hadisçilerin sayisi oldukça kabariktir. Onlarin bu gayretleri sayesinde pek çok hadis kaybolmaktan kurtulmus ve yalancilarin uydurduklari rivayetler de gün isigina çikartilmistir.
Diger taraftan hadislerin rivayetinde isnadin birinci asirda mi, ikinci asirda mi kullanildigini tartisan bir takim müstesrikler ise, hadislerin rivâyetindeki bu titizlik, disiplin ve sistem karsisinda kendi mukaddes kitaplarinin bile bu derece muhafaza edilip intikal ettirilemedigini düsünmüs olmalidirlar.
Bugün hadisler kitaplarda isnadlariyla birlikte yazili olarak bulunmaktadir. Fakat rivayet ve nakil sirasinda hadisin isnadi yerine, yer aldigi kaynak belirtilmek durumundadir. Zira bugün artik kaynagi belirtilmeyen ve saglam kabul edilen klasik hadis kaynaklarinda yer almayan rivayetlerin, senedleriyle dahi zikredilmesi bir anlam tasimamaktadir. Bugün için isnadin yerini artik hadis kaynaklari almis bulunmaktadir. Dolayisiyla geçmiste muhaddislerin isnad konusunda gösterdikleri çaba ve dikkat bugün en azindan hadis kaynagi seçiminde gösterilmelidir.

Hz. Peygamber Gibi Çalismak

HZ. PEYGAMBER (a.s.) GIBI ÇALISMAK
Dr. Mustafa Karatas


Allah Resûlü Muhammed (a.s.) gerek sözü ile, gerekse yasantisi ile insanliga örnek olmustur. Çalisma ve gayret konusunda da onun pek çok ibretli sözü mevcuttur. Fakat bu hususta bizzat yasayarak anlatmak istedikleri, sözlerinden çok daha fazladir. Çünkü o, yapmadigini söylemez; bir seyi tavsiye veya emretmisse, muhakkak kendisi tatbik eder ve öyle söylerdi. Bu sebeple Resûlullah (a.s.) her konuda oldugu gibi çalisma konusunda da en güzel örnek sahsiyeti (üsve-i hasene) temsil etmektedir.

Hz. Peygamber�in (a.s.) hayati çalismakla geçmistir
Resûlullah Efendimiz (a.s.), çalismaya çocuklugundan itibaren baslamistir; çocuklugunda süt annesi Halime�nin koyunlarini otlattigi gibi, daha sonra da Mekke�de ücret karsiligi Kureys�in koyunlarini gütmüstür. O çobanlik yaptigini söyle anlatmaktadir: � Mûsa (a.s.) koyun çobani iken peygamber olarak gönderildi. Dâvûd (a.s.) da koyun çobani iken peygamber olarak gönderilmistir. Ben de Ecyad�da ailem için koyun güdüyordum.� Ayrica o, koyun gütmeyen hiç bir nebî olmadigini da haber vermis, kendisine siz de güttünüz mü? denildiginde �Evet ben de güttüm� demistir.

Dokuz, on yaslarindan itibaren amcasi Ebû Tâlib�le birlikte Sam�a giden ticaret kervanlarina katilan Hz. Peygamber (a.s.), gençliginde ticaret yapmis, onun ticaretteki dürüstlügünü gören Hz. Hatice (r.a.), kendisiyle evlenmis, daha sonra da islerini ona havale etmistir.

Peygamberlik verildikten yaklasik on üç sene sonra, kavminin baskilari sonunda Mekke�den hicret ederek Medine�ye yerlesmek zorunda kalan Allah Resûlü (a.s.), sahâbesini mescid yapimina tesvik etmis ve bu mescidin insasinda bizzat kendisi de çalismistir. Temeli taslarla, duvarlari kerpiçle örülen mescidin insasi sirasinda Peygamber Efendimiz (a.s.) bizzat çalismis, çalisirken de:
� Tasidigimiz su yük ey Rabbimiz!
Hayber�in yükünden daha hayirli, daha temiz
Yâ Rab! Hayir, ancak Ahiret hayri!
Muhâcir�le Ensar�a sen aci!�
seklinde recezler söylemistir. Onun yoruldugunu gören bir sahâbî, Yâ Rasûlallah! onu bana ver ben tasiyayim dediginde ise, elindeki kerpiçi vermemis, �Sen de bir baskasini al, tasi� buyurmustur.
Diger taraftan o, evinde de bos durmamis, hanimlarina yardimci olmus, evde kendine düsen görevleri fazlasiyla yapmistir. Zaman zaman süpürgeyi ellerine alip, odasini temizlemis, keçilerini o gül kokulu elleriyle sagmistir. Yeri geldiginde sabahlari hanimlarina ugrayip, siparislerini ögrenerek, çarsiya çikip evinin ihtiyaçlarini bizzat temin etmistir. Nitekim Hz. Aise�ye (r.a.), Resûlullah�in (a.s.) evde ne yaptigi soruldugunda o söyle anlatmistir: �Allah Resûlü ayakkabisini diker, elbisesini yamar, koyunlari sagar... kisaca sizler evde neler yapiyorsaniz onlari aynen yapardi.� Ayrica Allah Resûlü�nün (a.s.) Medine�de Hendek savasi sirasinda sehrin etrafina hendek kazilmasina bizzat istirak ettigi ve balyozla tas kirdigi da bilinmektedir.
Tembellikten Allah�a siginan peygamber
Hz. Peygamber (a.s.), bos duranlari sevmez, kendisi de bosa vakit geçirmekten son derece endise ederdi. Nitekim o, vaktini bosa geçirenleri sevmedigini, �Insanlarin çogu sihhatin ve bos vaktin kiymetini bilmezler�, ve �...Hastaligin için sihhatinden, ölümün için hayatindan istifade et. Vaktini bos geçirme� sözleriyle ifade etmis, mahser günü kisinin, ömrünü nerede harcadin, gençligini nasil tükettin gibi sorulara muhatap olacagini haber vererek zamanin en iyi bir biçimde degerlendirilmesini tesvik etmistir. Diger taraftan �Kiyamet koparken sizden biriniz elinde bir hurma fidani bulunursa, sayet ölmeden önce onu dikmege güç yetirebilirse onu diksin� buyurarak çalismayi ve hayirli islerden geri kalmamayi anlatmak istedigi görülmektedir.

Diger yandan �Vakit nakittir� anlayisiyla her an bir isle mesgul olmaya tesvik eden Hz. Peygamber�in (a.s.), Insanlarin en hayirlisinin insanlara en çok faydasi dokunani oldugunu belirtmesi, kendisi için çalismanin ötesinde insanlik için, baskalari için çalismayi her türlü ibadetten üstün kabul eden bir görüsü temsil etmektedir. Ayrica o, �Iki günü müsâvî olan zarardadir� ilkesiyle hareket ederek, insanlarin her geçen gün ilerleme kaydetmelerine ve üretken olmalarina önderlik etmistir. Çalismamak ve yeni bir sey ortaya koymamak onun hayatinda rastlanmayacak bir durumdur. Tembellikten o kadar korkuyordu ki, dualarinda dahi bu mezmum sifattan korumasi için Allah�a yalvariyor ve onun yardimini istiyordu; Hz. Peygamber (a.s.) tembellikten Allah�a siginir ve söyle dua ederdi: �Allahim! Tembellikten ve borçlu olmaktan sana siginirim. Yalanci Deccâl�in fitnesinden sana siginirim. Cehennem azabindan da sana siginirim.�

Resûlullah (a.s.), dilenen kimseleri sevmezdi
Allah Resûlü (a.s.), dilenenleri asla sevmezdi. Çünkü o, çalisan ve üretenin, çalismayarak parazit ve asalak olarak yasayanlara üstünlügünü çok iyi biliyordu. Bir gün bir dilenci yardim istemek için Hz. Peygamber�in (a.s.) yanina geldi. Allah Resûlü (a.s.) eli ayagi düzgün, güçlü kuvvetli bu adama çalissana buyurdu. Adam nasil çalisacagini sorunca, Resûlullah (a.s.) su cevabi verdi: �Sizden birinizin ipini alip da daga gitmesi ve arkasina odun demeti yüklenip getirerek onu satmasi ve Cenâb-i Hakk�in bu sûretle o kimsenin onurunu korumasi, istedigi verilse de verilmese de halktan dilenmesinden daha hayirlidir.�

Allah Resûlü (a.s.) ne sadece dünya için, ne de yalniz Âhiret için çalismayi yeterli görürdü. O ancak hem dünya, hem de Âhiret için çalismayi tavsiye eder, bunlardan birini ihmâl ederek yasayanlari ve baskalarina yük olanlari hos karsilamazdi. Nitekim bu konuda söyle demektedir: �Âhireti için dünyasini, dünya için de Âhiretini terkeden de hayir yoktur. Her ikisi birlikte lazimdir. Insani Âhirete ulastiran dünyadir. Baskalarina yük olmayiniz!�

Hz. Peygamber (a.s.), helâlinden kazanmayi, baskalarina yük olmamayi, �Helâl rizik aramak her müslümana vâciptir� sözleriyle açiklamaktadir. Ayrica o, kisinin çalismasinin kutsal oldugunu su sözleriyle ifade etmektedir: �Kim bizzat çalisarak yorgun aksamlarsa, o magfiret olunmus olarak aksama erer.�

�Efendilik halka hizmettir� anlayisi
Hz. Peygamber (a.s.) bir gün bir mecliste arkadaslarina ayakta su dagitiyordu. O sirada içeri yabanci biri girdi ve bu toplulugun efendisi kimdir? diye sordu. Allah Resûlü (a.s.) o adama bakarak �Bu toplulugun efendisi (su anda) onlara hizmet edendir� (Seyyidü�l-kavmi hâdimühüm) buyurdu.

Baska bir zaman bir yolculukta arkadaslariyla koyun pisireceklerdi. Biri kesmesi benden dedi; digeri, yüzmesi bana ait; üçüncüsü de, pisirmesi bana ait olsun dedi. Resûlullah Efendimiz de (a.s.), �O halde odun toplamak da bana ait olsun� buyurdular. Çünkü o, krallar gibi tahtinda sefa sürmek yerine, insanlar arasinda yasamayi, onlara her halükarda yardimci olmayi tercih ederdi. Bu nedenle her vesileyle kendisinin de onlardan biri oldugunu beyan ederdi. Nitekim bir defasinda çarsida esnaf arasinda gezerken �Dogru tart, müsteri tarafini agir yap� diye ikaz ettigi biri, elini etegini öpmek istemis, o bunun üzerine �Acemler krallarina böyle yaparlar. Ben kral degilim, sizden birisiyim� diyerek o adama mani olmustur. Bir baska seferde karsisinda titreyen bir bedeviye, �Anasi kurutulmus et yiyen bir insandan ne diye korkarsin� buyurmustur.

Güçlü mü�min zayif mü�minden hayirlidir
Allah Resûlü (a.s.), �Kuvvetli mümin zayif müminden hayirlidir� buyurarak çalisip kazanmayi, her bakimdan sihhatli ve güçlü olmayi önermektedir. �Veren el, alan elden daha üstündür� ilkesiyle de üretken ve hayir sahibi insanlarin, tüketen ve baskalarina bagimli olarak yasayan insanlardan daha makbul oldugunu ifade etmektedir.

�Iki kimseye gipta edilir, biri Allah�in kendisine ilim verdigi ve o ilimle âmil olan kisi, digeri de Allah�in kendisine mal verdigi ve o mali hayra sarf eden kisidir.� Ayrica �Dogru ve güvenilir bir tüccar, nebîlerle, siddiklarla ve sehidlerle birlikte hasrolunacaktir� hadis-i serifleriyle de hayir sahibi zenginlere ve baskalarina yarari dokunan kimselere müjde vermektedir.

Hz. Peygamber (a.s.), on sene kadar kisa bir süre yasadigi Medîne�de -üstelik bu süre zarfinda yirmi yedi savasa katilmistir. - bir ömre sigdirilamayacak kadar çok önemli isler basarmistir. Allah Resûlü (a.s.) devlet yönetimi, risâlet vazifesi, insanlarin egitimi gibi çok zor isleri arasinda diger vazifelerini ve ibadetlerini aksatmak söyle dursun, aksine geceleri kimi zaman topuklari sisinceye kadar namaz kilar, Cenâb-i Hakk�a tazarru ve niyazda bulunurdu. O kadar çok ibadet ederdi ki, kendini niçin bu kadar yoruyorsun, halbuki senin gelmis geçmis bütün günahlarin affolunmustur Yâ Resûlallah diyen zevcelerine, �Allah bana bunca nimetini bahsetmisken ben Allah�a sükretmeyeyim mi?� seklinde karsilik verdigi görülmektedir.

Sonuç olarak ifade etmek gerekirse, hayatini insanligin hizmetine adayan Allah Resûlü (a.s.), gerek maddî alanda, gerekse mânevî cephede olaganüstü bir gayret sarfederek, mükemmel bir çaliskanlik örnegi sergilemistir. Dolayisiyla bu güzîde sahsiyetin ümmetine düsen görev, özüyle, sözüyle çok çaliskan olan peygamberlerine benzemeye çalismak, onun bizzat yasayarak gösterdigi istikamette ilerlemek olmalidir.








BIBLIYOGRAFYA

Ali el-Muttaki, Kenzü�l-ummâl fî süneni�l-akvâl ve�l-ef�âl, I-XVI, Beyrut 1979.
Bayraktar, Ibrahim, Hz. Peygamber�in Semâili, Istanbul 1990.
Buhârî, Ebû Abdillâh Muhammed b. Ismail b. Ibrahim el-Buhârî, el-Câmi�u�s-sahîh, I-VIII, Istanbul 1981.
______, el-Edebü�l-müfred, I-II, Istanbul, 1979.
Dârimî, Ebû Muhammed Abdullah b. Abdirrahman ed-Dârimî, es-Sünen, Istanbul 1981.
Ebû Dâvûd, Süleyman b. Es�as b. Ishak el-Ezdî es-Sicistânî, es-Sünen, I-V, Istanbul 1981.
Hâkim, el-Hâkim Ebû Abdillâh Muhammed b. Abdillâh en-Nîsâbûrî, el-Müstedrek �ale�s-Sahîhayn, I-IV, Beyrut 1411/1990.
Hamîdullah, Muhammed, Islâm Peygamberi (trc. Salih Tug), I-II, Istanbul 1414/1993.
Ibn Hisâm, Ebû Muhammed Abdülmelik b. Hisâm, Sîretü�n-Nebî, I-IV, Beyrut 1401/1981.
Ibn Mâce, Ebû Abdullah Muhammed b. Yezîd el-Kazvinî, es-Sünen, I-II, Istanbul 1981.
Ibn Sa�d, Muhammed b. Sa�d, et-Tabakâtü�l-kübrâ, I-IX, Beyrut 1410/1990.
Ibnü�l-Esîr, Ali b. Muhammed b. Esîr, Üsdü�l-gâbe fî ma�rifeti�s-sahâbe, I-V, Beyrut ts. (Dâru ihyâi�t-türâsi�l-Arabî).
Kandemir, M. Yasar, Canim Arzular Seni, Istanbul 1993.
Köksal, Âsim, Islâm Târihi, I-XI, Istanbul 1981.
Muhammed el-Hûfî, Râsûl ve Ahlâk (trc. Bedreddin Çetiner- yusuf Ertugrul), Istanbul, 1988.
Müslim, Ebu�l-Hüseyin Müslim b. Haccâc el-Kuseyrî en-Nîsâbûrî, el-Câmi�u�s-Sahîh, I-III, Istanbul 1981.K
Nâsirüddîn Elbânî, Hadislerle Peygamberimiz�in Namaz Kilma Sekli (trc. Selman Basaran- Y. Vehbi Yavuz), Bursa 1993.
Sehâvî, Semseddîn Ebü�l-Hayr Muhammed Abdurrahman, el-Makâsidu�l-hasene fî beyâni kesîrin mine�l-ehâdîsi�l-müstehira ale�l-elsine, Beyrut 1986.
Süyûtî, Celâledîn Abdurrahmân b. Ebî Bekr es-Süyûtî, el-Câmi�u�s-sagîr, Dâru�l-Fikr, Beyrut ts.
Sentürk, Habil, Psikoloji Açisindan Hazreti Peygamber�in Ibadet Hayati, Bahar yay., Istanbul ts.
Tirmizi, Ebû Isâ Muhammed b. Isâ, es-Semâili�l-Muhammediyye, Beyrut 1988.

17 Kasım 2008 Pazartesi

Kaza namazı

Geçmiş namazların sadece fazları kılınır, sünnetleri kılınmaz. Aynı anda birden fazla kaza namazı kılınacaksa bir ezan okunur, her kaza için kamet getirilir. Vaktine yetişip de kılamadığım ilk sabah namazını kılmaya vb.gibi, veya son sabah namazını kılmaya vb.gibi niyet edilerek kılınır.

16 Kasım 2008 Pazar

S.İbrahim Hakkı Hz. Seyda Muhammed Raşit Hz. ni Anlatıyor

Ümmetin hakiki âlimlere her zamankinden daha çok ihtiyaç duyduğu şu garip günlerde, Sultan Hazretlerini bize anlatacak dertli ve pak bir gönül aradık. Ümmeti Muhammed’in derdiyle yaslı bir gönül… Sultan’a (ks) sağlığında uzun seneler büyük bir muhabbetle hizmette bulunmuş, onu en çok tanıyanlardan birisi olan Asrımızın büyük âlimlerinden Seyyid İbrahim Hakkı El-Mekkî Hazretlerini, Ramazan-ı Şerif’in ilk günlerinde ziyaret ettik. Şiddetli şekilde hasta olmalarına rağmen, Sultan Hazretleri hakkındaki söyleşi teklifimizi kabul ederek bizi onurlandırdılar.

Kendilerine Seyyid Muhammed Raşid Hazretlerini sorduğumuzda, yokluğunu bir kez daha hatırlayarak yetim kalmış bir çocuk gibi gözleri dolan Seyyid İbrahim Hakkı Efendi’ye okurlarımız adına teşekkür ediyoruz. Allah razı olsun.

Sultan Hazretleri gibi gerçek âlimleri hakkıyla tanımayı, Rabbimizin bize ve tüm okurlarımıza nasip etmesini temenni ederek sizleri Seyyid İbrahim Hakkı el-Mekkî Efendi’nin Sultan Muhammed Raşid Hazretlerini anlattığı söyleşimizi okumaya davet ediyoruz.

O’nu Tanımak Ne Mümkün!

Gülistan: Efendim, Sultan Seyyid Muhammed Raşid Hazretlerini ne zaman ve nasıl tanıdınız?

Seyyid İbrahim Hakkı Efendi: Ahh! Maalesef… Çevresindeki kimse Sultan Hazretlerini tanımadı ki ben de tanıyayım. Onu tanıyan, ancak iki kişi oldu. Birincisi; Gavsu’l-Azam olan babası Seyyid Abdulhakim el-Bilvanisî Hazretleriydi, ikincisi de zamanımızın Gavsı olan Sultan Seyda Muhammed El-Konyevi Hazretleridir. Zira Sultan Hazretleri bir güneş gibiydi ki; kim bakabilir ve anlayabilirdi?...

Birlik ve Beraberliğimize Katkıları

Gülistan: Efendim; Sultan Muhammed Raşid Hazretlerinin çağrısı hakkında bilgi verir misiniz? O dönemlerde Ülkemizdeki birlik ve beraberliğe katkısı ne yönde olmuştur? İrşadı nerelere kadar ulaşmıştır?

Seyyid İbrahim Hakkı Efendi: Elbette ki Sultan Hazretleri, hem zahiren hem manen Rasulullah'ın (sallallahu aleyhi vesellem) varisi olunca, davası Hazreti Rasulullah'ın (sav) davasıydı. Ve insanları sünnet-i seniyye çerçevesinde birliğe, beraberliğe, kardeşliğe, ümmetliğe ve gerçek insaniyete davet ederdi.

Evet, Sultan Hazretleri, bütün Müslümanlara kardeşlik sofrası ve bütün âleme insaniyet sofrası açmıştı. Elbette ki o sofradan nasibini alan kardeşlik ve gerçek insaniyetin dışında bir tavrı olmamıştır.

Sultan Hazretleri; vatanı, milleti, devleti, din ile birlikte herkese sevdirmeyi gayret etmiştir. Allah-u Zülcelal’in de o konuda kendisine büyük bir yardımı vardı ve o himmet, bereket ile bu kardeşleşmeyi ve bu sevgiyi bütün âlem, sanki hissetmek içerisindeydi ki o zamanı hatırlayan bizim ülkemiz, bütün dünyaya bir örnek olduğunu bilir.

İrşadı Bütün Dünyaya Ulaşmıştı

O’nun irşadı âm idi, umumi idi. İnsanlar dünyanın her tarafından onun davasına doğru akın akın geliyorlardı. Ne zaman oraya gitseniz Avrupa’dan, Amerika’dan, Rusya’dan, Hindistan’dan ve Arap ülkelerinden, hatta Uzak doğu ülkelerinden dahi insanlara rast gelirdiniz.

Demek anlaşılıyor ki; Sultan Hazretleri, kutb-î âm idi. Bütün dünyaya irşad ederdi. Ancak irşadı da mıknatısın içindeki çekim kuvveti gibi gizliydi. Kimse görmezdi. Ancak onu, Yaratan, Sultan Hazretlerine o gücü veren bilirdi.

Aziz kardeşim; Sultan Hazretleri, ziyaretine gelenleri haliyle, yaşantısıyla irşat ettiği için onları, Resulullah (sav) sünnetiyle yaşamaya davet ederdi.

Onun davasında dilencilik yoktu, para toplama yoktu ve deri toplama yoktu. Onun davası, mücerret bir hak davasıydı. Dünya maddiyatıyla, dünya muhabbetiyle, dünya siyaseti ile alakası olmayan bir davaydı.

Gülistan: Efendim, irşadı dünyanın pek çok yerine ulaşan Sultan Hazretleri gibi bir âlimin ahirete irtihali ile ümmet nasıl bir kayıp yaşamıştır?

Seyyid İbrahim Hakkı Efendi: Aziz kardeşim; güneş batarken, âlem ne kaybına uğrarsa, Sultan Hazretleri ile de insanlık o hale girdi. Ancak Allah’a şükürler olsun ki onun batmasıyla birlikte zamanın Gavs-ı olan Sultan Konyevi Hazretleri gibi ay’lar çıkmaya başladı ve âlem o ışığın altında, o eski hayatını devam etmeye başladı. Umulur ki -inşallah- onların peşinden gidenler, maksalarına ulaşacaktır.

Kalpleri Nasıl Etkiliyordu?

Gülistan: Efendim, Sultan -kuddise sirruhu- Hazretleri, hiç konuşmadığı ve sohbet etmediği halde, milyonlarca insan tarafından ziyaret ediliyordu. Binlerce insanın bizzat şahit olduğu gibi, bunların arasında uyuşturucu müptelası olanlar da vardı, içki içen kumarbazlar ve binamaz insanlar da… Ve bu kimseler, Sultan Hazretleri ile beraber tövbe ettikleri günün ardından, bu tür kötü alışkanlarından bir anda kurtuluyorlardı. Bu nasıl oluyordu ve Sultan Hazretlerinin bu tür insanlara karşı muamelesi nasıldı, izah eder misiniz?

Seyyid İbrahim Hakkı Efendi: Aziz kardeşim; Sultan Hazretlerinin hiç bir an kalbi Allah'tan gafil olmazdı. Kalbi Allah'la beraber olan bir insanın zahiri sohbete, zahiri konuşmaya ihtiyacı (gerek) yoktur. Çünkü Allah, kudret ve azametiyle, her yerde hazır ve nazır olduğu için ona bağlı olan kalb Allah sevgisini ve muhabbetini her tarafa dağıtır. Hayvanlar, bitkiler, her şey onu tanır sever ve O'nu görmek ister.

Nitekim bir hadisi şerif vardır ki mealen ifade ediyorum. Hazret-i Peygamber (sallallahu aleyhi vesellem) şöyle buyuruyor: “Allah-u Teâlâ bir kulu sevdiği zaman Cebrâil'e: ‘Ben filânı seviyorum, onu sen de sev!’ Diye emreder. Cebrail (aleyhisselam) onu sever ve sonra gök halkına: ‘Allah filânı seviyor, onu siz de seviniz!’ Diye seslenir. Gök halkı da o kimseyi sever, sonra yeryüzündekilerin kalbinde, o kimseye karşı bir sevgi uyanır…” (Müslim)

Yani, Cenabı Hak, onun sevgisini ve makbuliyetini yeryüzüne gönderir. Onu görmeyen bilen bilmeyen herkes, ona karşı kalben bir sevgi besler. Gelip gördükleri zaman da kalben ruhen teslim olurlar.

Güneşin tesiri altındaki bitki, meyve vs. gibi günbegün farkına varmadan, olgunlaşmaya ve pişmeye başlarlar. İşte Sultan Hazretleri, güneş gibi yerinde sabitti. O'nun nazarı altına giren herkes fayda görürdü. Allah bizleri de onlardan biri eylesin. (Âmin)

Onun ziyaretine gelen insanlara muamelesine gelince... Sultan Hazretleri, zahiren ve bâtınen Hazreti Rasulullah'ın (sallallahu aleyhi vesellem) varisi olduğu için O’nun muamelesi, Rasulullah'ın muamelesi gibiydi.

Rasulullah'ın hadimi Enes (radıyallahu anh) buyurur ki; “Rasûlullâh’a tam on sene hizmet ettim. Bana bir defa bile; ‘Öf!’ demedi. Yaptığım bir şeyden dolayı; ‘Niye böyle yaptın?’ Diye azarlamadığı gibi, yapmadığım bir şey sebebiyle; ‘Şöyle yapsan olmaz mıydı?’ da demedi.” (Buhârî, Savm 53, Menâkıb 23; Müslim, Fezâil, 82)

Ve malumdur ki Rasulullah'ın kapısına Yahudiler, Hıristiyanlar, Müşrikler, Mecusiler, ayyaşlar, hunharlar, cengâverler ve canavar huylu olan ehli cahiliyyedeki kişiler dahi, Rasulullah'ın kapısına giderdiler. Hiç bir zaman, Allah Resulü kimseyi red etmeden, herkese güzel muamele ile muamele ederdi. Hak’ka, hakikate ve gerçek insaniyete davet ederdi. İşte Sultan Hazretleri de tıpkı Rasulullah gibiydi.

Manevi Tasarruf Nasıl Oluyor?

Gülistan: Efendim, Sultan Muhammed Raşid Hazretleri gibi Allah dostu kamil mürşitlerin, nazarlarıyla, yani bakarak ve uzaktan manevi tasarrufla insanları irşad ettikleri söyleniyor? Bu nasıl mümkün olmaktadır?

Seyyid İbrahim Hakkı Efendi: Evet, her Müslüman’a, hatta ehli tabiata dahi malumdur ki kaplumbağa denilen hayvan yumurtladıktan sonra, kendi yumurtasının karşısında durup nazarı ile cansız olan yumurtayı gözleri ile nazar ede ede -Allah'ın izni ile- sert kabuğundan çatlatıp canlandırır ve içinden yavru çıkartır ve beslemeye başlar.

Eğer böyle zayıf bir hayvan, böyle zayıf bir nazara sahip ise sen Allah'ın bir veli kuluna ne dersin?...

Bir hadis-i kudsîde buyurulur ki; “Ben kulumu sevdiğim zaman, onun işiten kulağı, gören gözü, tutan eli, anladığı kalbi olurum. Benden bir şey isterse, istediğini veririm. Bana sığınırsa, kendisini korurum.” (Buhari, İbn Mace, Beyhaki)

Eğer bir insan, Allah'ın verdiği o basiret ile Allah'ın verdiği o güç ile bir insana nazar etse, elbette ki günah ve hatalardan dolayı ölü ve gafil olan (bir) kalbi nazarı ile diriltir. Hakiki insan haline gelir.

Allah Dostlarının Nazarı

Gülistan: Efendim, Allah dostlarının Ümmet-i Muhammed’e (sav) başka ne gibi faydaları vardır? İzah eder misiniz?

Seyyid İbrahim Hakkı Efendi: Kendi kendine yetişen ağacın meyvesi olmaz, meyvesi olsa da nasıl tatsız olursa, manen Saadat-ı Kiram’dan babası olmayan da ve onların nazarıyla aşılanmayan da o yabani ağaç gibi meyvesiz ve meyvesi olsa da tatsızdır.

İster o ağacı Mekke’ye götürün, isterseniz Medine'ye götürün! Ektiğin zaman meyvesi turunç gibi olacaktır. Yenilmez ve ondan istifade edilmez. Gerçek meyveyi elde etmek için aşılanması lazımdır.

İşte, bir insanın gerçek bir insan haline gelmesi ve ibadetinden tat alması için de mutlak bir şekilde, bir Allah dostunun nazarıyla aşılanması gerekir.

Allah-u Zülcelal bir ayeti kerimede, " …Bana yönelenlerin ve bana rucû edenlerin yoluna uy. Sonra dönüşünüz ancak banadır…" buyuruyor. (Lokman; 15)

Bu ayeti kerimeden de anlaşılıyor ki bir Mürşidi Kamil’in peşinden gitmek ve ona uymak ve Saadat-ı Kiram’ın yolunu takip etmek, vaciptir.

Gülistan: Efendim, son olarak şunu sormak istiyoruz; İslam âleminde Ehli Sünnet dışı akım ve ekollere karşı, şanlı ve yiğitçe mücadelesi ile tanınan Seyyid Muhammed bin Alevi Maliki Hazretlerinden ders aldığınızı biliyoruz. Nasıl bir âlimdi? Bize kısaca anlatır mısınız?

Seyyid İbrahim Hakkı Efendi: Seyyid Muhammed Alev-i el Maliki'ye (kaddesallahu sırrahu) gelince; O, suretiyle, heybetiyle, cesaretiyle, ilmiyle, sahavetiyle, cömertliğiyle, şecaatiyle ve ilm-i hadis bilgisiyle ve her ilimde tıpkı Hz. Ali (kerremallahu vechehu) gibiydi. O’nu tanımak için Hz. Ali’nin siret kitaplarının okumasını tavsiye ederim. Allah bizleri de onların şefaatine nail eylesin. (Amin)
Gülistan Dergisi Ekim 2008, Sayý :84

ALİM VE EVLİYA MAKAMI: TİLLO VE İSMAİL FAKİRULLAH HAZRETLERİ

İlimlerin yarıştığı alimler diyarı

Dosta giden yol dosttan geçer. Yolunu ve yoldaşını iyi seçenler gerçek yolu bulur. Mevlana Hazretleri, Hz. Şems’i dost edinerek gerçek dosta kavuşmuş.

Erzurumlu İbrahim Hakkı Hazretleri de İsmail Fakirullah Hazretlerini (Şeyh İsmail Tillovî) dost edinerek dostuna yaklaşmaya çalışmış.

Gün batımının kızıla yaklaştığı bir akşam üzeri dostların buluşma noktası, ilmin tepesi, aşkın kavuşma mekanı Tillo (Aydınlar)dayız. İbrahim Hakkı Hazretlerinin izinden geldiğimiz Tillo, yine onun tabiri ile "Mana Cenneti" olarak karşımıza çıkıyor.

Tillo; Süryani dilinde ‘yüksek ruhlar', Arap dilindeyse ‘yüksek yer' anlamını taşıyor. Tarihte bir çok medeniyet burada hüküm sürmüş. İslamiyet'le tanışıldıktan sonra, burası bir gönül şehri haline gelmiş.

Mevki olarak yüksek zirvelere sahip olması tefekkür deryasına dalmak isteyenler için güzel manzaralar sunuyor. Yüksek dağların tepelerin de beyaz kar örtüsü, derin vadi düzlüklerinde yeşilin üzerinde otlayan hayvanlar, güneşin dağlara baş kaldırarak doğuşu ve düşünce limanında aranan derin bir sessizlik. Tillo'nun bu doğal güzelliği ve insanı sonsuz limanlara çağıran atmosferi buranın bir ilim ve irfan şehri olmasına sebep olmuş.

Tillo, doğal güzelliğinin üzerine koyduğu değerle bir gönül bahçesi olmuş. Vadilerin, ırmakların kuşattığı tepenin düzlüğüne sığınmış huzur beldesi. Asırlarca bu beldede ilimler birbiri ile yarışmış. Hz. Ömer'in ve Hz. Abbas’ın (radıyallahu anhum) soyundan gelenlerin ilimde birbirleri ile yarıştığı bir medrese şehri Tillo.

Anlatılanlara göre, kırk binden fazla evliya kabri varmış Tillo'da. Burada doğup yaşayan her insanda ister istemez bir Allah dostunun torunu olarak karşımıza çıkıyor. Bu belde de ilim, irfan ve irşatta önde gelenlerden, soyu Hz. Abbas'a dayanan İsmail Fakirullah Hazretlerinin dostluğuna bir kapı aralamak istedik.

Tekke ile Medresenin, akılla gönlün birleştiği, uzlaştığı bu beldede İsmail Fakirullah Hazretleri, bir yanı tekkeye, diğer yanı medreseye dayanan bir gönül sultanı olarak yaşamış.

Medresede Müderrislik ve İmamlık yaparak öğrenciler yetiştirmiştir. Çağımızın bilim adamı olarak geçinen bazı öğretim görevlileri gibi laboratuara girerken inançları okul dışında bırakmamış, tam tersine inançları ile bilime yol haritası çizmiştir.

İçinde bir derinlik, yaşamında takva ve düşüncesinde aydın bir ruhla Tillo toprağına yakışır bir şekilde yaşamıştır.

“Anlarsa yakınım, anlamazsa uzağımdır”

Dağdaki kaleden gece ve gündüzün eşit olduğu ekinoksta ışığın ilk kez düştüğü türbe bölümünün kapısında dostun, yakının, arkadaşın, akrabanın tarifi bir cümle ile yapılmış: "Anlarsa uzağım yakınımdır, anlamazsa yakınım uzağımdır."

Türbede eller üç dost için açılmış, dua dua. Bu türbeyi İbrahim Hakkı Hazretleri hocası için özelikle yaptırmış. Kendisi öldüğünde oraya gömülmek istememiş. Büyük ısrarlar neticesinde, hocasının ayakucuna gömülmeye razı olmuş.

Her şeyin taştan işlendiği bu mekanda, türbedeki sandukalar ise ağaç işlemeciliğinin ince işçiliği ile yeniden yapılmış.

Türbe ve etrafı bir manevi cennet bahçesi gibi. Bu bahçenin sevgi meyvesinden yemek, irfan pınarından içmek için Tillo'da doğmak, yaşamak, buralı olmak gerekmiyor. Burada yaşayıp bu mana bahçesine uzak kalmanın insana kazandıracağı fazla bir şey yok. Ama yolun tutkusuna kapılıp, Allah yolunu kendine yol edinmişler için Tillo'ya uzak olmak diye bir kavram da yok. Çünkü Fakirullah Hazretlerini anlayan, onun yolundan gidendir.

Dağlara karanlık çökerken ayrıldık Tillo (Aydınlar)’dan. Hayatın en güzel şeyi sevmek ve sevilmektir. Karşılıksız sevmek aşkların en ıstırap verenidir. Eğer bu topraklara sevgi ile gelirseniz, sevginize ne kadar karşılık verildiğini anlamak isterseniz, yüreğinizdeki Allah sevgisine bakın. Çünkü İsmail Fakirullah Hazretleri: "Ben mürşit Fakirullah'ım, Allah'ı seveni severim…" diye buyurmuş.



Erzurumlu İbrahim Hakkı Hz.ninn Tillo Methiyesi

İbrahim Hakkı Hazretleri, hocası Fakirullah Şeyh İsmail Tillovi'nin yaşadığı Tillo ve hocasına duyduğu sevgiyi ifade eden methiye yazmıştır. Arapça yazılan şiirin kısmi tercümesi şöyledir:

Tillo'nun büyük değeri vardır. Çünkü orada hikmet sahibi bir kutup ortaya çıktı.
Kerem sahibi bir gavs sayesinde Tillo'nun saygın bir yeri vardır.
Tillo'nun açık bir şerefi vardır. Mekânların ve sakinlerin en şereflisidir.
Tillo, evliyâ, etkiyâ ve ezkiyâ makâmıdır.
Tillo, âriflerin, tevekkül ve yakîn ehlinin mekânıdır.
Tillo, asfiyâ makâmıdır. Evliyânın urucu oradandır.
Tillo, takvâ sahiplerinin sığınağıdır. Evliyânın arzuları oradadır.
Tillo, arzuların yurdudur, halkı da kemâl ehlidir.
Tillo, safâ yurdudur, halkı da vefâ ehlidir.


Tillo şehirlere yakın, içinde her türlü bolluk var.
Tillo'nun binası sağlam, evleri ve bahçeleri mamurdur.
Tillo, şeyhler mezarlarıdır, onların feyzinden şeref buluyoruz.
Tillo'yu ziyaret cenneti ziyarettir, halkı da güven ehlidir.
Tillo'yu ziyaret kabirler ziyareti gibidir, ölüleri de mutludur.
Tillo, afiyet sarayıdır; Hakkı burayı vatan edin ve burada öl.
Şeyhine her daim komşu ol da feyzinin gölgesinde uyu.
Hatta kıyâmet gününde, dirilme vaktinde huzurda ol.
Yaratılmışların en hayırlısına bizden salât ve selâm olsun.

Kuyudan Gönül Sultanlığına

Kimileri kuyuya düşünce kaybolup gider. Hazreti Yusuf (as) gibi kuyudan saraylara gider. İsmail Fakirullah Hazretleri de düştüğü kuyudan veliler kervanına katılarak çıkar. Kırk sekiz yaşındadır. Vefat eden bir komşusuna taziye ziyaretinde bulunur. Namaz vakti yaklaşınca ev sahibinden izin alarak evden ayrılır. Ancak komşunun bahçesinde bulunan suyu kurumuş kuyuya düşer.

İsmail Fakirullah Hz.'nin camiye gelmediğini gören cemaat, onu aramaya başlar. Nihayet taziye evinden çıkanlar, Fakirullah Hz.'nin kuyudan seslerini işitirler. Bunun üzerine kuyuya biri inerek Fakirullah Hazretlerini kuyudan çıkarır. Büyük Mürşit kuyudan çıkarılırken sarığı başında, terliği ayağında ve kaşındaki ufak sıyrık haricinde vücudunda herhangi bir yara veya kırık olmadığı halde, olup bitenlerden habersiz, hala o manevi mecliste içtiği muhabbet ve ilahi aşk şarabının etkisiyle istiğrak halindedir…

Kendisini kuyudan çıkartmak isteyenlere, "Beni kendi halime bırakın. Artık benim sizinle işim kalmadı, benden uzaklaşınız." diyerek kendisini Mevlasıyla ve o manevi mecliste hazır bulunan evliya ruhlarıyla baş başa bırakmalarını ısrarla ister... İsmail Fakirullah Hz. ayıldığında, kuyuya düştüğünden haberi olmadığını, ancak kuyuda bulunduğu zaman zarfında, yüce Allah-u Telalanın tecelliyatına müstağrak olduğunu, bir çok evliyanın ruhlarıyla tanıştığını ifade eder.


Nasıl Gidilir?

Siirt'e hava ve karayolu ile gitmek mümkündür. Aydınlar (Tillo) il merkezine 9 km. uzaklıktadır.


İsmail Fakirullah Hz. Kimdir?

İsmail Fakirullah Hazretleri, çocuk yaşlarında ilim tahsiline başlamış ve hoca oluncaya kadar ilim tahsiline aralıksız devam etmiştir. Yirmi dört yaşındayken babasını kaybetmiştir. Bu yaşta evlenerek oturduğu camide müderrislik ve imamlık yapmaya başlamıştır. Otuz yaşında annesini kaybettikten sonra, zühd ve takvasının gereği olarak kendisine bir tarla satın almış, bizzat kendi elleriyle asma ağaçları dikmiş ve geçimini sağlamak için çalışmıştır. Tarla ekmiş, ekin biçmiştir.

Kırk yaşına kadar günlerinin çoğunu oruçla geçirmiş, orucunu birkaç üzüm tanesi ile açmıştır. Kırk gün konuşmadan, yemeden içmeden kesilip mana alemine dalmıştır. Kırkıncı gün gözünü açmış, bir tas su içmiş, ekşi nar aşı isteyip, bir parça ekmekle yemiş ve kendine gelmiştir.

Bundan sonra yemeğini normal yemeye başlamıştır. Daha sonra kırk sekiz yaşında Hacc'a gitmiştir. İsmail Fakirullah Hazretlerinin biri kız olmak üzere 5 çocuğu vardı.

Üveysiyye tarikatının esasları doğrultusunda, her kesimden insanları irşat ederken, diğer tarafta şer-i ilimler ve müspet ilimlerde dünyaca ünlü meşhur ilim adamları yetiştirmiştir. Hayatını hak yolda insanları irşat etmekle geçiren bu büyük veli, Hicri 1146, Miladi 1734 senesinde ruhunu Mevlasına teslim etmiştir. Kabri Tillo Kabristanlığı'nda kendi ismiyle anılan türbededir. Her sene binlerce kişi türbesini ziyaret etmektedir.

13 Kasım 2008 Perşembe

Tasavvufun Tarifi

MA'RÛF EL-KERHî:
"Tasavvuf, gerçekleri almak, mahlûkatın elinde olan şeylere gönül bağlamamaktır.1
Gerçekleri almak, hak ve hakikat olmayan, yani doğru olmayan her şeyi bırakıp, ancak ilahî hakikatleri edinmeye çalışmaktır.
"Tasavvuf, eşyanın hakikatine bakıp, halkın bildiğini terketmektir."
Eşyanın hakikatine bakmak, mahiyetini tetkik etmek, sebeb-i hilkatini düşünmek, neye yaradığını araştırmak, nasıl istifade edileceğini öğrenmek demektir. Zira halk, yalnız görülen evsaftan bazılarını görür geçer; ârif tetkik ile mükelleftir.


SERİYY-Î SAKATî:
"Tasavvuf üç manayı içine alan bir isimdir: 1) Marifetin nûru vera'ın nûrunu söndürmez, 2) Kitab ve sünnetin zahirine muhalif olacak şekilde ilm-i bâtından bir söz ile konuşmaz, 3) Kerametleri kendisini, Allah'ın mahrem olan sırlarını açıklamaya sevk etmez.2

Tarikatte ilim
Bu üç maddeyi açıklayalım:
1) İlim ve takvâ: Meşhur büyük mürşidlerin hemen hepsi, tarikat yolunda ilmi öne almışlardır. Çünkü ilimsiz yola çıkılmaz; çıkan yolu sapıtabilir. İlim, öncünün elindeki en kuvvetli ışıktır. İlimsiz amel hederdir. Ümmî urefânın bilgileri de ilimdir.
"Allah, cahili asla velî edinmez" buyurulmuş. Ancak bu ilmin amel ile tezyini icab eder. Hatta mutlak amel değil, takvaya mukarin olan amel, amel-i salihdir. Cenab-ı Hak nazm-ı celîlinde, mealen:
"Kulları arasında ancak alim ve arif olanlar Allah'ı haşyetle ta'zim ederler"3 buyurmuştur.

Tarikatte irfan
İrfan da ilmin bir koludur ki, tarik erbabı arasında derecesi ilmin fevkindedir. İlim yoluyla anlaşılamayan birtakım hakikatler, seziş, feraset, keşf ü keramet tarikiyle anlaşılabilir.
Kıymetli profesörlerimizden merhum Necati Logal'in dediği gibi, şarkın ikinci Mevlana'sı olan, büyük mutasavvıf alim, "Rûhu'l Beyan" tefsirinin sahibi, Bursalı İsmail Hakkı hazretleri "Kenz-i Mahfî" adıyla te'lif etmiş olduğu eserinin başında, meşhur olan "Küntü kenzen mahfiyyen"4 vedzesi için.
"...Hadis-i menkûl gerçi inde'l-huffâz sabit değildir. Nitekim İmam Süyûti "Dürer-i Münteşire" nam kitabında "la asle lehu" demiştir. Feemmâ inde'l-mükaşifîn hadîs sahihdir. Zira huffâz sened ile naklederler; mükaşifûn ise fem-i Nebevî'den bizzat ahzedip söylerler ve bir nesnenin sened-i mâlûmu olmamaktan fî nefsi'l-emr adem-i sübûtu lazım gelmez; belki keşf-i sahih ile olacak esah olur. Zira kaşifte vehim ve hayal olmaz, belki iyan-ı tam ve hakka'l-yakîn olur ve ilhamat ve varidat mu'tekidlere göre hüccet olmak kafidir. Gerekse ehl-i zahire göre burhan olmasın. Zira onlar huffâş gibidir ki afitâb-ı rûşeni göremez ve ayne'l-yakîn nedir bilmez. Pes bizim muhabbetimiz o makûle ile değildir ve bazı kütüb-i mu'teberede gelir ki:
"Davud aleyhisselam şöyle söyledi:
"Ya Rabbi! Mahlûkatı niçin yarattın?"
"Ben gizli bir hazine idim, bilinmeyi murad ettim."
"Yani Hazret-i Davud aleyhisselam münacaatında sırr-ı halktan, yani icaddan sual edicek Cenab-ı Kibriya'dan kelam-ı mezkur varid oldu. Pes bu kelam fi'l-asl ehadis-i kudsiyye-i Davudiyye'den olmuş olur..."5 deyip, vecizeyi tefsir ve izah buyurarak küçük bir kitab haline getirmiştir.

Kitab ve sünnetten ayrılmamak
2) Kitab ve sünnetten ayrılmamak: Bir mutasavvıfın Kitab ve Sünnet dışı söz ve hareketi, kendisi hakkında şüphe uyandıracağı gibi, mensup olduğu tariki de zan altında bırakır. Her ne kadar kat'î naslar haricinde teferruat-ı mesâilde, muhtelif ehl-i sünnet ictihadlarıyla amel eden erbab-ı tasavvuf, zâhir ulemâsı gibi muhtardır. Sofî, bu bir ilim-i batındır diyerek Kitab ve sünnetin zahirine muhalif bir söz söylemez.
3) Kendisine münkeşif olan hakâyıkı her zaman, herkese, her yerde açıklamaz; zamanını yerini ve adamını bilir.

EBÛ HAFS EL-HADÂD:
"Tasavvuf tamamen edebden ibarettir".6
Tasavvuf edeb-i Muhammedi'dir ki, sîret-i nebeviyye ile tahallük etmektir. Bu ef'ali de, ahvali de câmi'dir.
"Edeb İlahî nurdan bir taçtır ki, onu başına geçirdikten sonra istediğin yere gidebilirsin".
Edebin gerek tarifi, gerek izahı babında pek çok söz söylenmiştir; ileride bunlara tesadüf edilecektir .
Bu çok şümûllü vasf-ı umumînin en yüksek mertebesi şu iki beyitte tecelli eder:
"Bir kısım evliya tanırım ki, onlar duadan dahi teeddüp ederek ancak zikir ile meşguldürler. O yüce şahsiyetler rızaya boyun kestiklerinden, kazayı def etmek için teşebbüse geçmeyi, kendilerine haram bilmişlerdir."
Bu babda Hafız Şirâzî'nin beyti çok ârifânedir:
"İhtiyaç içindeyiz ve birşey istemiyoruz. Kerim-i Müteal huzurunda istemeye ne lüzum var".
Hind'in meşhur şairi Feyzi Hindî de:
"Madem ki bizim ihtiyaçlarımızı kendisi biliyor, o halde duaya ne hacet var? Allah Allah!" diyerek hayretini izhar ediyor. Zira kullar evâmir ve hikmet-i rabbâniyeyi idrakten acizdirler.
Fakat bununla beraber, acaba neden: "Rabbiniz buyurdu: Bana dua edin. Size icabet edeyim, duanızı kabul edeyim. Çünkü bana ibadetten büyüklük taslayıp uzaklaşanlar, hor ve hakir cehenneme gireceklerdir"7 buyurulmuştur.
Biz de, şair Ziya Paşa ile hemzeban olalım:

İdrâk-i meâli bu küçük akla gerekmez,
Zira bu terazû o kadar sıkleti çekmez.

Ölünceye kadar kulluk et
Bazıları bu ve emsali beyitleri izahda "duaya ve ibadete hacet yoktur" diye manalandırırlar. Biz kimseyi dalalete delalet veya nisbet etmek istemeyiz. Ancak kendilerini vahdet-i vücüd felsefesini benimsemiş zanneden vahdet-i vücudçular, böyle beyitlere ve cümlelere yukarıdaki manayı vererek, teklifi ıskat etmiş olurlar ki bu, umumî manada hatimlerin: "Rabbini hamd ile tesbih et, secde edenlerden ol ve sana yakîn gelinceye (ölünceye) kadar Rabbine kulluk et"8 ayet-i kerimesindeki ölüm ile vukubulacak olan yakîni, hayatta idrake karîn olacak yakîn ile te'vil etmelerine benzer. Yani "Ölünceye kadar Rabbine ibadet et" manasını, "Hakk'a yakîn peyda edinceye, yani manen yükselip olgunlaşıncaya kadar ibadet et" yollu te'vil ederler ki, bu hüküm daha hayatta iken tekâliften kurtulmak için kaçamak yoludur.
Bunlar: "O'nda, kitabın temeli olan kesin manalı ayetler vardır, diğerleri de çeşitli manalıdırlar (müteşabih ayetlerdir). Kalblerinde eğrilik olan kimseler, fitne çıkarmak, kendilerine göre yorumlamak için, onların müteşabih olanlarına uyarlar..."9 ayet-i kerimesindeki hükme müstehak olurlar.

EBÛ'L-HÜSEYİN EN-NURİ:
"Tasavvuf ne şekil, ne de ilimdir; o sadece güzel ahlaktan ibarettir. Eğer şekil olsaydı, mücahede ile hasıl olurdu, ilim olsaydı öğrenmekle meydana gelirdi. Bu sebebten şekil ve ilim maksadı hasıl etmez. Tasavvuf, Hakk'ın ahlakıyla mütehallî olmaktır."10

"Biz dahi alırdık, otuza kırka"
Tasavvuf, şekil, kılık, kıyafet ve merasim değildir. Sadece ahlaktır ki: "Allah'ın ahlakı ve Resülüllah'ın ahlakı ile ahlaklanınız"11 hadis-i şerifi mantûkunca Allah'ın ve resûlünün sıfatları ile ittisâfâ çalışmaktır.

Dervişlik olaydı tâc ile hırka
Biz dahi alırdık otuza kırka.12

"Tasavvuf, hürriyet, kerem, merâsimi terk ve cömertliktir."13
Tasavvuf, kerem ve cömertliktir, yoksa kuyûd ve merasim değildir. Sofî, elinde bulunan nimetten başkasının istifadesini düşünen adamdır. Şeyh Sa'di:
"insanın şeref ve haysiyeti, lütuf ve keremi, ihsan ve atâsıyla, sehâsıyla ölçülür; insanlığı da Hakk'a şükretmesiyle, yani umumî manada ibadetiyle anlaşılır. Kendisinde bu iki haslet olmayan kimsenin yokluğu, varlığına müreccahdır".
"Tasavvuf, nefsin nasibini terk ile, Hak'tan nasibini istemektir".

Emeller ve elemler
Tasavvuf, kendi isteklerini bırakıp, Hakk'ın takdirine razı olmaktır. Çünkü insanın emellerinin sonu yoktur, birini elde etse, gönlü diğerine takılır. Bu suretle de kalb Hak'tan cüdâ kalır. Bundan dolayı emele, elem bozuntusu demişlerdir.
Her emel tahakkukuna kadar insana elem verir. Her emelin nihayeti, başka bir emelin bidâyetidir. Bu suretle emel silsilesi ölünceye kadar devam eder. Emeller terkedilince, Hakk'a bağlanılmış olur. Emelin terki dünyayı, işi gücü matıyye-i nefsi, yani vücudu, nefsini ihmal etmek demek değildir. Hayatın tabiî icaptan hiçbir zaman terk edilemez. Eldeki nimete şükrü bırakıp, daha fazlasını istemek, emel peşinden koşmaktır. Eğer eldekine hakkıyla şükür edilse Cenab-ı Hak nimetini artıracağını beyan buyuruyor:
"Rabbiniz: Şükrederseniz and olsun ki, size karşılığını artıracağım; nankörlük ederseniz, bilin ki azabım pek çetindir, diye bildirmişti".14

Şükür nasıl yapılır?
Şükrün ne olduğunu iyi bilmek lazımdır. Yemek yiyip, bittikten sonra "Ya Rabbi şükür el-hamdülillah" demekle şükür ifa edilmiş olmaz. "Şükür odur ki, her aza ne için yaratılmış ise, ona sarfetmektir".15
Her nimetin şükrü kendi cinsiyle eda edilir. Nasıl ki zekat vermek, sadaka vermek yani maddeten yardım yaparak iyilik etmek suretiyle servetin şükrü eda edilirse, bir sofrada kendini ve aile efradını doyuracak bir kap yemeğin yerine, mesela üç kap yemek yer ve bir kap yemeği bulamayan yakını, komşusu veya tanıdığını düşünmez, onları doyurmaya çalışmaz, gece sabahlara kadar ve iki yemek arasında ağzıyla binlerce defa "Ya Rabbi şükür" dese, hiçbir zaman şükrünü eda etmiş olmaz. Her öğün etini, sebzesini, tatlısını Hakk'ın lütfuyla te'min etmiş olan kimse, eğer takva yolunda yaşamak ve bir amel-i salih icra etmek ve cemiyete karşı sorumluluğundan kurtulmak istiyorsa, bir gün et, bir gün sebze, bir gün tatlı yiyerek, diğer iki nimeti münavebe ile ihtiyaç sahiblerine yedirecektir.
Bunu, Hakk'ın rızası için yapmak en büyük sofuluktur. Böyle yapan: "Onlar, içleri çektiği halde, yiyeceği, yoksula, öksüze ve esire yedirirler"16 ayet-i kerimesinin sırrına mazhar olur ve: "Mallarını Allah yolunda sarfedip, sonra sarfettikleri şeyin arıdından başa kakmayan ve ezâ etmeyenlerin ecirleri Rablerinin katındadır. Onlara korku yoktur ve onlar üzülmeyeceklerdir"17 saffında bulunanlar arasına girer ki, işte evliyâullah bu zümreye dahil olanlardır.


SEHL BİN ABDİLLAH ET-TÜSTERî:
"Tasavvuf, az yemek, Cenab-ı Hakk'ın huzurunda rahata kavuşmak ve insanlardan kalben uzaklaşmaktır".18
Çünkü tokluk insanı gaflete ve şehvete sevkettiği gibi, verdiği rehavetten dolayı hakkıyla ibadet-i bedeniyyeye de mani olur. Onun için kanaatkarlık ve perhizkarlık yapan, yani eline geçenle yetinen ve fazlasını muhtaca veren, ancak Cenab-ı Hakk'ın huzurunda rahata kavuşabilir; bu hususta sorumluluğu kalmaz.
Yani helalinden çok kazanmak için fazla çalışacak, yeteri kadarını kendisine ayırdıktan sonra, kalanını muhtaca verecektir. Bundan maksat, "fakir ilallah" dedikleri yalnız Hakk'a arz-ı ihtiyaç edip, halkın elindekilerden müstağni olmaktır. Müstağni olan sofînin nazarında,
"Müstağni o kimsedir ki, ona göre bir başakla, bir harman arasında fark yoktur". Elinde hangisi bulunursa fark etmez, başkalarının elindekini de öyle görür.
"Tasavvufun aslı, Kitab ve sünnete yapışmak; hevâ, heves ve bid'atleri terk etmektir".19
Tasavvuf, ahkâm-ı dine ve sünnet-i Resûl'e sarılmaktan ibarettir.

AMR BİN OSMAN EL-MEKKî:
"Tasavvuf, zamanın en uygun vaktinde, kulun her an Hak ile meşgul olmasıdır".20
Uyku ve hacatın kazası gibi zamanlar haricinde, kalbin her an Hak ile meşgul olmasını da tasavvufun tarifi içine almıştır ki, bu da bir zikirdir.

SÜMMÜN EL-MUHİB:
"Tasavvuf, hiçbir şeye malik olmamak ve bir malın esiri bulunmamaktır".
Hiçbir şeye malik olmamak, mal ve mülkünü nefsine mal etmemek, o malda başkalarının hakkı bulunduğunu, asıl sahibinin Malikü'l-Mülk olduğunu, kendisinin onu yerli yerinde sarfedecek küçük bir haznedar olduğunu bilecek ve ona göre davranacak, sûret-i sarfı Kur'an'dan öğrenecektir. Hiçbir zaman kendini mal ü menâl sevgisine kaptırmayacaktır. İşte o zaman masivadan ilgisini kesmiş olur.
"Eğer sende dünya ile kıl kadar iç rabıtası bulunursa, senin Hakk'ın manevî nimetlerinden mahrum kalmaklığın tabiîdir. O kıl kadar alaka bir zünnar, yani alamet-i küfürdür ki, insanı şirk-i hafiye götürür, harem-i İlahî'de de namahremdir, yabancıdır".

Kıl kadar kalsa vücudundan eser,
Alamazsın kıl kadar andan haber.

Kelim Hemedanî bir beytinde bu mazmûnu ne güzel beyan eder:
"Hak'tan başkasına olan rabıtanı kesmedikçe, bütün ibadetlerin boşunadır. Bu alakadan başını koparıp kurtarmadıkça, başını secdeye koymaya müstahak değilsin".
Yine Kelim başka bir beytinde şöyle tasvir yapar:
"Alakalar, bu dünyanın levazımındandır, yalnız neş'esi değil, hem de zînetidir, süsüdür. Hükümdarların zindanlarında mahkumlara vurulan zincir şakırtıları, hapishanenin ihtişamını gösterir".
Yani, demek istiyor ki, alakadan zahiren kurtulmak mümkün değildir. Evlat muhabbeti, torun sevgisi, onları memnun etmek için sarfedilen gayretleri ve a'mal-i hayriyye, bu dünya neş'esinin zaruretleridir. Nasıl olsa insan bunlara mahkumdur. Bunlar ise birer esaret alameti olan zincirdir. İşte, zincire kıymet vermemek, zindan hayatının serbest, kayıtsız, zincirsiz hayattan farklı bir yaşayış olmadığını nefsine telkin edip, kabul ve hazm etmek, zincir vurandaki hizmeti düşünmek, eğer bu hal seni üzüyorsa, "Gerçekten, güçlükle beraber bir kolaylık vardır"21 ile müekkeb tebşirat-ı sübhâniyyeyi düşünerek, bütün kayıtlardan ruhun selameti için sabra sarılmayı bilmek lazımdır.

CÜNEYD-İ BAĞDADÎ:
"Tasavvuf, Hakk'ın seni senden gidermesi ve kendisiyle ihya etmesidir".
"Tasavvuf, mâsivâ ile alakayı keserek, Cenab-ı Hak ile beraber olmaktır".22
Masiva ile alakayı kesmek demek, Hak'tan gayrı olan herşeyi terketmek demektir.

Masiva şâibesinden dili tathîre çalış
Pertev-i hikmet ü irfan ile tenvire alış.

Evet, masiva ilgisi kalbte bir lekedir; Hakk'ın kalbe tecellisine manidir. Bu leke ancak hikmet ve irfan güneşiyle giderilebilir. Hikmet, ilmin mahiyyetini araştırmaktır; irfan ise bir nevi' sezerek anlayıştır, ayrı bir mevhibedir.

Mâsivâ nasıl terk edilir?
Acaba bu masiva nasıl terk edilecektir? Bunun için ashab-ı tarik birtakım yollar göstermiştir. Bunların arasında üzerinde en çok durulan zikir yoludur. Zikir yolu, en kestirme bir tarik ise de, zikrin ne yolda yapılacağını iyi bilmek lazımdır. Yoksa şairin:
"Tesbih elde, tevbe dudakta iken, gönül günaha girilecek bir iş düşünecek olursa, bizzat günahın kendisi, yani onu bize telkin eden şeytan, bu tevbemize gülecektir".
Nâbi de bu manada şöyle söyler:

Leb zikirde ammâ ki gönül fikr-i cihanda
Kaldı arada sübha-i mercan mütereddid.

"Bizim dudaklanmız zikr-i Hak'la meşgul iken, fikrimiz dünya işleriyle alakalı bulunursa, eldeki mercan tesbih de tereddütte kalır".

Maddeye gönül vermemek
Şimdi sâlikin masivadan kendisini nasıl sıyırabileceğini dü-şünelim:
İnsan, hayatı müddetince masiva ile beraber yaşar. O halde bundan kurtulma yolu nedir? Tabiî insan, yaşamak için yiyecek, içecek, yatacak, yakacak, doyacak, sevecek, bütün hayatî ihtiyaçlara bağlanacağı gibi, mehâsine de gönül verecektir. İşte, tarikat dervişe zikir, fikir ve aşk yoluyla bunları gönülden nasıl çıkaracağını bildirir.
Masivadan ilgiyi kesmek demek, maddeye gönül vermemek, ona bağlanmamak demektir; yoksa madde ile meşgul olmamak demek değildir. Sofî, herkes gibi umumî hayata karışacak, kendi işini ve başkalarının işlerini yapmaya çalışacak, mukadderse zengin olacak, hiçbir surette Hak'tan ayrılmayacaktır. Fakat bünün bunlara gönlünü bağlamıyacak, Malikü'l-Mülk'ü düşünecek, bugün kendi elinde Hakk'ın emaneti ve atası olan her türlü nimetin, yarın başkasının eline geçmesinin tabiî olduğunu teemmül edecek ve kaybından dolayı asla müteessir olmayacaktır.
Bir mutasavvıf şairin:

Ehl-i tevhid olmak istersen sivâya meyli kes,
Aç gözün merdâne bak, Allah bes bâki heves.

Dediği gibi, Hak'tan maâdasına gönülde yer veren kimse, muhabbet ve aşk ile şirk-i hafiye kadar gidebilir. Her ne kadar bazı tarik erbabı "Hakikate, mecaz köprüsünün geçilerek varılır" demişlerse de, erbabı, bunun hududunu tayin eder.

Mal ve nefisle mücadele
"Tasavvuf, sulh ile değil, cenk ile hasıl olur".23
Tasavvuf, mücadele ile elde edilir. Cenab-ı Hakk'ın emri, önce mal ile, sonra nefisle mücadele etmektir. Mal ile mücahede, zarüriyyat-ı şer'iyye dışında kalan servetini, malını, mülkünü infak etmek suretiyle yapılır. Zarüriyyât-ı şer'iyye, kendisinin ve ailesinin yiyeceği, yiyeceği, yakacağı, yatacağı şeylerden ibarettir. Bunun dışındakini infak etmek Allah'ın emri muktezasıdır. Kur'an-ı Kerim'de:
"Ne vereceklerini sana sorarlar, de ki: Artanı!"24 buyurulmuştur.
İnfak hakkındaki bütün ayet-i kerimeler bu esasa irca edilir.
Nefis ile mücahedeye gelince: Nefsin meşru olmayan bütün dileklerine karşı gelmektir. Nefsiyle mücadele, vatana saldıran düşmana karşı cihad, sulh zamanında memleket içinde zulme karşı mücahede, hakkı korumak için yapılan çabalar, nefsinin hevesatına kapılmamak için her türlü mehârim ve mekârihten ictinab, nefis ile mücahede medlûlünde mündemiçtir.
"Tasavvuf, toplulukla birlikte zikir, dinleyenlerle birlikte vecd ve işlenmek suretiyle de ameldir".25
Toplum içinde, halk arasındaki derecat-ı mütefâviteyi, mahlûkatın tenevvü'-i bi-nihayesini, sibgatullahın renk renk tecellîlerini görüp zikretmek ve bunu görmeyenlere anlatarak onlann kendisiyle birlikte vecidlerini husûle getirmek ve a'mâl-i sâliha ile örnek olmak tasavvuf ehlinin başlıca şiârıdır.
"Tasavvuf, kulun kendisiyle kaim olduğu bir vasıftır. Cüneyd'e: O Hakk'ın sıfatı mıdır? dediler, O da: Sıfat olarak "Hakk'ın, resim olarak halkındır, diye cevap verdi".26
Hazret-i Cüneyd'e tasavvufun ne olduğunu sordukları zaman: "O bir hâldir ki, daima kul ile beraberdir" buyurmuş. "Bu hal Hakk'ın sıfatının tecellîsi midir, yoksa halkın evsâfından mıdır? denilince: "Sıfat olarak Hakk'ındır, merasim ve şekil olarak da halkındır" demiştir.

Allah ve Resûlünün ahlakı
Peygamber Efendimiz: "Allah'ın ahlakıyla ve Resûlüllah'ın ahlakıyla ahlaklanınız" buyurmuştur.
Bu, Allah'ın ve Resûlünün evsafıyla muttasıf olmak demektir. İmdi, bütün esma-i hüsna ve evâmir-i ilahiyye Hakk'ın evsafının tecellîsidir. Sîret-i nebeviyye ve sünnet-i resûl kezâ, Peygamber Efendimizin evsaf-ı seniyyelerindendir. Bunlara uymayı nefsinde kabul eden kimse Hakk'ın sıfatını iktisab etmiş olur. "Allah'ın ahlakı ile ahlaklanınız" sırrı tecellî eder. Sîrete ittiba ile sünnetin ifası da yine evsaf-ı peygamberi ile muttasıf olmaktır. Bununla da: "Ve Resûlüllah'ın ahlakıyla ahlâklamnız" hükmü zahir olur.
Bunların, kabul ve imanı, sıfat-ı Hak'la tehallî etmektir; icrası da merasimdir, halka aittir.
Erbab-ı tasavvuftan biri bu hususu ne güzel hülasa etmiştir:
"Hayatın öyle geçsin ki, öldükten sonra bir yolun toprağı olursan; senin üstünden geçenlerin yolun tozundan bile müteessir olduklarım işitmeyesin."
Pertev Paşa bu manayı şu şekilde tafsil ve izah eder:

Ne semmet bülbülün verdin, ne de hârden incin
Ne gayrın yarine meyl et, ne sen ağyârden incin
Ne sen bir kimseden âh al, ne âh ü zârden incin
Ne sen bir kimseden incin, ne senden kimse incinsin.

"Zahir ile amel et, sana yeter"
Cüneyd'e gelerek tasavvufun ne olduğunu sordular. O da: "Zahir ile amel et, sakın onun hakikatlerinden bir şey sorma, onu ifsad edersin" diye cevap verdi.27
Yine Hazret-i Cüneyd'e tasavvufun ne olduğu sorulduğu zaman: "Amelini bozmak istemezsen emir ve nehyin hakikatini araştırmaya kalkma, zahir ile amel et, bu sana yeter" buyurmuştur ki, herkes kendine göre mana vermeye kalkıp te'villere sapmasın ve günaha girmesin diye bu tavsiyede bulunmuştur.
Şîrazlı Hafız bir kabasofuya şöyle demiştir:
"Ey kabasofu, yoluna git, bana hakikati anlatmaya kalkma, çünkü bu kainatın esrarı senin ve benim gözüme kapalıdır ve öyle kalacaktır".

MÎMŞÂD ED-DÎNEVERî:
"Tasavvuf, serâire ıttılâın verdiği safâ ve Hakk'ın razı olacağı amelleri işlemek halk ile ancak zarurî hususlarda temas etmektir".28
Bu tariften de anlaşılıyor ki tedricen hakaik-i ilahiyye anlaşıldıkça kalbte husûle gelen itminan insana en büyük huzuru verir. Bütün efal ü muamelatında Hakk'ın rızasını düşünmek, halk ile rastgele münasebetler kurmayıp, onlarla teması zarurî hususlara hasretmek, seyr ü sülükün icabıdır.

Bilinmemek, faydasızdan sakınmak
"Tasavvuf, mâsivallahdan müstağni olmak, bilinmemeyi ihtiyar etmek ve hayırlı olmayan şeylerden sakınmaktır".29
Tasavvuf, ihtiyaç içinde bulunulmasına rağmen müstağni görünmek, masivaya rağbet etmemek, bilinmemeyi tercih ve ihtiyar etmek, hayır ve faydası olmayan şeylerden sakınmaktır ki, ihtiyacı izhar eden kimse züll-i suale (dilenme alçaklığına) kapı açıyor demektir. Bu izzet-i İslam'a iras-ı halelde bulunmak gibi bir günaha vesile olabilir. Şeref ve haysiyyeti muhildir.
İkincisi, hüviyetini, şahsiyetini, kıymet ve meziyetini meydana koymamak, ahad-ı nasdan biri gibi hareket etmek, adab-ı sofîyyeden olan bir tevazu'dur. Hayırlı olmayan şeylerden sakınmaktan maksat da efal-i mübâhada bile hayrı gözetmektir.

ALÎ BİN EL-ISFAHANî:
"Tasavvuf, Hakk'ın gayrından uzak ve masivallahdan halî olmaktır".30

EBÛ MUHAMMED EL-CÜVEYNî:
"Tasavvuf ahvâli kontrol etmek ve güzel olan şeyleri iltizam etmektir"31
Daima iyiyi ve hayrı aramak, insanın içinde bulunduğu ve maruz kaldığı ahvalin tetkikiyle zararları def ve faydaları celp için çalışmaktır.

EBÛ AMR ED-DIMIŞKî:
"Tasavvuf alemi noksan gözle görmektir, yahut bütün noksanlardan münezzeh olanı müşahede etmek için her noksandan gözü yummaktır".32
Kemal-i mutlakı Hak'da müşahede edebilen kimse her şeyde bir noksan görür. Kemal-i mutlak Allah'a mahsustur. Her varlığın kendine göre bir ayb, kusur ve noksanı vardır. Bir şeyde kemal tecellî ettiği sanılınca, derhal zeval yüz gösterir. "Her şey tamam olunca noksanlık başlar" buyurulmuştur.
Ahmed Paşa "Yârsız kalmış cihanda aybsız yâr isteyen" der ki, her güzelin istenmeyen bir tarafı olur. İşte noksan denen şey budur. Fakat erbab-ı tasavvuf hiçbir şeyde noksan aramıyacaktır. Noksandan göz yumacak, yani noksanı görmeyecek, noksan gördüğü zaman kemal-i mutlakı tahattur ve zikredecektir.
"Senin vücudun bir ayıptır. Bunun üzerine, bir başka ayıp aramanın manası yoktur" sözü insanın baştan aşağı kusur olduğunu gösterir.
"Küsûf güneşin, husûf da ayın kusurudur" demişlerdir. O halde cihanda aslolan noksandır. Kemal nisbî ve izafîdir.
Şu manayı veren kıt'a da güzel bir ders-i ibrettir:
"Diline dikkat et, kimsenin kusurunu söyliyeyim deme; çünkü sen baştan aşağı kusurlarla mahmulsün; halkın ise binbir dili vardır. Gözlerin sana, başkalarının ayıplarını gösterirse, ona: Ey nûr-i didem, halkın binbir gözü sana bakıyor, de".

EBÛ'L-HASAN EL-MÜZEYYEN:
"Tasavvuf, Hakk'a inkıyattır".33
Burada Hakk'a inkıyat, mertebe-i rızadır ki; rıza, tarikatte müntehayı meratiptir; sabırla tev'emdir. Rızanın, mertebelerin sonu olması, sabrın emir, tavsiye ve telkin neticesi nüfûsa te'siriyle tecellîsine mukabil, rızanın her musîbetine bir hikmet düşünülerek tabiî karşılanmasıdır. Hele kendini aradan çıkarıp, yalnız Hakk'ın rızasını düşünecek olanlar, Peygamberler ve vasılîndir. Merhum Osman Şems Efendi'nin:

Vasıl-ı vuslat-saray-ı mutlakım na'leyn-vâr
Saff-ı na'le terk kıldım küfrü de imânı da.

Beytinden de anlaşılacağı üzere, iki zıt vasıf, beşeriyette hayır ve şerri tefrîka medârdır. İman itaat, küfür isyandır. Hakk'a vasıl olan hakka'l yakîne ulaştığından küfür mefhumu zihne tebadür etmiyeceği için lafz-ı bî-mana kalıyor.
Hakikat-ı vûcudu idrak etmiş olduğundan: "Onlar gaybe inanırlar"34 vasf-ı sübhanîsine mazhar, silsile-i beşeriyetten ayrılarak, mertebe-i melekiyete intikal ediyor ki, alem-i melekût için küfür mefhumu mutasavver olmadığından, bir şuhûd-i tam içinde âyat-i ilahiye ile sermest oluyorlar. İmana inkardan geçilir, inkarı imha eden imandır. İman, şuhûd-i hakayık-ı ilahiyye haline intikal edince, gayb perdesi ortadan kalkıyor. Bu, insan için bir salah-ı küllî mertebesidir ki, her kula müyesser olamıyor. Fakat, her salikin gayesi olmakta devam ediyor. Bu mertebe, imanı hakka'l-yakîne çıkarmakla mümkün olabiliyor.

Halka rehber olmak
İmdi, süllem-i rızadan, arş-ı hakikate yükselebilmek, daima Hakk'ın yolunda bulunmakla, yani: "Onlar ayakta iken, otururken, yanları üstüne yatarken, Allah'ı anarlar..."35 ayet-i celîlesini bir an hatırdan çıkarmayarak, evamire mülâzemet, nevâhiden mücânebet, Allah ve Resülüne ve onlara tabi olanlara sırf muhabbet beslemekle, halkın içinde onlara rehber olarak çalışmakla mümkündür. Bu bir hususiyettir. Bu hali herkesin görüp idrak etmesi mümkün değildir.
Kişinin hüviyet ve derecesi, ef'aliyle anlaşılır. Fakat bu, umum içindir. Havâss-ı mümtaze ancak kendilerini tanırlar. Arapça bir beyit şöyle der ki: "Kişi işiyle kendini göstermedikçe, derece ve hüviyeti anlaşılamaz".
Vasılîn me'mur olmadıkça ipucu vermezler. Temkinli sofiler nezdinde vusul, ale'd-derecât, esrar-ı Hakk'a aşinalıktır. Tafsili vahdet-i vücûd bahsinde gelecektir.

EBÛ YA'KÛB:
"Tasavvuf, beşeriyete ait evsafın kaybolmasıdır".36
Tasavvuf yolu, insanın kemale ulaşmasına mâtuf bulunduğu için, beşerî noksanlardan nefsini temizlemesi gerekir. Bu tasfiye ne kadar etraflı olursa, sofînin ruhu o kadar yükselir. Fakat bu keyfiyet daha çok teslîke muktedir ki bir mürşid-i kamilin himmetiyle vücûd bulur.

EBÛ ABDÎLLAH BİN HAFÎF:
"Tasavvuf, kadere sabır, Hakk'ın atâsına rıza ve hakikatleri aramak için dere tepe dolaşmaktır".37
Sabır ve rıza yukarıda geçti. Seyahate gelince, onun maddî ve manevî değerleri pek çoktur. Bir Arap şairi şöyle der:
"Durgun su bulanık ve bozuktur. Akan su ise berraktır ve pislik tutmaz. Altın kendi ma'deninde bulunurken bir kıymet ifade etmez. Ud ağacı da ormanda odundan farksızdır; işlenir ve ellere geçerse kıymetini bulur".
Yolcu, iyi niyetle yaptığı seyahatte izzet ve şeref kazanır. Hak, fazilet ve hayır için yapılan muhaceretler de böyledir.

EBÛ SAÎD BÎN EL-ARABÎ:
"Tasavvuf, fuzuli şeyleri tamamen terketmektir".38
Lüzumsuz şeyleri terketmek demek, dinin, aklın, kanunun, örfün, an'anenin, adetin ve zaruretlerin gerektirdiği işler dışında abes ile meşgul olmamak demektir. İşte bu suretle insan, faydalı şeylerle meşgul bulunmuş ve hiç bir faydası olmayan şeyleri terketmiş olur. Bu yalnız sofî için değil, medenî her insan için lüzumlu bir vasıftır.

EBÛ'L-HASAN EL-BÜŞENCÎ:
"Tasavvuf, emeli ihmal ve amele devam etmektir".39
Emel ve amel mes'elesi: Emelin sonu yoktur. Beşere şuur lâhik olduktan sonra, ölüme kadar devam eder.
Bağlıdır dâman-ı haşre rişte-i tûl-i emel
Hay ü hûy-i ehl-i dünya bitmeden dünya biter.
Yavuz Sultan Selim'in bir mısra'ını tazmin yollu yazdığı "Ümid" adlı manzûmede, Namık Kemalzade Ali Ekrem Bey şöyle söyler:

Ümmid cihandan da büyük, zevk ise mahdûd
Her saati ömrü emel-efzâ elem-efzûd
Mâzi mütevâli ezelî sâye-i memdûd
Müstakbel ebedle dolu bir makber-i mesdûd
Hal ise saadet gibi rahat gibi mefkûd
Feryad ez in nev vücûd-i adem-âlûd.

Sonu gelmeyen emeller
Evet, insanın ümitleri ve amelleri cihandan da büyük, yani sonsuzdur. Ömrün her anı bir taraftan emelleri, bir taraftan da elemleri artırır. Maziye dönüp baksan, uzayıp gitmiş bir gölge, hakikat zannettiklerimiz silinmiş, istikbal kapalı bir kabir, kim olduğu, ne olduğu belli değil. Hâl denen zaman ise, izafî bir varlık. Bu dünyada rahat ve huzur nasıl izafî ve muvakkat ise, hâl de her an maziye intikal etmekte olduğundan ma'dûmdur. Binâenaleyh böyle yokluğa müncer olan varlıktan feryad!
İşte insana düşen, bu sonu gelmeyen emelleri ihmal edip, ubûdiyyetinin icaplarını yerine getirmek ve intizam içinde çalışmaktır. Saatleri ayarlamak, hayatı ayarlamak demektir.

EBÛ AMR BİN EN-NECÎD:
"Tasavvuf, emir ve nehiy hayatında sabretmektir, yani Cenab-ı Hakk'ın emirlerine râm olmak, nehyettiği şeylerden de kaçınmaktır".40
Emir ve nehiyleri gönülden hüsn-i telakki etmek, bunların icrasında veya sakınmasında güçlük varsa, onlara tam bir inkıyad ile sabretmek, tasavvuf ve sülûk icabıdır.

ŞEYH EBÛ ÎSHAK İBRAHİM EL-KARZÛNÎ:
"Tasavvuf, iddiaları terk ve manaları gizlemektir."41
Tasavvuf erbabı, bir iddia sahibi olmayacaktır. Bildiği hakikatleri muhatabının seviyesine göre açıklayacak, muhatabının umumî bilgisinin kavrayamayacağı hakayıkı tafsil etmeyecektir. Ne, ben bilirim bu böyledir, diyecek, ne de anlaşılmayan ve işitilmemiş mefhumları rastgele açıklayacaktır.
"Her bilenin üstünde daha iyi bilen vardır"42 ayet-i kerimesi onun düstür-i reşâdeti, "İnsanlara, akıllarının aldığı derecede hitap ediniz" vecizesi sözlerinin rehberi olacaktır.

Blog Arşivi

ÇOCUKLARA GÜZEL ALIŞKANLIKLARI NASIL KAZANDIRABİLİRİZ?

Doğruluk, dürüstlük, merhamet, diğerkâmlık, adalet gibi güzel ahlakın emarelerini çocuklarında görmek, her anne babanın isteği ve emelidir. ...

Etiketler İSLAM